‘’Dalları bastı kiraz, sınıfta kaldık bu yaz!’’

‘’Akdeniz, Karadeniz karnemizi isteriz!’’

 

Zamanla silikleşen ilkokul anıları. İnsanın karakterinin oluşmasında en önemli dönemlerden birisidir çocukluk dönemi. Şüphesiz ilkokul öncesi dönem daha etkilidir. Ama ben ilkokul döneminden bahsetmek istiyorum.

 

Öğrenim hayatım boyunca en çok mutlu olduğum dönem ilkokul dönemiydi. Ne ortaokul ne lise ne de üniversite. İlkokuldaki çocuksuluğumu ve masumiyetimi aynı zamanda okul anılarımı hiçbir zaman unutamam. Hayatımda iz bırakan anılarda yaşadım, çok hüzünlü anılarda, çok sevinçli anılar da.

 

İlkokula beni dedem götürmüştü. Benim zamanımda mavi önlükler yoktu. Ben ilkokul dördüncü sınıftayken birinci sınıflar mavi önlük giydiler. Ne kadar ilgimi çekmişti mavi önlük anlatamam. Ama yine de mavi önlük giymek istememiştim. Ne de olsa ben dördüncü sınıftaydım ve büyüktüm. Siyah önlüğüm sanki büyük olduğumun ispatı gibi olmuştu.

 

 En başından söylemem gerekirse ilkokul anılarımı sevmeme neden olan asıl sebep ilkokulda çabuk unutmamdı. Çocukluk işte; hayatınızın en kötü anısını bile yaşasanız birkaç saat içinde unutup oyunlarınıza geri dönüyorsunuz. İlkokuldan sonra hiçbir kötü anıyı unutmadığımı söyleyebilirim.

 

Ben diğer çocuklar gibi dedem beni okula bıraktığında ağlamadım. Aksine okul bana çok ilgi çekici gelmişti. Yeşil tahta, tebeşir, keçe silgi ve kendime ait bir sıra. Büyülü bir dünyada olduğumu düşünmüştüm. Üstelik yeni ayakkabılar, yeni pantolon, daha önce hiç giymediğim yeni siyah önlüğüm, ilk defa sahip olduğum defterim, kalemim, silgim ve kalemtıraşım.  Çok güzel bir histi bu. O zamandan beri silgi kokusunu pek severim. Ama elbette herkes benim kadar mutlu değildi okulda bulunmaktan. Kimi arkadaşlarım ağlıyorlardı, hatta korkudan altlarına kaçıranlar bile vardı çok iyi hatırlıyorum. Ben bu büyülü dünya da en çok öğretmenden korkuyordum. Çünkü okula gelmeden önce durmadan ; ‘’ akıllı durmazsan öğretmenin döver ‘’ gibi nasihatler dinledim.

 

İlkokulun en güzel taraflarından birisi de teneffüs saatlerinin uzun sürmesiydi. Çok iyi hatırlıyorum. İlk teneffüste koşarak bahçeye çıktım. Ne kadar güzel bir oyun bahçesiydi benim için okul bahçesi anlatamam. Ne kadar oynadığımı ve ne oynadığımı hatırlamıyorum. En son toprakla kepçecilik oynadığımı hatırlıyorum. Oyuna daldığımdan olsa gerek çalan zili duymamışım. Önceden diğer arkadaşlarımın sesleri işitirken bir anda okulun önünden geçen otomobillerin seslerini duymaya başladım. Korku ile baktım okul bahçesine. Benden başka hiç kimse kalmamıştı. Koşarak okulun kapısına geldim. İçeriye girmem gerektiğini biliyordum. Ama okulun kapısında üst sınıflardan iki öğrenci vardı. Bana koca adamlar gibi görünüyorlardı. Korktum ve içeri giremedim. Sonra okuldan kaçıp eve geldim. Babaannem neden erken geldiğimi sorduğunda ise korkudan yalan söyledim. Hala utanırım bu yalanımdan. Babaanneme beni öğretmenin okuldan kovduğunu söylemiştim. Babaannemde bana inanmıştı. Suçu öğretmene atmak en iyisi diye düşünmüşüm demek ki. Çünkü okuldaki en korkutucu şey öğretmendi benim için. Sonra dedemle beraber okula gittik. Dedem öğretmenle konuştu. Öğretmenimiz bana ben seni okuldan mı kovdum diye sormuştu çok iyi hatırlıyorum. Çok utanmıştım ve bir şey söyleyememiştim. Sonra sırama oturdum. Sonrasını ise hatırlamıyorum.

 

İlkokul birinci sınıfta öğretmenimiz Müberra hanımdı. Çok iyi bir öğretmendi. Bir şekilde bu yazıyı okursa ellerinden öperim canım öğretmenimin. Çok alımlı ve bakımlı bir kadındı Müberra Hanım, çok iyi hatırlıyorum. Kısa kesilmiş siyah saçları ve kırmızı ojeli tırnakları vardı. Bizimle sanki bir anne gibi ilgilenirdi.

 

İkinci ve üçüncü sınıfta öğretmenlerimiz değişti. Hepsi de Müberra Hanım kadar olmasa da değerli öğretmenlerdi. Aslında kopuk kopuk hatırlıyorum yılları. Okul bahçesinde arkadaşlarla beraber kollarımızı açar uçakçılık, voltrancılık oynardık, birdir bir, uzuneşek, sek sek tavuk oyunları oynardık. Birçok oyunu ilkokulda öğrendim. Benim için çok değerli yıllardı. Sanırım her insan için değerli yıllardır ilkokul yılları.

 

Ben dedemin ilkokulu okuduğu okulda okudum. Dedem ilkokul mezunu ve babaannem ilkokul ikinci sınıftan terk. Dedemin anlattığına göre Emel Sayın ile okul arkadaşıymış.  Aynı sınıfta değillermiş ama aynı sınıftalarmış. Benim öyle ünlü bir okul arkadaşım olmadı. Ama ne zaman Emel Sayın televizyonda çıksa dedem ilkokul anılarını anlatırdı. Bizde heyecanla dinlerdik kardeşimle birlikte.

 

Okulumuz eski bir okuldu. Dedemin ve babamın da okuduğunu düşünürseniz baya eski. Kaçıncı sınıfta olduğunu hatırlamıyorum ama bir sene okulumuzun yanına yeni bir bina yapıldı ve bizler o yeni binadaki sınıflarımıza geçtik. Eski binamızsa tadilat yapılmak üzere inşaat halinde kaldı. Ben eski okulumuzu özlemekteydim. Tadilattan sonra birkaç dönem daha okuduk ama hatırlıyorum. O tadilat döneminin en korkutucu şeyiydi ‘’Kara Bıçak’’ efsanesi.  Günün birinde eski okulun tadilatının yanında oynarken bir arkadaş geldi ve inşaatın içini gösterip;

 

-         Gördünüz mü ne kadar karanlık? Dedi.

-         Evet gördük gerçektende öyle.

-         Bakın benden duymuş olmayın ama içeriye kesinlikle girmeyin.

-         Niye?

-         Niye olacak oğlum içeride kara bıçak var.

-         Kara bıçak mı? O ne ki?

-         Kara bıçak içeriye girenleri keser. Hem de hiç haberin olmadan.

-         Hadi ya.

-         Bak gördün mü kapı kıpırdadı.

-         Evet

-         Kesin kara bıçak kıpırdattı.

-         Evet kara bıçak!

 

Belki de tadilat halindeki okula yaklaşmamamız için öğretmenimiz uydurdu bilemiyorum. Ama bu kara bıçak okulda baya meşhur olmuştu. Bizler ise sanki gerçekmiş gibi korkmuştuk bu hikâyeden. Hatta bazı arkadaşlarımız kara bıçağı bizzat gördüklerini ve son anda kaçtıklarını bile söylüyorlardı.

 

Benim ise bu okul inşaatıyla daha enteresan bir anım oldu. Eski okulumuzun inşaatı bizim için bir oyun bahçesine dönüşmüştü. Tahtalar, sökülmüş kapılar, plastik borular, kalaslar ve daha neler neler. Bir teneffüs saatinde bende bahçede koşuştururken bazı çocukların merdivene yaslanmış bir kalasın üzerine çıkmış kalası esneterek eğlendiklerini gördüm. O kadar çok özendim ki anlatamam. Yukarıdan geliyorum bana yer yok, aşağıdan geliyorum bana yer yok.  En sonunda dayanamayıp elime uzun bir kalas aldım ve merdivenin başına çıktım. Kalası havaya kaldırıp; ‘’ Düşüyor! Kaçın!’’ diye bağırdım. Herkes kaçtı, yalnızca sarışın bir kız çocuğu kaçmadı. Benim bıraktığım kalas kafasına değmesin mi? Ne kadar korktum anlatamam. Kafası yarılmıştı kızın. Bazıları öldü filan diye bağırdılar. Nasıl kaçtığımı anlatamam. Doğru sınıfıma koştum. Artık teneffüs, oyun filan umurumda değildi. Telaşla olacakları beklemeye koyuldum. Bir iki ders ve teneffüs geçti aradan. Ben sıramdan hiç kalkmamıştım. Önceleri dersleri can kulağıyla dinleyen ve teneffüsleri sabırsızlıkla bekleyen ben korkunun kollarında hiçbir şeyle ilgilenemiyordum artık. Sonra derse girdiğimiz bir anda kapı çalındı ve yan sınıftan bir öğrenci benim ismimi söyledi. Yan sınıfın öğretmeni beni çağırıyordu. Ne kadar korktum anlatamam. Yan sınıfın öğretmeni meşhur Sarı Hoca öğrenci dövmesiyle ünlenmişti. Ama ne olursa olsun gidiyordum işte. Sınıfa girdiğimde başı sargılı kızı gördüm. Neredeyse bayılmak üzereydim. Öğretmen bana ‘’ Neden arkadaşının kafasına odunla vurdun?’’ diye sordu. Elbette söyleyecek bir şeyim yoktu. ( ayrıca belirtmek isterim ki bu öğretmen birinci sınıfta ‘’ ben seni okuldan mı kovdum?’’ diye soran öğretmendi.) Tabi meşhur Sarı Hoca da şanına yakışanı yaptı. Kulaklarımdan tutup kafamı öğretmen masasına ve tahtaya vurdu. Canım acımıyordu ama yalnızca korkuyordum.

 

Öğrenim hayatım boyunca bütün yapılan hatalar şiddetle cezalandırıldı. Ya bir tokat, ya kulakların çekilmesi ya da avuca vurulan sopa. Sanırım belki de bu yüzden bizler şiddete bu kadar meyilliyiz. Çünkü ta ilkokuldan bu yana okuldaki bütün problemleri öğretmenlerimiz şiddetle çözerlerdi. Neden bir şiddet toplumu olduğumuzun cevabı sanırım eğitim sistemimizde gizli.

 

İlkokul hayatım boyunca birçok anım oldu. Bu anıların hepsini anlatacak değilim elbette. Beni en çok etkileyen anılarımı yazmadığımı söylersem sanırım bana kızmak en doğal hakkınız olur. Ama yazarlarında özelleri vardır, ister inanın ister inanmayın. Hayat çok enteresan, hepimiz çocuk olduk ve hepimizin çocukluk anıları mevcut. Yani şimdi biz öldüğümüzde bu anılar da bizimle beraber silinip gidecekler mi yeryüzünden? Bu çok acıklı değil mi sizce de? Oysa o anılar bizim için çok değerli değiller miydi? O zaman en güzeli yazmak, belki günün birinde bir okuyan bulur kendisine anılar ve belki o zaman yeniden yaşamaya başlar anılar.

( Kara Bıçak başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 8/2/2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.