Şöyle bir Pazar günü işe gitmeden, evde ayaklarımızı sehpaya uzatmış bir vaziyette, radyoda sevdiğimiz müzik, güzel bir keyif yapsak… Faturalardan, araçların korna sesinden, şehrin gürültüsünden, hava kirliliğinden uzak, kendimizi dinleyebileceğimiz bir ortamda olmak… Oh ne rahat!

Bazen dünyada bir dengesizlikten dem vururuz. Birileri çok kazanıyor, birileri az. Birilerinin durumu çok iyi, birilerinin kötü... Birileri tok, birileri aç… Bunlar uzar gider böyle… Ama neden böyle diye elimizi çenemize yaslayıp düşündük mü? Bir düşünelim mi? Fatih Sultan Mehmed’in derdi neydi ki, o koca gemileri tepenin üstünden bin bir zahmetle kaydırıp haliçe indirdi? Derdi neydi ki o kadar askeri, kağnıları, gemileri tepeden aşağı indirmesi için yönlendirdi. Ve bunu yapan askerin derdi neydi böyle? Onlar neden bunca zahmete girdi ki? Onlar da gidip saraylarında otursalardı; üzümleri, elmaları, birbirinden zengin meyve ve yemekleri yeyip, keyif çatsalardı olmaz mıydı? Düşünelim… Asırlar öncesinden, kutlu insan, “Muhammed-ül Emin” sıfatını alan, Hz. Muhammed (S.A.V.)’in sözünü yerine getirmekti dertleri. Neydi o söz? “İstanbul bir gün mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” Bunu duyan kalp atmadan durur mu? Fatih’in ve askerlerin de kalbi bunu gerçekleştirebilmek için atıyordu. Onların derdi, bu sözün gereğini yapmaktı. Ne oldu? Dertlerine sarıldılar ve çağ kapatıp, çağ açtılar.

Bazen olur ki çok sıkılır ve bunalırız. Evet, herkeste zaman zaman olur bu… Bir iç muhasebeye ihtiyaç vardır bu zamanlarda… Derin bir şekilde iç muhasebenin yapılması sağlanmalıdır. Düşünmeye daha fazla vakit ayırmak gerekir. Herkes derdini sevmelidir bir anlamda. Yahu dert sevilir mi? Sevilir, sevilir… Sevilmeseydi, Fatih İstanbul’u fethedebilir miydi? Sevilmeseydi, Thomas Alva Edison binlerce kez ampulü yakabilmek için didinir miydi? Sevilmeseydi, Mustafa Kemal Atatürk, onca sıkıntıya rağmen hasta adamın ayaklanması için girişimlerde bulunur muydu? Sevilmeseydi, Seyit Onbaşı, o 270 kilogramlık gülleyi sırtına alıp, gemiyi vurur muydu?

Dertliyiz ama dermanı da bizde bir nevi… Çözümler üzerinde düşünmek ve bunları hayata geçirmeyi denediğimiz vakit, hepsinin tek tek çözülüvereceğini göreceğiz. Bir daha düşünelim mi? Bir öğrencinin derdi nedir? Sınavlar… O sınava, bu sınava hazırlanıyor, okuluna hazırlanıyor. Ne için? İyi bir meslek sahibi olabilmek için, bunu neden istiyor? İyi bir yaşama kavuşmak için… Derdi bu işte… Acaba derdimiz olmasaydı, yaşayabilir miydik? Bu pencereden baktığımız zaman, derdimizin aslında bizi yaşama bağladığını söylesek yanlış bir tespitte mi bulunmuş oluruz? Derdimizi sevmemiz, bizi daha fazla yaşama bağlar desek, çok mu uçuk bir söz sarf etmiş oluruz?

Dertliyim dostum, ama dermanım yine bende… O kadar kitap yazılıyor. Yüzlerce, binlerce… Yahu bu adamların işi gücü yok mu? Öyle ki ne zorluklarla yazıyorlar… Ve bundan bir şey de kazanmıyorlar. Dertleri ne o zaman? “İnsanlara faydalı olma” derdi değil midir? Ecdatlarımız da kurtuluş savaşında ne diye cephelere gidip savaştılar ki? Evlerinde oturup, tarlalarını sürselerdi ya? Yavrularımız rahat yaşasın demişlerdi. İşte dert, herkese bir şey yaptırıyor.

Dertsiz bir hayat ile dertli bir hayatı mukayese edip, ona göre bir karar verelim. Dertliyim dostum, derdimi almak ister misin?

( Dertliyiz Dostum başlıklı yazı Erol AFŞİN tarafından 6.10.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.