“Kusura bakma ama, yok sana itikadım.”
Bu ses bana ait. Tanıdım onu.
İyi de, bu isyanım niçin? Ben, Allah’a asi gelecek bir insan mıyım? Ki, namaz falan kılmam, ama elhamdülillah, sapına kadar Müslümanımdır...
Acaba, rüyamda mı yaptım böyle bir saygısızlığı? Kıpırdayamıyorum ve hiçbir şey göremiyorum, demek ki rüyadayım. Evet! Rüya görüyorum... Kesinlikle rüya! Zere canım, uyanıkken Allah’a, kusura bakma ama yok sana itikadım, filan diyerek isyan edecek biri değilimdir. Namazımda, niyazımda doğru dürüst müslümanlık yapmazsam, uykumda da işte böyle Allah’a asi gelirim.
“Tuh olsun bana! Tuh! “
Allah, Allah! Ben tükürdükçe, tükürüklerimin ıslaklığı dudaklarıma bulaşıyor. Neden acaba? Ellerimle uzanıp silemiyorum da; ellerim sanki, aşağılarda bağlanmış gibi. Tabii canım! Böyle anormal şeyler rüyalarda olur. Hani insan kaçmak ister, kaçamaz, filan ya! Rüya, rüya! Rüyadayım. Uyanıp da şu dudaklarımı bir silmeliyim...
Uyanma kararıma rağmen niye hala karanlık içindeyim? Neden hala kollarımı kıpırdatamıyorum? Demek ki, uyanamamışım...
Yoksa uyanık mıyım? Düşünüyorum. Düşünmek istediğim her şeyi düşünebiliyorum. Hiç olmayacak bir şey de düşünebilirim. Örneğin, altılı ganyanda altıyı tutturduğumu. Evet! Böyle istediği her şeyi düşünebilen biri uykuda olamaz. Şu an uykuda muykuda değilim! İşte, kafamı da sağa sola döndürebiliyorum.
Yüzümün hemen üzerinde soğuk, pürüzsüz, mermeri andıran bir tabaka var. Sırtımdaki soğukluğu da hissedebiliyorum. Bu iki soğuk zemin arasında, zifiri karanlık içinde, kıpırdayamadan yatar haldeyim. Bunun bir anlamı olmalı.
Ölmüş olabilir miyim? İçinde bulunduğum bu soğukluk mezarım mı acaba? Toprağın altında gömülü müyüm?
İnsanların, öldükten sonra kabir içinde dirileceklerini duymuştum. Acaba şu anda olan bu mu? Evet, durumum buna benziyor. Az sonra sorgu melekleri gelecek ve bana kabir azabı dedikleri şeyleri yaşatacaklar.
İyi ama nasıl ölmüş olabilirdim ki? Vallahi hiçbir şey hatırlamıyorum.
Yoksa...
Yoksa Gül mü öldürdü beni? Acaba, öldürüldüğünü anlayamayacağım bir şekilde uyutup zehirleyen bir şey kattığı kahve mi içirdi? Aman Allah’ım, olabilir mi öyle bir şey! Evet, sık sık sarhoş olup gelirim eve, bu yüzden benden nefret eder; ama bu beni öldürmesini gerektirecek bir şey değil ki! Yok, yok, Gül öyle bir şey yapmaz. Olsa olsa sarhoş geldikten sonra, ani bir kalp krizi geçirip öldüm...
İyi de, şu an gerçekten ölü müyüm? Bir ölüysem, niçin böyle yorumlar yapıp duruyorum? Hey Allah’ım, yarabbim! Neler olup bittiğini bir anlayabilsem...
Kollarım, bacaklarım yok gibiler. Gövdemin üstünde ağır bir kıskaç, kıpırdatmıyor beni; kafamdan başka kıpırdatabildiğim hiçbir organım yok. Kıpırdamak için kendimi zorlayınca bir ağrı oluştu. Canım acıyor! Oysa ölülerin canı acımaz. Yok, ölü değilim, bu kesin…
Ağrı şiddetini arttırmaya başladı. Aman Allah’ım, bu da ne! İyice şiddetlendi ağrılarım. Dayanılacak gibi bir ağrı değil bu; ölü değilsem de, gerçekten ölüyorum işte!
“Ah… Allah’ım! Allah’ım, günahlarımı bağışla! Ne olur! Of!...”
Ölüyorum...
“Eşhedü enla ilahe illallah. Ve eşhedü enne muhammeden veresulühü.”
Ölmeden önce iki rekat tövbe namazı kılabilseydim… Namaz kılmayı biliyor muyum?
Biliyorum, biliyorum, ilkokul öğrenciliğimin son yılına kadar oturduğumuz İncikköy’de, cami imamı, Kur’an okumayı da, namaz kılmayı da öğretmişti bana; hatta hatim indirttiği için annemin hocaya bir bohça içinde hediyeler verdiğini de hatırlıyorum. İşte o köydeki on bir yaşındaki çocuk, ben gözlerimi yumup ona bakarken, o yavaşça, “Niyet ettim Allah rızası için iki rekât tövbe namazı kılmaya,”diyerek namaza durdu. Ben de onunla birlikte niyet ederek, tıpkı onun gibi durup, başlıyorum namaz kılmaya...
İkimiz de namazlarımızı kılıp, bitirdikten sonra, evvela sağ tarafa, sonra da sol tarafa, “Esselamü aleyküm ve rahmetullah,” diye selam vererek namazı bitiriyoruz. Ellerimi kaldırıp, avuçlarımı açıyorum. Tam da dua etmeye başlayarak tövbe edecekken, on bir yaşındaki çocuk, terk ediyor beni, yok oluyor.
Ben, kendi başıma, “İşlediğim tüm günahlar için tövbe ediyorum. Tüm günahlarımı affet Allah’ım!” diye dua ediyorum.
Duam bitiyor, ama hala ölmüyorum. Haydi ama, ölsem ya!
Sağ omzuma aniden temas eden bir şey, ani bir refleksle korkup silkinmeme sebep oluyor. O ise, her silkelememden sonra, inatla, temasını sürdürüyor. Alışıyorum. Talebimi seslendirerek, omzuma tırmanmasına izin veriyorum.
“Boyun damarlarımdan ısır ve zehirleyerek öldür beni…”
Tırmanmaya başlıyor, sivri ayak parmaklarının etime battığını hissediyorum onun. Bir akrebi andıran yürüyüşü var, ya da bana öyle geliyor. Onun attığı her adımı duyumsuyorum. Omzumu boydan boya tırmanıp boynuma ulaşıyor.
“Haydi, şimdi tam sırası! Isır! Isırsana lanet olasıca! Isır!”
Sözümü dinlemiyor. Çenemi, sonra dudaklarımı yürürken, sabırla bekliyorum. Burnuma sokuluyor. Burun deliğime ilk temasında ise müthiş bir kaşınma duygusu oluşturuyor. Bu ellerime ihtiyaç duyduğum bir an, elimi kaldırarak gidişen yeri öyle bir ovuşturmalıyım ki… Üst üste hapşırıyorum. Böcek ise oradan uzaklaşmamak kararlılığını sürdürüyor. Dayanamıyorum ve suratımı yukarımdaki kaygan zemine uzatarak sürtmeye başlıyorum. Böceğin, “çıtırt” diye bir ses çıkartıp, ezilerek suratıma yayıldığını hissediyorum. Kaşıntım geçinceye kadar sürtüyorum burnumu…
Tam da o arada müthiş bir uğultu ile birlikte sallanıyoruz. Toza, toprağa gömülüyorum. Nefes almamı önlüyor bu karmaşa. Tozla karışık bir havayı kesik kesik, milim milim çekiştirerek hayata tutunmaya çalışıyorum.
“Deprem! Deprem olmuş… Burada sıkışıp kalmam o yüzdenmiş…”
Hava boşluğumdaki toz duman oturdu, daha rahat nefes alabiliyorum. Ağrılarım da hafiflemekte.
“Ben iyiyim de Gül ne oldu acaba? İnşallah kurtulmuştur. Ya öldüyse?...
“Allah’ım, şayet öldüyse, o iyi insanı cennetinde ağırla, lütfen ona iyi bak!”
Kasıklarımda keskin bir işeme hissi peydahlanıyor. Evet, kalkıp tuvalete gitmeliyim, ama ne mümkün. Tutma gayretindeyim, fakat nereye kadar; vazgeçiyorum tutmaktan, salıveriyorum. Ilık bir sıcaklık oluşuyor göbeğimin çevresinde. En azından bu sıcaklığı hissetmekle aşağılarımda bir felçleşme olmadığını anlayarak memnun oluyorum.
Vücudumdan beynime ulaşan hiçbir acı hissi yok, çok sağlıklı hissediyorum kendimi; hiçbir ağrı, sızı, düşkünlüğüm kalmadı. Buna memnun oldum, çünkü acıya hiç tahammülüm yok.
“Allah’ım, kurtar beni... Sana bir daha ağzıma içki değdirmeyeceğime dair söz veriyorum. Sana bilerek hiçbir günah işlemeyeceğime söz veriyorum…”
“Bu ne lahana turşusu, ne perhiz? Az önce, yok sana itikadım, diyen sen değil miydin?”
“Hayır, hayır, sana, senin varlığına inanıyorum Allah’ım; bir kurtulursam bunu ispat edeceğim… Yemin ederim ki, beş vakit namazımı kılarak ispatlayacağım bunu. Hiç aksatmadan, kılacağım.”
“Ya, ne demezsin... Kendi yalanına kendin inanmıyorsun ki, Allah, nasıl inansın…”
“İnan ki, Allah’ım…”
“Kandır, kandır. Allah enayi ya, kanar belki…”
Sonsuza dek sürecekmiş gibi karanlık… Gözlerim alıştığı için mi, yoksa bir yerlerden belli belirsiz bir aydınlık mı yansıyor, bilemiyorum, ama zifiri bir karanlık yok aslında. Görebildiğim bir şey de yok. Algıladığım şu aydınlık, bir yerlerden yansıyan bir aydınlık ise gündüz olmuş olmalı.
Gaipten gelen bir başka uğultu tırmalamaya başlıyor kulaklarımı.
“Neler oluyor?”
Nasıl bir ses? Ayırt edemiyorum ne sesi olduğunu…
Gaipteki ses, netleşmeye başlıyor. Sanki bir makine sesi o…
“Kurtuldum mu?”
Bir toz bulutu çöküyor hava boşluğuma ve bir demet ışık sızıyor oradan. Ardından bir ses tınlıyor: “Sesimi duyan var mı?”
Milyon kez tekrarlayarak, “buradayım,” diye inliyorum.
*

( Deprem... başlıklı yazı AliKemal tarafından 17.08.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.