Eskiden mi eskiden, hayatımın ilk üçte birinde -şimdi otuzaltı yaşındayım- dedem daha hayatta iken çok sevdiğim bağa giderdik.

 Üzüm bağımıza ki şimdi ormanlaşmaya yani deyim yerinde olacak; 'bakarsan bağ bakmazsan dağ olur' özlü sözü hayata geçmeye başladı çoktandır. Yani hala bir bağımız var ama ne arayanı ne soranı var. Kendi halinde, doğanın hünerli ellerinde, yaşamaya devam ediyor. Biraz bayırlıdır bu bağ. Üzümden başka birçok ağaca da toprak olmuştur. Bağ olur da ağaç olmaz mı? Elma, dut ve sanıyorum bir de erik ağaçları vardı. Benim için cennet bahçesiydi. Bahçede gezinir, mücadele eder -dikenlerle, çukurlarla, bayırlarla, kimi zaman da çiçekleri ezmemek için – meyvelerden tadardık. Ya babam, ya dedem olurdu ya da ikisi de. Bazen kuzenlerim, bazen de misafir akrabalarımız. Neyse aşılı bir dut ağacı vardı ki iki renk meyve veriyordu. Kırmızısından yersen, elin yüzün makyaj yapılmış gibi allı, pembeli olurdu. Bu oyundu biraz benim için.İzin vardı bulaşmaya, bulaştırmaya. Çatal, bıçaklarımızı ya da bardaklarımızı çalıların içine yuvalardık. Bir dahaki gelişe kadar. Orada yemek yemek ayrı bir zevkti. İştahınız kabarır yer de yersiniz, hayatta küçük birer parantezdi bunlar çünkü. Bir de minik ateşimiz olurdu. Minik, elim kadar kayalarla çevrelenmiş. Burada azıklarımızı duman kokusuyla pişirir tütsüler, sohbetle ve doğanın kokusu eşliğinde lüpletirdik. Yüzelli kök asma bulunurdu bağımızda. Asmalar özgür bedenini sağa sola savurmuşlar, budanma ile boyları yarım metre kalmıştı. Her bir kökte sekiz, on üzüm salkımı ortalığı mor, kırmızı renk tonlarına bürürdü. Oldu mu diye tadına bakardık her gidişte. Ya da belki ekşi olarak yemek için. Koruk denir olmamış salkımlara. Çok yiyesiniz gelmez. Çalılar kökdeş olmak isterlerdi ama buna izin verilmezdi; verimi arttırmak için. Şimdi aklıma geliyor; armut ağacı vardı bir tane de bayırın en üstünde; yola komşu. Tadı hoştu. Taze koparıp da hatta güneş ışığından ılık bir halde dişlemek, hele ki daha mideniz yorulmadıysa başka bir keşifti. Orada burada sakince yoluna devam eden bir karış boyundaki sevimli kaplumbağalar içinize mayhoş bir neşe verir, ben rüyada mıyım diyebilirdiniz. Daha bıkmamıştık. Sadece yağmur yıkardı kuru, yanmış toprağı; taneleri doyururdu. İçimde bir ukdedir bu bağa tekrar gidip oturmak, seyreylemek doğanın akışını ve hatta akmak onunla birlikte.

Kimi zaman yabancı bağlara da girer hatta dereye inerdik; tepenin arkasındaki. Tepeyi aşmak bodur bir yolculuktu. Çeşit çeşit otlar, çiçekler, çalılar çağlardı. Genelde yabani bitkiler seyahatimizin ayrılmaz süsüydü, masalcı hocasıydı. Doğada herkese uygun bir masal yok mu? Hatta her psikolojiye? Yılanların olduğunu bilirdik ama korkmazdık çok; tırsmazdık. Kolaçan etmezdik fazla. Belki babamlar önderlik ediyordu ondan. Kararsız patikalar süzülüyordu deremize. O da başka bir aşktı: Tatlı su. Platonik değil; doğanın sevgisi yok mudur insanlara, hayvanlara; kucak açmaz mı? Eski insanlar buralarda yaşamlarını geçirdiler. Tepeyi aşınca dere cennette başka bir köşe idi bizim için. Hatta burada yosunlara şiirini kaydetmek durumunda kalmış babam ki hep sorarım babama tekrar anlatsın diye. Babamla, dedemle ve kuzenlerle geldiğimiz bir yaz günü sağanağa tutulmuştuk, ziyafet sırasında. Yıldırım korkusunu yaşamıştık. Hayır doğa bize bunu yapamazdı (yıldırım düşemezdi). Buna inandım biraz da. Sırılsıklam yarıkeyifle yağmurun dinmesini bekledik. Yemeklerimiz suya boğulmuştu. Neyse derenin keyfi başkaydı: Doğanın dinginliğini bizzat yaşamaktı. Babama şiirleri için esin veriyordu bu doğa parçası. Değişik ötücü kuşları ve kaplumbağaları da saymazsak yazımız yarım kalacak. Hatta kaplumbağaların tak tak diye çiftleşmelerini. Sudaki balıklar... telaşsız, dingin, huzurlu. Hiç yılan gördüğümü anımsamıyorum.
Zehirsiz karayılan olduğunu söylüyordu rahmetli dedem bilgeli bir edayla ama ne hikmetse bana denk gelmedi. Toprağı, bitkileri okşayışını, bitkilerin içinde pırıl pırıl süzülüşünü ya da telaşlı kaçışını izleyemedim.Artık bağ dağ olduğu için çekip çevirmeye cesaret kalmadı. Bir dolu iş istiyor. Bağın üzümünü eve gelince yemek başka bir zevk, keyifti, yorgun günün ardından. Uzun uğraşlarla eve taşırdık. Eskilerin yoğurtçuları gibi. Belki bir at arabası, belki de zorlu bir yürüyüşle ki 40 dk alırdı yürümekle. Kumlu, topraklı, hatta bazen yumuşak yollarda yürümek zorunda kalırdık; zaman geçmezdi. Sepet sepet mor, kırmızı üzümle...

Yirmi senden çok oldu hoşgörünüz eksiklikleri lütfen.
( Küçük Üzüm Bağı başlıklı yazı lalelik tarafından 31.07.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.