Selma’nın olanları öğrendiği yer kocasının eskiden çalıştığı çay bahçesiydi. Sanki o iyi işitsin diye televizyonun sesini sonuna kadar açmışlardı. İşittiklerine kulakları inanamıyordu. Kod adı Stalin olan Osman Yüce’nin örgüt içindeki bir hesaplaşma neticesinde Elazığ tren garında öldürüldüğünü söylemişti televizyon. Gerçek sandığı dünya yıkılıvermişti başına. Kendini sahte hissetmişti. Duydukları gerçek, sanki sahte olan oydu sadece. Onun kollarında olmak, seni seviyorum demek istedi, ama kalbi suskundu nedense; sanki atmıyordu, durmuştu. Bir damla yaş düşmüyordu gözünden. Ruhunu gönderdi uzaklara, ellere,  gerçeklere. Pişmanlıklar bir kanser tümörü olup yayılsa her yanına ve canını acıtmaya da başlasa, artık çok geçti, dönüşü yoktu! Yaşamanın adı 'cehennem'; yani, kendi sonsuzluğu içinde yanmaktı. Kısa bir nefes içinde, uzun bir kâbus... Hayatı parçalandı, soldu çiçeği, düştü yaprakları, meyveleri döküldü. Düşen her meyve gibi çürüyerek yok olmalıydı.


Hala yaşıyordu, içindeki acıya rağmen... Güneş henüz yeni batmıştı, hava kararmıştı. Ortalık hala sıcaktı, tıpkı içinde kanayan yara gibi. Hemen eve döndü.


Kaynanası "aslanımı vurmuşlar," diye çığlıklar atarken, ağzından köpükler saçıyordu. "Kaçacak, askeriyeye teslim olacak diye belleyip vurmuşlar!"


"Kaçacak mıymış?"


Cevabı kaynatası verdi. "Kaçacakmış, kaçacak diyerekten..."


Kaçacakmış... Kaçacak diyerekten... "Her hâl onlara katıldığına pişman olmuş..."


"Her hâl, pişman olup kaçacak sanaraktan!"


Kaynanası sürekli çemkiriyordu, bu eve gelin geldiğinden bu yana tavırlarında gözlemlediği sevgisizliği iyice ayyuka çıkmıştı.


"Bu evde yerin yoktur gayri! Al piçini de defol!"


Osman'ın ölüm haberinden beter bir sarsıntı geçirdi; hiç beklemiyordu, öylesine sürpriz olmuştu bu tavır. O an anladı ki, o da onlardan kurtulmak istiyormuş. Bundan sonraki hayatını onlarla birlikte sürdürmeyi asla istemiyormuş. Vaz geçer de kal derler korkusuyla, üstünü başını toparlanmak için bile oyalanmadan, kaçar gibi evden çıktı, uzaklaştı.


Bulabildiği ilk otobüsle Muş'a, oradan da İstanbul’a, baba evine gitti.


Maslak’taki eve ulaştığında Hüsnü Duman ve karısı Hanım, orta yerdeki küçük leğenin içindeki yoğurulmuş kıymadan koparttıkları küçük parçaları düzeltip, yassıltıp bir tepsinin içine dizmekle meşguldüler. Bunlar Hüsnü Kara’nın köfte arabasıyla satması için hazırladıkları köftelerdi. 


Kapı çalındığında ellerini yaygı bezine silen Hanım Duman gitti, açtı. Kapıyı çalanın kızı Selma olduğunu gördüğünde yüzüne bile bakmadı. Kırgındı, hatta nefret ediyordu, belliydi. Haklıydı da! Ona damat olarak getirdiği adam, dağa çıkmıştı. Yüzleri eğikti ülkeye.


Hanım Duman, kızının kucağındaki bebeği aldı, bağrına basarak içeri döndü. Onun ardından Selma’nın bir yerleri acıdı. Gözlerine bir ıslaklık yapıştı. İçeri girdi, yerde bağdaş kurmuş, köfte yapmakla meşgul olan adamın yanına gitti. Her geldiğinde yüzünde asılı bir rüzgârla onu karşılayan adama sarılmaya yeltendiğinde, adam kıyma bulaşığı ellerini koydu araya. Zorla sarıldı. Ellerini aralarından sıyırıp çekti, yaygı bezinde sildi, önce omuzlarını tuttu hafifçe, sonra sırtını sıvazlayarak sarıldı Selma’ya. Selma, o anda hissetti sevgiyi! O anda anladı, hiç kimse, hiç bir erkek ona babası kadar büyük ve bitmeyecek bir sevgiyle sarılmayacaktı. Sanki bundan önceki sevgisizlikten sonra bu sevgi kocaman gelmişti. Gözlerindeki ıslaklık bir damla yaş olup omzuna aktı. Kulağına fısıldadı: "seni seviyorum babam!".


O ise, "Olacağı varmış, olmuş; n'apalım,  başın sağ olsun!" demekle yetindi.


Hanım Duman tutamadı kendini, "su testisi işte..." diye mırıldandı. Belki de onu susturmak için kucağındaki küçük bebek ağlamaya başladı.


Hüsnü Duman’ın kollarından ayrılıp annesinin yanına vardı; "acıkmıştır o, emzireyim," diyerek bebeği aldı.


Hanım Duman’ın, "geç içeri, emzir," diyerek gösterdiği kapıyı açıp girdi. Memesini açıp bebeğin ağzına sokuşturduktan sonra gözlerindeki o acılı gözyaşlarını sildi usulca.


*


Ekrem, cumartesi günü okulundan çarşı iznine salındığında bir iki saatliğine uğramıştı eve. Eski çocuksuluğundan çıkmış, boyuna da, enine de artmıştı.


Hanım Duman, “Selma gelmiş,” diyerek açtı kapıyı.


"E-e? Niye gelmiş?"


"Kocasını vurmuş teröristler."


"Hadi canım sende! Terörist teröristi gebertir miymiş?"


"Vurmuşlar işte... Kaçıp teslim olmak istemiş, diyerekten..."


"Teslim olmak mı istemiş?"


"He!"


“İyi bari…” Kızgınlıkla, "dua edin de kızına da dokunmasınlar," diye söylenerek içeri geçti.


"Ağzını hayra aç!"


"Açsam n’olur, açmasam n’olur! Vatan hainlerine acıyacak değilim.” Selma’nın baba ocağına dönmüş olması yaptığı uyduruk evlilikten pişman olduğunu kanıtlıyordu; evet, küçük orospu girdiği yolun doğru bir yol olmadığını kavrayarak nihayet boyunun ölçüsünü almıştı. Kimseyi göremeyince, “nerede o?” diye sordu.


“ Yok evde. Evde oturmaktansa çalışıp eve katkı yapayım diyerek iş bakmaya gitti.”


“İşe gidip gelirken koca bulacaktır yine, teröristi de öyle bulmadı mıydı? Semra ablam da çalışıyor mu hala?”


“Ya ne yapacaktı? İşe gidip geliyor işte…”


“O bir koca bulamadı mı hala?”


“Yok… İsteyeni oluyor ya, o erken diyor, varmam diyor,”


“Aferin ona… Babam?”


“O da köfte arabasının başına gitti. Kahvenin önündedir.”


“Tamam, varırım yanına.” 


Hanım Duman soba yanındaki beşikte battaniye ve yastık arasında kaybolmuş bebeğin başına gidip yüzünü araladı. “Bak bu Erdem,” dedi oğluna. “Selma’nın…”


Ekrem gelip çocuğa baktı. Ne de güzel bir bebekti! İçi ısınıverdi. “Anasına benziyor…” diye mırıldandı. “Zavallım… Aklı benzemese bari!”


*


( Hüsnü Duman’ın Çocukları…7. başlıklı yazı AliKemal tarafından 7.03.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.