Nasıl başladığı, neyle devam edip, nerde bittiği belirgin değilse yaşananların. Elbette yazı belirgin bir belirsizliğin üslubuyla yazılır; nasıl başladığı, neyle devam edip, nerde bittiği bilinmeden.

Kısacası bir bozkır belirsizliğidir, yaşananların ve yazılanların üzerindeki.

Toprak. Güneş. Bulut.

Sarı solgun bir iklimdir yüzümde. Toprak. Çatlamış dudaklarımla üzerinde gökleri seyre durduğum toprak; çatlamış! Güneş. Gözlerimde yakıcı yansıması büyüdükçe, gökyüzünü adımlayan! Bulut. Bir rüzgâra kapılıp gelmiş bozkır iklimine; o yağdıkça ağlayacağım.

Bozkır insana benzese, bu hikâyenin yazarı olurdu; yazar bir iklim olsa, o kadar anımsattığı bozkır olur muydu?

Yaşananlar ve yazılanlar bozkır belirsizliğiyse; suç toprakta, güneşte, bulutta değildir elbet. Satırları bozkır ikliminde dökmeyi hüner sayan bir kalemdir kırılması gereken; son defa bu bozkıra benzeyen hikâyeyi anlattıktan sonra.

Hem de nasıl başladığını, neyle devam edip, nerde bitireceğini bilmeden…

***
Bulutlar vardır ki gelir. Zannın çoğu günahtır ya; merhamet dilenerek zannediyorum, öyle başlıyor bu hikâye.

Bulutlar gelir. Bir iklimden, bir diğerine; koşar adım… Beyazdır! Ama rahmet çoğu kez siyah bir bulutun sinesine gizlenmiştir.

Bulut, en geniş hali bozkırdan seyredilen göklerin misafiridir. Göklerin misafiri, yerdekilere umut olur. Gökte bulut, yerde umut… Siyah her yerde kötü bir iz bırakırken kalplerde; beyaz hep mutluluğa benzetiliyorken, her yerde… Bozkırın bilinci ters olduğundan mıdır nedir; bulutun siyahı daha bir umutlandırır yerdekileri… Lügatler beyaz hakkında tanımlamalar yapadursun, siyahın rahmete en yakın olduğu yerdir bozkır!

Bulutlar gelir; siyah, beyaz… Nerden geldiği belirsizdir. Hele ki belirsizliğin adı olmuş bozkırda; büsbütün şüphelidir, bulutların hangi toprakların üstünden akıp geldiği… Yine de umuttur bir kısmı!

Tam da öyle geldin sen!

Ben seni tam da bir bulut hikâyesindeki gibi karşıladım. Öyle ansızın!

Siyahlığın beyazlığın tartışmalı olsa da; rahmet umuttu, çaresiz… Umut ettiklerimi, zannederek yazarken anlıyorum; gelişin bir bulutunkinden farksızmış, meşrebimdeki bozkır iklimine…

Bırakılıp gidilesi bir yere benzerken ben; hiç düşünmemişim ki, bulut ha siyah, ha beyaz fark etmez; bir noktada durup beklemez hiçbir zaman… Akar gider!

Ve ben kendimi ne sanmışım ki; gelişini bir buluta benzetirken ve bu hikâyenin nasıl başladığını hala zanla yazıyorken, hikâyenin sonrasından emin olamamışım; sonrasına dair zanna dahi kapılmamışım!

Toprak. Güneş. Bulut.

Bir daha yazılmayacak bu hikâye; bir an durup okusaydın keşke… Bozkır ayazı satırlardaki belirsizliği!

Bozkır bana benzerse; ben kendimi ne sanıyorum ki, bozkır olmayayım!
Ben bozkır ve sen… Yağdıkça ağlayacağım!

Hoş geldin bulut!

***
Güneşin aydınlatmadığı çilehaneler vardır, bilirsin… Yerin beş metre altında; güneşten çok toprağın ışıkladığı çilehaneler.

Ben asıl çile küpünü, orda doldurdum.

Toprağın üzerinde bereket; sen yağdın. Toprağın altında ışık; ben ağladım.
Ya güneş nerdeydi?

‘Gidelim!’ derken, işaret ettiğin yer güneş değil miydi? Kubbesi güneşe değen mabet!
Suskunlukla yürüdüğüm uzun bir yoldu tedirginlik. Kelamı yitirdiğim yerdi. Tereddüt kuşatınca sözleri, bize yürümek kaldı; kubbesi güneşe değen mabede doğru.

Hava serindi. Öyle sessiz yürüdük işte!

Güneşi görmekti bundan sonrası.

Ve yüzümüz aydınlandı.
Ve gözümüz aydınlandı.

Benim en çok sözlerim aydınlanmış olmalı ki; kelam dudaklarımdan taştı.

Taşlardan bahsetmeye gücü yetecek biri değildim, biliyorum… Taşların üzerindeki pırıltıyı göstermek yerine, bizzat güneşin perdesini aralamak istiyordum. Kelamın kudreti yettiği kadarınca!

Mabetten hangi kelimeleri duyup, hangilerini seçip söylediysem; öylece girdik içeri!
Kapılar vardı duvarların üzerinde. Kubbelerin altından yürüdük.

Taşlar anlatmaya korktuğum kadar dilsizdi. Yeşil mermerli bir sandukanın önünde, taşların münkirliğini yaparken kalbim; taşlar ufalandı, toprak yarıldı. Kalbime ışık değdi, toprağın altından.

Sen aciz bileklerini göklere bükerken dahi, akıp gidiyordun bir bulut gibi… Seni güneşe getirmiştim; sen rüzgâra kapılıyordun.

Zaman gibi miydi yoksa o yitip yitip gidişin… Her an biraz daha…

Bilmem kaç saat öyle biteviye, öyle alelacele; kelamın aşkla sınandığı sınır üzerinde, kendine has bir telaşla yitip gitti.

Hiçbir çileye benzemedi, o belirsiz saatlerin ivedisi. Ağlamaya durmak için boşluk kalmadı.

Güneşi anlatıyordum.

Hava serindi, kelam yakıyordu.

Toprak. Güneş. Bulut.

Talihsiz bir kerahet vaktinde; sen toprağın üzerinden yürüdün, göklere doğru.
Ben güneşin yanı başından ayrıldım; toprağın altına.

***

Aslını toprağın sayıkladığı bir hikâyenin sonuna doğru, beyaz sayfalara kara çalınırken; yazılan satırları çamurdan mürekkep diyerek yağmalıydı bulut. Bozkırdaki boşa çıkan umut… Beyaz sayfalar kadar beyazsa bulut, satırlarda toprak karası bir iz kalmaz mı?
Bozkırın yüzüne kara çalınırken; bozkır buluta âşık olsa ne çıkar? Üzerinden akıp gideceğini bile bile…

Buluttan öfkeli bir kıtlık dökülürken; usul usul bahara dönünce mevsim, güneşin evinde doldurulan çile küpü devrilmiş, bozkırın gönlüne bereket bu küpten mi yağmış?
‘Toprak siyah diye, kirli mi zannediyorsun?’

Siyah bir bulut kadar merhamet olamamışken sen; güneşi duyamıyorken gönlünde; topraktan geldiğini bile bile toprağı sadece çamur zannediyorken. Toprağın üzerinde, güneşin altında, bulutların seyranında diz çöküp bozkırın bilgelik kitabını okurdum ben.
Bir bulut geldi, güneşin yanına. Umut olsa da akıp gitti ki, rahmet uzaktı kalbine.

Toprağa çevirdim yüzümü.

***
Biten hikâyede son kez yazıyorum kendimi;

Toprak. Güneş. Bulut.

Nasıl başladığı, neyle devam edip, nerde bittiğini belirleyemediğim bir hikâyede, Allah’a kasem olsun ki; bozkır şahidimdir yaşananları yazdığıma. Bozkırın şahidiyim ki, yazılanları yaşadım.
( Bozkır Kırıldıkça başlıklı yazı Mümin Munis tarafından 20.03.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.