Rastlantı… Sen böyle derdin, ikimiz arasında olanlar için. Acı bir tesadüfe, hatalı bir hesaba dayandırırdın her şeyi daha çok! Ben kader derdim sana. Görülmez defterlerdeki kutsal harfli yazgı. Böyle inanırdım. Tevekkül ederdim böylece. Bir el seni içime doğru itince; ne kadar sarp düşündüğüne şahit oldum. Bir kâhin değildim ben. İçimde sen vardın; içimde, kalbimin üzerinde; her şeyini böylece bilirdim, duyardım, kavrardım. Kelime yoktu, tarif yoktu, söz yoktu. Sana ait ne varsa kalbime dökülür gelirdi. Aşk kendi hızında sana doğru bir bilgeliğe götüredursun beni; senin aklından geçenlerin hepsi vurgundu. Sen O’nu unuturdun bana döndüğünde; ben sende bile O’nun bilgeliğini görürdüm. Görünmeyeni gördükçe sende; yanlış bir zamana sürüldüğünü düşünürdüm. En çok da yanlış bir şehre… Bu yıkık, bu hastalıklı, bu fakir, bu günahkâr, bu vefasız şehre! Sen bu yüzden mi hor görürdün bu kenti? Caddeleri ayakların altında duruyor diye mi aşağılardın? Çirkini sevmemek güzeldi belki, ama çirkinin, güzel olan bir Yaratıcısı yok muydu? Bunu hesap edemezdin. Kaçmak isterdin. Kendi bilgeliğine yenilirdin böyle! ‘Her yere yabancı olmak.’ Sende yabancılık sürgünle başladığından mıdır nedir; coşkuluydu, öfkeliydi, hırçındı. Bense durup tahammül ederdim bu kente. Bir bıçak ucu gibi şerha şerha kanatırdı düşlerimi. Mekke! Kendi şehrimin hayaliyle avunurdum. Mekke! Kutsal kent Mekke! Seni şehrimde düşünür, avunurdum. Yeryüzünde hiçbir yerde nefeslenemeyen ruhların şehrinde olsak ve sen neşeli çocuklar gibi Kaside-i Bürde’yi bir kez de benim için okusan… Ne mümkün! Senin öfken yakardı mavi umutlarımı. Hayallerin yoktu zaten. Hasretiyle avunduğum Mekke başıma yıkılırdı.
Hiç düşünmedin mi seni neyle, nasıl sevdim! Nereden bileceksin?

Nereden bileceksin, nazlı bir sabahın seherinde, Medine kokulu bir bardak çayı yudumlarken geldiğini aklıma. Yüzünün gölgesi düşerdi gönlüme bembeyaz. Karanlığın içinden tutup sıyırdığım ay ışığıydı yüzün. Medine düşerdi aklıma; çocuk yüzünün yansımasından, bembeyaz. Şehirlerin kalbi olan şehri hatırlattığı için hayrandım yüzüne; seyrandım… Öyle öyle sevmiştim seni!

Aşk divaneliktir oysa. Ayak sürmedim, diretmedim. Düştüğüm yalan değil! İnsan tarafı yoktu aşkın. Ve ben seni hep O’nunla sevdim. Anlatamazdım. Aşk İbrahim olup bir bir devirdi içimdeki putları. Ateşe benzer bir aşkın içinde; öyle mütevekkil bekledim. İbrahim’in ateşte beklemesi gibi… Ruhum böyle dinleniyordu. Ateş değil, tevekkül hünermiş; ateşte öğrendim ben bunu. Ve ne zaman divaneliğin sınırlarına yaklaşsam, ne zaman kalbimin zarı çatlayacak olsa; sana sığındım. Dünyada olmayan bir iklim olduğunu düşünürdüm.
Sen senin ne olduğunu hiç anlayamadın zaten!

Sahralar boyu yol aldığım, düştüğüm, yıprandığım, boğulduğum, tükendiğim şu dünyada; çektiğim bütün o yükü seninle unuturdum, ruhumu seninle dinlendirirdim. Vahşetin ortasında her şeyden habersiz bir çocuktun. Sessiz, sakin, durgun; dünyadan habersiz kalırdım sende. Dünyadan ayrılırdım. Dünya benden kopar giderdi. Mesafelerin azabı gelmezdi aklıma; yüzünün benzediği şehre doğru hicrete dururdu kalbim. Bir ikindi yağmuruna dururdu. Ben buna Gül Huzuru derdim de; senin haberin olmazdı. Ben öyle öyle sevmiştim seni!

Ben sende böyle huzur duyarken, sen nasıl da korkardın bende. Ürperirdin. Korku! Adı bu değildi sevginin. Sevmekten mi korkardın, seveceğimden mi seni; yoksa kalbinden mi ürkerdin… Seni korkutacak kadar yabancı mıydı sana kalbin? Çoğu zaman çocuk tarafın ağır gelirdi; anne şefkatinden kaçınırdın. Sen öyle ürperince sebepsiz, kendimi mezarından çıkıp gelmiş bir ölü gibi hissederdim. Yaşıyor sayılmamak, ölü olmak mıdır? Kendimi etrafına hastalıklar saçan bir seyyah gibi hissederdim! Cüzamlı bir acuze… Kırar dağıtırdın beni korkularınla; üzerdin. Senden biraz daha fazlaca çocuk olup kırılırdım sana. Kırılırdım da sen anlayamazdın çocuk olduğun için. Anneme koşardım ben de! Annem bana, O’nu en çok hatırlatan kadın olduğu için, anneme koşardın. Yumardım gözlerimi. Taşlar ufalanırdı. Toprak yarılırdı. Işık ışık kalkardı annem! ‘Annem’ derdim. Anlatırdım seni! ‘Üzülme çocuk’ derdi. Gülümserdi, pembe yanaklarında güller açardı. ‘Üzülme, Allah güzel olanı yaratır!’ Ağlardım… Senin güzelliğinden şüpheye düşerdim! ‘Anne’ derdim; ‘seni çok özlüyorum’ derdim. Anlardı. ‘Ah çocuk, seninleyim… Ağlama! Bitecek!’ derdi. Teselli güneş gibi doğardı kalbime. ‘Allah’a emanet ol çocuk’ derdi annem! Ayrılırdık. Sen anneme benzemeyen bir çocuktun! Bense annesini anlayamayan bir diğer çocuk!

Sana dönerdim. Huzuruna, korkularına, tereddüdüne dönerdim usulca, çaresizce… Seni ne yapar, ne eder O’na bağlardım. Zaman zaman huzur, çoğu zaman korku ve bazen de tereddütle…

Gözlerinden gece akardı üstüme üstüme… Gece çökerdi usulca. Sen korkmaz mıydın karanlıktan? Gözlerin derindi… Korkardım bakmaya! İçine doğru eğilip rüyalarımı anlattığım kuyular kadar derindi gözlerin; eğilip bakamazdım. Eğer bir parça cesaretim olsaydı, eğer kaçmasaydım bakışlarından köşe bucak; sana öyle rüyalar anlatırdım ki, mest olur taşardı gözlerin. Hep sen başka bir yere bakarken seyre durdum gözlerini… Ah, korkmasaydım karanlıktan. Üstelik seni de korkuturdum. Rüyalarımdan çekinirdin. Liva-ı Saadet nasıl simsiyahsa, öyle simsiyahtı gözlerin ve öyle simsiyah bir nurla dolardı rüyalarım. Senden sanırdım. Gözlerinden bilirdim gördüğüm rüyaları. Siyah hep karanlık değilmiş; aydınlık da korkuturmuş bazen insanı. Geç öğrendim. Saçları ve sakalları çöl geceleri kadar siyah, bir kutlu elçiyi hatırlatırdı gözlerin. İşte öyle öyle sevmiştim seni!

Adını söyleyemediğim zaman, ‘Ey sevgili’ derdim sana!

Oysa sayıklayıp durduğum senin adındı, hasta kalktığım geceler boyunca. Merhamet dilenirdim kan sızdıran dudaklarımla. Rahmeti çoktan tükenen ömrümde, azap olacak bir sen mi kaldın bana!... Gençliğimin şu en yanılgılı zamanında, şu en kusurlu dönemimde; ötelere duyduğum hasret, seninle teselli bulurken; bir sen mi kaldın bana azap olacak! Yanlış cadde üzerinden adımlamışım sevdayı. Bir çıkmaz sokakta saplanınca yolum, kapılar aramışım kendimden sana çıkmak için, kapılar aramışım beyhude; duvar olmuşsun bana! Canımdan can koparken, o eriyip gittiğim hasta geceler boyunca; ateşler içinde yana yana; aklımda ‘ölmezler ki kurtulsunlar’ diyen Tanrı buyruğuyla, seni, seni, hep seni sayıkladım. Bir yudum suydu vereceğin şifa niyetine. Bir yudum rahmetti. Sabah gelmek bilmezdi, sen gibi. Gece öfkeli ellerle şekillendirirdi ızdırabımı. Ateş… Ateş… Ateşim büyürdü. Sen saçlarını denizler gibi serip bir yastığa, uyurdun o geceler boyunca. Bir yudum suydu bu denizden vereceğin; duymazdın, uyurdun. Su dökerlerdi tenime; dinmezdi ateşim. Su dökerlerdi tenime; tutmazdı rahmetinin yerini. Sırılsıklam yanardım sabaha kadar; başucumda ağlaşırlardı. Kaç ölümden dönüp geldim ben sensiz, yana yakıla. Mezarımdan kalkar gibi kalkardım, hastalıklı gecelerin sabahlarında. Haşr olurdum sanki. Günahlarından sirkelenmiş olarak doğrulurdum seccademin üzerinde. Kıyametten yeni kurtulan başımla, kıyam ederdim. Uzun uzun… Ayağa kalkabildiğim için şükranla baş eğerdim sonra. Allah’ın azameti belimi bükerdi. Ve nihayet doğrulduktan sonra usulca kapanırdım secdeye. Onur! Dünyadaki en şerefli ve en onurlu insanlar başı secdeye gidenlerdi şüphesiz. Kendi acziyetini kabul edenler, Allah’ın kudretiyle kuvvet bulmaya hak kazananlardı. Ve bükülürdü bileklerim; duaya dururdum. Sonuz hamd ve senayla… Bir de seni unutamazdım dualarımda! İlla hatırlardım adını… Sana rahmet etsin diye, acıyıp merhamet etsin diye; O esirgemediği halde, senin benden esirgediğini senden esirgemesin diye dua ederdim. Uzun uzun… Öylece kalırdım. Buzdan bir heykel gibi!.. Senin halini hatırlayıp da öyle dururdum. Yine de sana benzemezdim, ey sevgili!

Yakamda bir karanfildir senin duruşun. Mehtabın aydınlattığı bir akşam saatinde, nasıl kanarsa alacakaranlıkta kan kırmızısı bir gül, öyledir senin duruşun. Işığı yakan bir yıldız, hani ansızın düşer bir ırmağın ortasına, deler gecenin kalbini intizarıyla; hale hale doğar, büyür içimin vadilerine; içimde bir ağlamak hissidir gizlediğim, öyledir senin duruşun. Firuze kubbelerin altında gümüş su çağlayan bir havuzda nasıl süzülürse bir kuğu; kelam nasıl düğümlenir seni tarife yeltenince; cefakâr aynaların kıskandığı bir edadır duruşun. Hani masmavi bir umutla hangi kapıda beklediysem ülfetini Sevgilinin, duruşun öyle duruşumdur. Aslında ben öyle öyle sevmiştim seni!

Suskunluğu bilmezsin sen! İçindeki öfke çürümüş ağaçlardan putlar yontarken, sen her hakikate susturuyorken yüreğimi, görüneni görmemezlikten gelmek görünenden hiçbir şey kaybettirmiyorken, anlaşılması imkânsız bir kinle bıçaklar bileniyorken sesime, kıyamete kadar yitireceğim sesimle bütün haklarımı geri almak üzere mahşeri bekliyorken, sen aşka korkusuz en üst perdeden bir kaside okuyorken benim yüreğim üzerine, beddua yağmurunun altında bin kelamla nasıl aciz kaldığımı bilemeyecek kadar sen iken sen, suskunluğu nasıl, nereden bilecektin… Bilemezdin! Benim sende bulduklarım yanında, senin benden sakladıkların varmış da, ben de bunları bilememişim. Beni doğumu müjdelenen İsa zanneden sen, İmran kızı Meryem değilmişsin! Ne büyük yanılgı! Sen aşktan dalgınlığına kaçıp giderken, ardında susturduğun bir kalple; nasıl yaşayacağını düşündün! Düşmanı oldum lügatlerin… Ben suskunluğa mahkûmdum ya, sen konuşurdun! Anlatamayacağın yoktu, sustuğum kadar! Seni sevdiğimden olmalı, kızamıyordum sana! Sen ise o kadar kızgındın ki, sevemezdin!

Konuşurdun. Irmak kıyılarına koşardım. Konuşurdun. Suya inen ceylanların ürkekliğiydi kelimeler boyunca sesinde yakaladığım. Utanırdın. Benim gözlerim buğulanırdı. Sesin öteleri takip eder gelirdi; ürperirdim. Sen göremezdin beni. Sesinin arkasından koşardım; labirentlerin tutsak benliğine düşmekten korkmadan. Sesin tertemiz bir çağlayan gibi akıp giderdi içimden. Sen bunu bilmezdin! Kelimeler şekil buldukça dudakların arasında, med cezir tutardı konuştuğun dili. Sırılsıklam kalırdım öylesi; ürperirdim. Kanadı kırılmış serçeler nasıl titrer namluların önünde, öylece konuşurdun sen! Ve ben öyle öyle sevmiştim seni!
Ve Mekke sevgilim!

Ve sana Mekke demiştim… Ardından Medine kokulu bir bardak çay… Sonra aşk divanelikten ibaretti daha çok… Sende bir çocuksu Gül Huzuru… Benden korktuğun ölümle hayat arasındaki sınır… Annemin avuttuğu çocuktum ben… Sonra Liva-ı Saadet altındaki hayallerin saadeti… Sen beni neye bağladığını nereden bilecektin oysa… Ey sevgili! Çok hastalıklı gecelerin koynundan haşr olduğum sabah… Sendeki merhametsiz karanlık… Ve duaya bükülen bileklerim… Duruşun duruşum olacak kadar rahmettim sana… Yine de susturdun beni… Kelimeler sana kalsın diye sustum! Yine de öyle öyle sevmiştim seni!

‘Kalbimin zarı çatlayıncaya kadar beklerim.’

Kehanetlerim yoktu sana dair!

‘Kalbimin zarı çatladı, Allah’a yöneldim… Ben seni nerde beklersem bekleyeyim, gelemezsin sevgilim… Ben ise her yerdeyim!’

Her tarafı kaplayan bu duman yok mu? Ah ben mi sevmiştim seni!

‘Yaşayan ölüler daha iyi, ölü olduğu halde yaşamaya kıpırdananlardan… Ölürsem ne değişecekti? Bana artık hayatta demesen de olur.’
Kıyamete kadar…

‘Sen kendini İbrahim sanıp da elinde bir baltayla davranınca putları kırmaya; sandım ki aşkın hüneridir… Ellerin değil kalbin yetmedi; putları kırmaya niyetliyken, Kâbe’yi yıktın… Ben senden vurgun yedim!’

Sustum!..

( Aşk Ölüm Kuşanmış, Ey Sevgili başlıklı yazı Mümin Munis tarafından 6.06.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.