Meğerse


Uzun cümlelerin içinde belirtisiz nesneleri ararken belirgin bir şekilde yitiriverdim yere göğe sığdıramadığım o takdire şayan akıllı olma halimi. Bu yüzden; Yaşasın Kısa Cümlelerin Keskinliği!  Elbette o da zihninize acıtan bir kesik atmazsa ki kâğıt kesiği gibi. Kâğıdın kesmesine anlam verememiştim oysa. Ta ki başıma gelene kadar. İnsan böyle işte; kendi başına bir iş gelivermedikçe o işin kimyası hakkında sahip olduğu tüm düşünceler önyargının dikenli tellerle çevrilmiş sınırlarının dışına çıkamıyor. Önyargının sınırları çoğu zaman insanın ömrüm dediği şey olup çıkıveriyor o da ayrı bir yazının konusu elbette.


Şimdi böyle bahar bahar, çiçeklerle sarmalanmış ağaçlar, el değmemiş mavilikteki gökyüzü, türlü kokularla esen limonata tadındaki rüzgâr nasıl olur da geçirmez kendinden âdemi? Ya da âdemoğullarını ve adem kızlarını? Olmadı şimdi Adem eşeysiz çoğalmadı ya Havva’nın hakkı nereye gitti? Ama kim ister her muhabbette annesinin ismi durmadan geçsin? Benim bildiğim bu topraklarda insanlar analarıyla değil babalarıyla anılmak isterler. Her ne kadar yüzyıllarca yetimler yuvası olsa da bu topraklar, racon böyle işlemektedir ağır ağır. Bu ağırlığın altında yitirilenlere ise hiç girmek niyetinde değilim. Ağırbaşlılık iyidir olabilen için ama hep düşünmüşümdür bu konuyu esasında kendimce; insan ağırbaşlı mı doğar; ağırbaşlı mı olur diye. Yani ruhunda havai fişekler patlarken ve bahar yelleri eserken gönlünde gerçekten de ağırbaşlı olabilir mi insan? Ben beceremedim elbette ve becerenlere olan hayranlığım da hala devam etmekte.


Ne yapsam olmuyorlar yanı başımda nazlı nazlı dururlarken ve ben bir hayal kırıklığından diğerine koşarken obez zihnime inat; geçip giden ömrün güncesinde gördüm boy boy hatalarımı. Bu bir tür yüzleşme miydi yoksa bir tür yüzsüzleşme miydi kendimce bilemiyorum şimdi. Bilmek de istemiyorum açıkçası. Ömrüm boyunca bilmek istedim oysa. Ancak her bildiğimde yeni bir yara açtım yüreğimin aşılmaz duvarında.  Bilmemek miydi huzurun anahtarı yoksa hatırlamamak mı? İkisini de yapamadım ömrümce maalesef. Ne yeterince bilemedim ne de yeterince hatırlamadım. Karışık oldu değil mi? Yani hep bildim ve hep hatırladım. Hatta ilk ben bildim ve ilk ben hatırladım. Aferin beklerken ötelendim, itildim ve hatta kakıldım. Bilseydim cehalet bu kadar güzeli bu kadar huzurlu, bu kadar keyifli hiç yormazdım şimdi obezliğinden şikâyet ettiğim zihnimi. Ama böyle öğretmediler bize. Daha ilkokul sıralarında ilmin ve fennin aydınlattığı zihinler taşımanın insanı nasıl taçlandıracağını anlattılar durmaksızın. Sanırım en çok da ben inandım anlatılanlara. En çok ben bilmek istedim zira. Ama ne soyluydum ne de asil, annesi babası olmayan bir rezil.  Genetik mirası oluşmamış bir sokak köpeği misali o kapıdan o kapıya kovulan bir fakir. Alışılır mı böylesine? Alışılır elbette, zira insanın alışamadığı tek şey nedir?


Yanlı olmayan bir yalnızlığın müzmin taraftarı olarak mevsimlerin geçişlerini izledim bir bir. Sonra bir baktım ki seyrü sefer defterimde ne bir iz var ne de bir kir. Meğerse yaratan temiz kalmam için örmüş bahtıma o aşılmaz sandığım duvarları. Bu farkındalık ne büyük mutluluk sanırım bunu anlatamam. Ama gösterebilirim diye umut ediyorum. Şimdi üzülmüyorum artık çünkü daha az acıyor.
 
(Fotoğrafı daha bu sabah gün doğumunda çektim, taze taze)

( Meğerse başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 28.03.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.