İnsan ilişkilerinde en mühim olgulardan birisi kuşkusuz iletişimdir. Öyle ki iletişim olmaksızın insanların anlaşabilmeleri, anlaşılabilmeleri, dertlerini anlatabilmeleri pek mümkün değildir. Zira insan her şeyden çok anlaşılmak ister. Anlaşılabilmek içinse iletişim kurma becerisini oluşturabilmek ve geliştirebilmek lazımdır. İster yazılı iletişim olsun, ister sözlü iletişim olsun; ister görsel iletişim, ister sözsüz iletişim olsun ortak amaç bilgi aktarmak yani anlaşılmak ve anlamaktır. Üstelik iletişim yalnızca insana özgü bir olgu da değildir. Her canlı iletişim kurar türdeşiyle. Bitkiler, hayvanlar ve hatta tek hücreli canlılar bile iletişim halindedirler. Bu sebepten iletişimi bir tür canlılık alameti saymamız da yanlış olmayacaktır. Daha derine indiğimizde atom altı parçacıkların bile iletişim halinde olduklarını görürüz. Bu konuda yapılmış birçok bilimsel çalışma bulunmaktadır. Demek oluyor ki iletişim yadsınamaz ve göz ardı edilemez bir gerçektir.
    Biz insanlar iletişim halinde bulunmaya varlığımızın başlangıcından itibaren başlamaktayız; yani anne karnından itibaren. Yapılan araştırmalar anne karnındaki çocukların annenin duygularını anlayabildiklerini gösteriyor. Hatta anne karnında bebeklerine klasik müzik dinlettiren ebeveynlerin olduğunu biliyoruz. Bilinçsiz haldeyken bile belki de içgüdülerimizin tetiklemesiyle iletişim kurmaya başlıyoruz. Bir bebek acıktığında, susadığında, canı yandığında, hastalandığında ve uyuyamadığında ağlar; koşullardan hoşnut olduğunda ise gülümser. Bu da bir iletişim şeklidir. Dikkat edilirse her ihtiyaç ağlamasının farklı olduğu görülecektir. Acıktığında, susadığında farklı bir ağlama, acı çektiğinde farklı bir ağlama ve uyumak istediğinde farklı bir ağlama. Biz yetişkinler de öfkelendiğimizde, sevindiğimizde, yorulduğumuzda, hastalandığımızda, acıktığımızda farklı sesler, farklı tonlar, farklı kelimelerle derdimizi anlatmaz mıyız? Bu içgüdüsel bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkan bir iletişim biçimidir. Ancak insan zamanlar büyür, gelişir, konuşmayı öğrenir, yazmayı öğrenir ve öğrendiği şeylerin sayısı arttıkça artar. Her yeni öğrenilen kelime, her yeni öğrenilen bilgi insanın iletişim becerisinin gelişmesine yardımcı olur. Öyle ki bu renk skalasına öğrenilen her yeni bilgide yeni bir renk tonu eklenmektedir. Bu aslına bakılırsa harikulade bir şeydir. Bunun yanı sıra insan iletişim hususunda uzmanlaşmaya başlar. Fakat şöyle bir durum vardır ki; insanlar iletişimin her türünde değil de bir türünde daha iyidirler. Yani kimisi insan sözlü iletişimde daha iyidir, kimi insan yazılı iletişimde daha iyidir, kimi insansa görsel iletişimde daha iyidir. Bunun da çok çeşitli nedenleri vardır ve şahsen ben yetenekle ilgili olduğuna da inanmaktayım. İnsan alışabilen ve gelişebilen bir varlık olduğu için elbette iyi olmadığı bir iletişim türünde kendini geliştirebilir. Bunun için çalışması yeterlidir. İyi iletişim için öğrenmek ve çokça okumak gereklidir. Demek oluyor ki iletişim kendiliğinden bir ihtiyaç olarak var olan ve geliştirilebilen bir olgudur. 
    Sağlıklı bir iletişim özellikle çağımızda paha biçilmez bir hazinedir. Aslına bakılırsa benim şahsi düşünceme göre yalnızca çağımızda değil insanlık tarihi boyunca paha biçilemez bir hazine olagelmiştir. Tarihteki tüm kavgaları, çatışmaları, savaşları ve barışları düşününce hepsinin nedeni ve sonucu hakkında kafa yorunca temelde ve bir biçimde sağlıksız iletişimden kaynaklandığı açıkça söylenebilir. Peki, iletişimi sağlıksız ya da hastalıklı bir hale getiren şeyler nelerdir? Buna hemen hemen herkesin vereceği ilk cevap kuşkusuz önyargı olacaktır. Önyargı bir kişi, bir topluluk, bir nesne ya da bir durum hakkında kişinin kendi zihninde bir şekilde oluşturduğu olumu ya da olumsuz yargılardır. Yani karşımızdakini onun hiçbir müdahalesi olmaksızın yargılayıp kendi zanlarımız, sanılarımızla bir sonuca ulaşmamızdır. Örneğin bir insanla henüz konuşmamışken ya da bir insanı henüz dinlememiş ve anlamamışken o insanın kıyafeti, görünüşü, adı, ailesi, kabilesi, ırkı, rengi, duruşu ile bir yargıya varmışsak ön yargılı davranmışız demektir. Bazı insanların kıyafetleri kirli olabilir ama zihinleri ve kalpleri tertemizdir. Bazı insanların kıyafetleri eski olabilir ama yepyeni fikirleri vardır. Bazı insanların fiziksel yetersizlikleri vardır ama zihinsel kapasiteleri birçok ortalamanın üzerinde olabilir. Bu insanla iletişime geçmeden bu insan hakkında herhangi bir yargıya varmak önyargılı, yanlı bir davranış olacaktır. Çoğu insan bunu hayatları boyunca defalarca yaparlar ve hatta bu önyargılı bakış açısını yaşama biçimi haline getirmiş olan insanlar bile mevcuttur. Bir insanın herhangi bir rahatsızlıktan ve olumsuzluktan kurtulmasının ilk şartı mevzu bahis olan rahatsızlık ya da olumsuzluğun varlığını kabul etmesidir. Hasta olduğunu kabul etmeyen birisi çoğu zaman tedavi de olamaz. Önyargıdan kurtulmak içinde insanın öncelikle önyargılı olduğunu kabul etmesi gerekir.
    Biz insanlar dünyayı beş duyu organımızla algılar ve anlamlandırırız. Bu anlamlandırma kişiden kişiye değişmektedir elbette. Pembe bir elbiseye bakan ne kadar göz varsa o kadar farklı anlamda pembe renkli elbise var demektir zihinlerde. Bir kadifeye dokunduğumuzda algılanan his her insanda farklıdır. Bir elmayı ısırıldığında ağızda dağılan tat her insanda farklıdır. Bu farklılığın birçok nedeni vardır. Doğruya ve gerçeğe ulaşmadaki denklem ise şudur; rengiyle, kokusuyla, dokusuyla, sesiyle ya da tadıyla duyumsadığımız nesnenin hakiki biçimiyle zihnimizde beliren biçimi arasında ne kadar az fark var ise o nispette doğruya ve gerçeğe ulaşmışız demektir. Doğruyu ve gerçeği tekleştirirsek böyle bir denklem ortaya çıkar. Ancak benim şahsi kanaatim tek bir doğru ya da tek bir gerçek olmadığı yönündedir.  Bu noktadan hareketle her insan farklı bir dünya da, farklı bir evrende yaşamaktadır. Bizler duyularımızla zihinlerimizde oluşturduğumuz dünyaların içerisinde yaşamaktayız. Bu yüzden kimilerinin dünyası neşe, umut, sevinç, heyecan ve sürprizlerle doluyken kimilerinin dünyası da hüzün, karamsarlık, üzüntü, acı, umutsuzluk ve çilelerle dolu. Burada duyularla algılanan verileri anlamlandırma olayının öğrenilebilir ve öğretilebilir nitelikte olduğunu düşünüyorum. Nasıl pembe rengine pembe, acı tada acı, gürültüye gürültü, serte sert, kötü kokuya kötü demeyi öğrenmişsek bu anlamlandırmadın farklı kodlamalarını da rahatlıkla öğrenebiliriz. İşte bu öğrenme hususunda çoğu zaman hatalar yapar insan bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde. Bu sebeptendir ki önyargılar, kalıplar oluşur zihinlerde.
 Sağlıklı bir iletişimin önünde engel olarak yalnızca önyargı mı vardır peki? Elbette hayır. Evet, önyargı büyük bir engeldir ama yalnız değildir. Şöyle bir liste yapmak gerekirse; fiziksel kısıtlar, dil ve anlatım güçlükleri, dinleme ve algılama yetersizliği, bilgi eksikliği, statü farklılıkları, cinsiyet farklılıkları ve kültürel farklılıklar, hatalı tanımlama, algılama farklılıkları, gürültü engeli vs. ile bu liste daha da uzatılabilir. Elbette her madde hakkında uzun uzun yazmak yazıyı bir kitap haline dönüştürür. Burada bahsedilmek istenen fiziksel ve zihinsel kısıtlar yok farz edilerek insanın kendi çabasıyla değiştirebileceği ve dahası düzeltebileceği maddelere değinmek. Örneğin önyargılı olmak, iletişim esnasında dinlememek, anlamamak, yanlış anlamak, hatalı tanımlamak gibi değiştirilebilir engeller.
      Bazı insanlar kendi huzurlu cahillikleri içinde yaşamaktan tuhaf bir mutluluk duyarlar. Diğer insanları yargılamak gibi hastalıklı bir alışkanlıkları vardır. Bunun temelinde ise sağlıksız iletişim yatmaktadır. Gelişime ve değişime kapalıdırlar. Ne yeterince okurlar ne de yeterince öğrenme çabası gösterirler. Bu yüzden genellikle yanlış anlarlar. Yanlış anlamakla kalmaz, yanlış yargılarla insanları yargılarlar. Hatta bir adım daha öteye gidip saldırganlaşırlar, çirkinleşirler. Yanlış anlamaları dolayısıyla insanları suçlu ilan ederler. Anlamalarında ve anlamlandırmalarında eksiklikler ve hatalar vardır. Bunun farkında olmadıklarından hata yaptıklarını da düşünmezler. Bu oldukça hastalıklı bir yaşam biçimi ve bakış açısıdır. Bu tür bir cehalet beraberinde her zaman haklı olma hissini yani kibri de beraberinde getirir. Kibir ile kendilerinin her şeyi bildikleri yanılsamasına kapılırlar. Hemen hemen her meslek grubunda bu tür insanlara rastlamak mümkündür. Özellikle okuma oranlarının oldukça düştüğü çağımızda bu tür insanların sayısı gözle görülür bir biçimde artmıştır. Bu rahatsız edici bir durumdur.  O sebeptendir ki insanın kendisini bu yönde de geliştirmesi gerekmektedir.

Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ede bir söz.
 
-Yunus Emre
 
( İletişimsizlik Üzerine başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 12.09.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.