Hayatımdaki herkes bir şeyler sordu. Ben de kendimce bir şeyler söyledim. Söylemeye çalıştım. Ama olmadı.
Derler ya "Dön de bir bak kendine." diye, ben de öyle yaptım en sonunda. Anlattıklarım mı yanlış acaba, dedim. Yada düşündüklerim ile söylediklerim mi farklıydı acaba? Yüz kişi tanıyorsam ve yüzüne de bir şeyler anlatmama rağmen anlaşılamıyorsam belki de sorun bendeydi. Anlatamıyordum demek ki... Haliyle anlaşılamıyordum da.
Sonra aklıma şu meşhur söz geldi, "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.". Fuzuli'nin sözüydü sanırım. Bu söz beni yine derin düşüncelere gark etti ister istemez. "Ne demek istemiş Fuzuli burda?" diye sorguladım. Yazılarımı takip edenler az çok bilirler, nerde uçarı bir söz varsa ince eleyip sık dokumuşluğum vardır. Bunu da öyle yaptım.
Düşündüm ki belki de Fuzuli, iki mana sakladı bu sözün altına. İlki gerçek anlamıydı. Söylese olmuyordu, söylemese de vicdanı el vermiyordu. İki ucu kirli değnek misal. Sonra madalyonun diğer yüzünü çevirerek okudum sözü. Belki de şunu anlatıyordu yada anlatmak istiyordu: "Evet, bir şeyler anlatıyor bir şeyler diyorum ama bir fayda elde edemiyorum. Olmadı diyor susmayı tercih ediyorum ama bu seferde karşımdaki razı gelmiyor. İstiyor ki iki üç laf edeyim, sohbet muhabbet edeyim. Ama sohbetin tadı da tek taraflı çıkmıyor ki be can." Yani razı gelmeyen gönül dediği varlığa mecazi bir anlam yükledi belki de. Edebiyatta gizli sanatlar vardır, ancak gören bilir. Okuyan, anlayan bilir. Sadece bakan değil...
Benim de; kendimi bildim bileli anlattığım şeyler hiç kimseye bir fayda getirmedi. Sorun şu ki buna rağmen anlatmaya devam ettim. Söylediklerimin hepsi lafı güzaftı belki de... Bilmiyorum... Bilemiyorum...
Benim anlattıklarımın hepsi; bir hasta ziyareti gibiydi. Bilirsiniz, hasta ziyaretinin kısası makbuldür ya, o misal. Duyanların bir kulağından girmesi ile diğer kulağından çıkması arasında tahmin edemeyeceğiniz kadar kısa bir zaman dilimi vardı.
İşte o an, artık susmamın vakti geldiğini anladım.