Kerhane Kapısı…
Açık demir porte
kapı önünde girenlere üst baş araması ve kimlik kontrolü yapan polis memurunun
suratından düşen bin parça. Kerhane kapısı beklemek ağır bir duygu, canını
sıkıyor olmalı. Onun yerinde ben duruyormuşum gibi hissedebiliyorum bunu, içimi
bir hüzün kaplıyor.
Hep o polis
memurunun öyküsünü yazmak istemişimdir. Öykümdeki kahramanın bir adının olması
da gerekmez. Ya Ali’dir, ya Veli. Bir ad kullanmayı gereksiz buluyorum. Zira
ben Ali derim, bakarsın adamın adı Abdülrezzak çıkıverir. Birine, kapıdaki şu
polisin adı nedir, diye sorsam? Yok, sormam. Gerek yok. Allah’ın bir garip polisi
işte. Hepsinin sırtındaki elbise, başındaki şapka, belindeki tabanca aynı,
birbirlerinin aynı yumurta ikizi gibiler. O olmazsa öteki olacak nasıl olsa.
Devlet koskoca kerhane kapısını polissiz bırakacak değil ya. Bankalara,
hastanelere ‘kendi özel güvenlik memurlarınızla kendinizi koruyun’ diyerek polis
görevlendirmeye kıyamayan devletin kerhaneleri polisle koruması içimi burkuyor.
Şehrin ayak altında
bir yerinde kerhane. Avlu içinde yanyana beş ev var. Burası halk arasında
açıkça genelev veya kerhane demeye utanıldığından, beşevler adıyla anılıyor.
“Anam ananı beş
evlerde görmüş bu gün!”
“İyi de senin
ananın ne işi varnış beş evlerde?”
Kulübenin içine
yenice girmişti. Gelen olmadığında vaktini küçük kulübesinde oturup bacaklarını
dinlendirerek geçiriyor olmalı. O ara bir gelen olmasın diye dua ettiğine
eminim. Kapıya bu defa ben geliyorum. Karşılamaya çıkmıyor. Kulübenin
penceresine dayıyorum burnumu, içeri bakıyorum. Loş. İçeriyi net olarak göremiyorum;
gerçi göreceğim de ne olacak? O dışarıyı gayet net görüyordur nasıl olsa. Onun,
beni gördüğünü bilmek yeter. Polis altına bir sandalye çekmiş, küçük masası
başında oturmuş, sigarasını tüttürüyor. Niye bakıyorsun ulan der gibi ters ters
bakıyor bana. Az tedirgin oluyorum. Çekiliyorum. Kulübenin önünden az yana
geçip polisin sigarasını içip bitirmesini bekliyorum. Cesaretli olabilsem
kulübenin kapısını açar, kimliğimi çıkartır, “memur bey, yapacaksan yap şu
kontrolünü de içeri geçeyim,” derim. O üstümü ararken ben evlerin kapılarına bir
göz atar, hangi eve gireceğime karar vermeye çalışırım. Belki de ona hangi eve
gitmemi tavsiye ettiğini sorarım. Öykümün kurgusunu kafamda oluşturmaya başlarım.
Değişmeyen kural önce kafamda bir kurgu oluşturmak. Şu evdeki avrat bir içim
su, diyerek gösterdiği eve dikerim gözlerimi. Giderim, evin pencereleri önüne
yığılmış abazaların arasına karışarak tavsiye ettiği kadını bir görmeye
çalışırım. Kadın ona alıcı gözlerle baktığımı fark eder, kapıya gelir, “hadi
girsene içeri babalık!” diyerek kolumdan çekiştirirerek içeri sokar beni. Polis
memuru iyi niyetle tavsiyede bulunur, ama ben onu kadın tavsiye etmek üstüne
vazife mi diye horlarım. İyi davranır suç, kötü davranır suç. Sonunda polisliği
de bıraktıracaklar adama.
Bu tür öyküler
yazmayı sevmem, çok sıradan görünürler gözüme. Polis memuruna hangi kadını
tavsiye edersin diye bir soru sorulabilir mi? Ben kadın pazarlayıcısı mıyım,
demez mi? Normal olan, girersin içeri, herkes gibi birinci evin camekanından
başlarsın kadınları seyretmeye, beşinci eve kadar devam edersin. Kafana yatmış
bir kadını belledinmi de dönersin, o kadına girersin. Sırf senin bir kadını
görüp bellemen de yetmez. Kadının seni kabul etmesi de gerekir. Kabul etmek
zorundadır aslında, hiç birinin sen yaşlısın, sen çirkinsin diyerek müşterisini
reddetme lüksü yoktur. Beğenmedikleri bir müşteri oldu mu pazarlığı yüksek
tutarlar. Normal vizite ücreti elli liraysa, yüz liranı alırım, derler ki,
müşteri caysın.
Polis memuruna,
hadisene diyemiyorum, kızacağını biliyorum. “Memur bey bir baksanız da artık,
içeri geçsem!” desem kaşlarını çatar. “Patladın mı? Karılar kaçmıyor ya… Bekle
de iki dakika şu sigaramı içeyim!” diye azarlar.
Akşam evine gidince
karısının, “görev yerin kerhane olunca, kerhane karılarıyla sıkı fıkısındır
sen. Kimbilir her gün biriyle düşüp kalkıyorsundur,” diyerek adamın kafasının
etini yediğini düşünüyorum. Hele ki, yatağa girdiklerinde sabahtan akşama kadar
ayakta durdum, yorgunum deyip karısına sırtını dönüyorsa bu lafları işitmesi
kaçınılmazdır sanırım. Kadın milleti değil mi, köküne kibrit suyu! Zorla
zıvanadan çıkartırlar adamı. Polis de aklından illa ki, “yarın gidip o
karılardan biriyle yatmazsam bana da…” diye geçirecektir. Mesleği insanlarla uğraşmak
olanlar genelde sinirli karakterlerdir, bir de karı dırdırı çekmeye gelemezler.
Hayvanat bahçelerinde kafesler içinde tutulan kurt, sırtlan gibi hiperaktif
hayvanların, hep aynı güzergahta durup dinlenmeden, bir oraya bir buraya gidip
geldiklerini görürüz. Kafesin içindeki en uzun yol bu güzergahtır. Ben hep polislik
mesleğinin o kafese, yapılan işin o uzun güzergahta gidip gelmek olduğuna ve
polisin de gidip gelen o interaktif hayvana benzediğine inanmışımdır.
İstisnalar kaideyi
bozmaz ama, benim öykümdeki polis kahramanım yufka yürekli, sakin biri de
olabilir. Karısı da öyle dırdırcı, kıskanç biri değildir belki. Karı koca
yatağa girdiklerinde yasak savar gibi de olsa öpüşüp koklaşıp sevişmişler ve
birbirlerine birer iyi uykular öpücüğü kondurup, sırtlarını birbirlerine öyle
dönmüş olabilirler. Polis uyumak için gözlerini yumarken beni düşünebilir.
Mesela, aklından, ‘bu gün kerhaneye altmış yaşlarında bir adam geldi, kulübemin
camına burnunu dayadı,’ diye geçirebilir. Yatak odası karanlık. Karısı
horlamakta. Başını çevirip bakar karısına. Öyle onun horultusundan rahatsız
olduğunu belli eden bir bakış değildir bu. Karı koca birbirinin horultusuna da,
osuruğuna da katlanmayı bilmeli. Yastığını az oynatıp horultusunu kesmeye
çalışır. Kesilir horultu. Yine uyumaya döner. Yine beni getirecektir aklına. ‘Burnu
cama dayandığında amma komikti ha,’ diyerek gülümseyecek kendi kendine. ‘Adama
niye öyle ters ters baktım ki? Keşke, içeri girmesini işaret etseydim. Oturtup,
bir sigara da ona ikram etseydim. Ona ikinci evdeki Aysel’i tavsiye edip, benim
selamımı da söylersen, seni memnun etmeden salmaz deseydim,’ diye düşünürken uyuya kalacak. Belki… Niye
olmasın?
Birden
hareketlendim, yine kulübenin önüne geldim. Kulübenin kapısını aralayıp polise
beni niye bekletip durduğunu soracaktım. Güç tuttum kendimi. Adamcağızın
kulübeye girdiği daha beş dakika bile olmamıştı. Bacakları dinlenmemiş,
sigarası henüz bitmemiş olabilirdi.
Onun hakkında okuyucuyu
bağlayacak ilginç bir öykü yazabilmem için hakkında bazı sıradışı bilgiler
edinmeliyim. Burada dikilip onu gözlemleyerek öğrenemem bunları. İçeri geçip
kerhanenin müdavimlerinden birine sormalıym. Ama kime? Hemen girişin
karşısındaki birinci evin badigardına mı? Olmaz, güvenemem ona. Kendi açısından
görür o polisleri. “Ben öykü yazarıyım. Kahramanı kerhane kapısı bekleyen bir
polisin, örneğin şu polisin öyküsünü yazacağım. Öykü kahramanım nasıl bir
kişilik ?” diye sorsam, “valla o dediğin memur arkadaşı hiç sevmem, kılın
biridir,” falan deyip kahramanımı zayıf kişilikli biri sanmama sebep olabilir
yok yere. İyisi mi içerdeki kadınlara sormalı. Ne de olsa erkekten en çok onlar
anlarlar. Polis de bir erkek olduğuna göre? Onların erkekte anladıkları benim
öykümde kullanılabilir mi? Orası meçhul işte. Yok, onlardan öğreneceklerimle de
yazamam bu öyküyü. Tam o anda askılığında bir çayla kahveci çırağı geliyor,
polis kulübesine giriyor. Yüzüne henüz cilet vurmamış. Sakal niyetine seyrek, sarı
tüyleri var çenesinde. Aurt kemikleri çıkık ama tombulca, gözleri çakmak gibi.
Çalıştığı mekanın havasını yansıtırcasına bitirim ayaklarına yatmış bir oğlan. Çayı
kapıdan teslim ederek ayrılırken ani bir kararla sesleniyorum ona.
“Bakar mısın!”
Ters ters bakıyor. “Buyur?”
“Bir şey soracaktım
da…”
Susup bekliyor. Ben
de bir türlü soramıyorum.
Kızarak, “de hadi,
sor! İşim gücüm var benim,” diye çıkışıyor.
Böyle ayaküstü,
aceleye getirerek bir şey öğrenemem ki! “Bana da bir çay getirir misin, diye
soracaktım?” deyiveriyorum. Kirli, uzun tırnaklarına takılıyor gözlerim.
Bozuluyor. “Müşteriye
çay servisimiz yok. İçeceksen kantine gel,” deyip gidiyor.
Kulübedeki polis onunla
konuşmamıza çıkıyor. Oh! Nihayet!
“Amca, sen ne
bekleyip duruyoesun burada?” diye çıkışıyor.
Şaşırıyorum. “Elbette
ki seni bekliyorum,” diyorum ona. “Kimliğimi kontrol edip, üstümü başımı
aradıktan sonra salarsan içeri gireceğim.”
Gülüyor. “Gerek yok
amca,” diyor, “geç sen. Biz o kontrolleri yaşı küçük olanlara ya da terörist
tiplilere yapıyoruz.”
Saçmalık bu! Kendimi
kimlik kontrolüne, üstbaş aranmasına bu kadar şartlandırmışken, bunların
olmaması öykümü sıradanlaştırır, basitleştirir. Yok, öylesine sıradan bir
öyküyü yazamam ben. Yazmayacağım, vazgeçtim.
Teşekkür edip
giriyorum içeri. Avluda bir evin önünden diğerinin önüne dolaşıp duran bir sürü
insan var. Aralarına karışıyorum. İlk evin kapısına ulaştığımda içerdeki
kadınlara bakıyorum. Hepsi şen şakrak gülüşüyor. Bakanları içeri çekmek için
olmadık hareketler yapıyorlar. Birisi beni gözüne kestirmiş olsa gerek, kapıya
kadar geliyor.
O da tıpkı polis
gibi, “Amca, sen ne bekleyip duruyorsun burada?” diye soruyor. “Gir içeri! Bu
yaşına rağmen hala tahliye borunda su yürüyorsa vanasını açıp akıtayım.”
Yaşımda ne varmış
ki? Lafı, yaşı yetmiş, işi bitmiş biri olduğuma getiriyor aklı sıra. Kırmızı
don giyerim ama erkekliğime laf ettirmem.
“Tamam… Yürü,
göster odanı!”
“Beş numara… Çık,
bekle, geliyorum hemen…”
Hep bir kerhane karısının öyküsünü yazmak
istemişimdir. Öykümdeki kadının bir adının olması da gerekmez. Ya Aysel’dir, ya
Nursel; hepsi aynı kaderin yolcuları nasıl olsa...
(
Kerhane Kapısı… başlıklı yazı
AliKemal tarafından
9.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.