Sıradan ailelerin hikâyeleri genelde sıradan olur. Okuyanları sıkar. Yazanı da… Bu insanlar bazen de öyle hikâyeler yaşarlar ki, sıradanlığı aşarak yazanı da okuyanları da etkilerler. Sanırım ‘Duman’ ailesinin hikâyesi böyle bir hikâyeydi.


Muş ile Ağrı arasındaki karayolunun kıyısındaki Bulanık, alabildiğine geniş bereketli toprakların tam göbeğinde kurulmuştu. Köylerden gelen göçerlerin bir yanından girip yerleştiği, öte yanından da daha iyi imkânlar için daha büyük illere göç ettiği kırk bini geçkin nüfusuyla büyükçe bir ilçeydi. Eskilerin Kop dediği bu yerlere ‘Bulanık’ adını veren Kazan (Haçlı) Gölünün bulanık sularıydı. Hüsnü Duman’ın ismini soyadı olarak taşıdığı Duman yaylasından ve tüm Bilican Dağı eteklerinden berrakça akıp gelen kaynak ve kar suları Kazan Gölünde toprağa karışıp bulanır, sonrada Körsu Deresiyle çıkıp Murat nehrinin sularına karışırdı. Bilican Dağları Süphan Dağının uzantısı Yakupağa dağlarının batı ucunda yükselmekteydi. Duman Köyü de Bilican Dağlarının yokuşunda arazisi kıt bir yerdi. İki yanında Kop ve Liz Ovalarının bereketli toprakları yer alırken,  Hüsnü Duman’ın atalarının köyü getirip bu bodur meşe ağaçlarıyla kaplı yaylada kurmaktaki maksatları bir ihtimal geçimlerini keçi yetiştiriciliğiyle sağlamalarındandı.


Hüsnü Duman, memleketin genelinde çökertilmiş hayvancılığın ve mirasla bölüne bölüne bir karış kalmış toprağın geçimine yetmediğini fark ettiğinde yevmiyecilikle geçinmenin bir yolunu bulabilmek umuduyla çoluk çocuğunu alıp köyünden Bulanık’a göçmüştü. Köydeki yerlerini satıp İnönü mahallesinde yan yana üç odadan ve ahırdan ibaret bir yığma evi satın alıp yerleşmişlerdi. Beş kişilik yoksul ve mutaassıp bir aileydiler. Anne Hanım Duman kocaya biat etmiş bir köle, baba Hüsnü Duman ise kendi doğrularını idealize etmiş oldukça dürüst, dindar, ama katı bir otoriteydi. Semra, Selma ve Ekrem; bu üç çocuğun yaşamı bu ikilinin hegemonyasında yol almaktaydı.


Aralarında bir yaş kadar fark olan iki kız, Semra ve Selma, ilkokulu köylerinde okumuşlardı. Köy yerinde keçi peşinde dağ bayır koşturarak geçirdikleri özgür çocuklukları Bulanık’a gelip yerleşmelerinden sonra mutaassıp geleneklere bağlı yaşamları içinde yitmiş, tepeden topuğa tesettüre girmişti. İkisi de güzel kızdı. Farklı güzellikleri vardı. Büyük kız Semra esmer tenini ve gür siyah saçlarını babasından, küçük kız Selma ise beyaz tenini ve koyu kumral saçlarını anasından almıştı. İkisi de kendi halinde, yumuşak başlı, sessiz kızdı. İkisi de artık çocuk değildi. Günlerini artık evlerinin dört duvarı arasında geçiriyorlardı. İnsan yüzü görebilmek için bir şey lazım olsun da bakkala, manava yollasın diye annelerinin gözleri içine bakarlardı. Onların yerine yollanmak istendiğinde küçük kardeşleri Ekrem’in önünü kesip vazifeyi üstlendikleri, hatta bunun için ona rüşvet verdikleri de çokça yaşadıkları bir şeydi. O sıkkın günlerinde babaları, “sizi caminin Kur’an kursuna yazdırdım. Yarın sabahtan itibaren Kur’an öğrenmeye gideceksiniz,” diyerek geldiğinde iki kız kardeş sevinçten adeta uçmuşlardı. Birkaç yıl gidip geldikleri Kur’an Kursu hayatlarını adeta renklendiren tek sosyal aktiviteleri olmuştu.


Hüsnü Duman, yaz aylarında tuğla ocaklarında çalışıyordu. Ağır bir iş olan tuğla ocaklarından kazanılan yevmiyeler diğer işlerden kazanılanları ikiye, üçe katlıyordu. Kazancını olduğu gibi hanımına teslim ediyor, o da bu paralarla unuyla, yağıyla kışlık hazırlıklarını yapıyordu. Çalıştığı işin mevsimi üç aydı, öteki dokuz ay işsiz kalıyordu. İşsiz kalmak dediysek boş gezenin boş kalpazanı değildi elbet, hamallık, amelelik falan bulursa günlük yevmiyeye gidiyordu; bazen büyük illerden birine sezonluk işler için gidip geldiği de oluyordu. Bir şey bulamazsa da evde ya da kahvehanede vakit geçiriyordu. Haftada bir kahvehaneden meraklı arkadaşlarıyla bir grup oluşturup Murat nehrinde veya ona bağlı kanal ve derelerde balık tutmaya gitmekten çok hoşlanıyordu. Bunun için eski model, ucuz bir motosiklet bile almıştı. Yöre suları balıktan yana çok bereketliydi. Tuttuğu balıkları canları çektikçe çıkartıp pişirmek için bir güzel temizleyip buzdolabının derin dondurucu bölümünde saklıyorlardı. Zaman zaman yiyebileceklerinden çok balık tuttuğunda çarşıda pazarda satarak evinin harçlığı yapıyordu. Çıktığı her balık avında gittiği araziden toparladığı bir çuval odunu külüstür motosikletin arka oturağına bağlayıp kış için eve taşımayı da hiç ihmal etmiyordu.  Yaptığı iş engel değilse camide, engelse de bir köşeye yaydığı seccadede kılıp beş vakit namazını kaçırmıyordu. Akşam olup da yer sofrası kurulduğunda ortaya konulan bir kap yemek onun getirdiği yevmiyeye göre şekilleniyordu; bazen bir kap çorba, bazen bir etli yemek, balık, salata. Sofrada ne yenilirse yenilsin, yemek sonrası hiç değişmeyen bir törenleri oluyordu. Avuçlar açılıyor, Allah’a bu günde yemeyi nasip ettiği rızk için şükrediliyordu. Duayı çoğu kez Hüsnü Duman’ın çocuklarına verdiği birkaç nasihat tamamlıyordu.


Hüsnü Duman’ın işte olduğu günler evin küçük oğlu Ekrem babasını taklit ederek dualarını ettiriyor, sonra da yine babasını taklit ederek nasihatler vermeye kalkışıyordu.


“Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın!”


İki ablası onun tavırlarına gülerek eğleniyorlardı. Anne Hanım Duman bazen kocasının ti ’ye alınmasına bozuluyordu.


“Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır”


Hüsnü Duman, Kur’an Kursunun tamamlandığı yılın yazında çalıştığı tuğla ocağına kızları Semra ve Selma’yı da kalıpçı olarak götürdü. İki çelimsiz kızcağız sabahtan akşama kadar tuğla kalıbına doldurulan çamuru kurumaları için döktükleri yere taşıyıp durmaktan öyle bitap düşüyorlardı ki, akşam olup da eve döndüklerinde yattıkları yeri bilmiyorlardı. Eskiden karşısından kalkmadıkları televizyon dizilerinin artık isimlerini bile hatırlamıyorlardı.  


Tuğla ocaklarında iş bitip de kışa girildiğinde yine evin dört duvarı içine kapatılmışlardı. Onca zorluğuna rağmen tuğla ocaklarını bile özler olmuşlardı.


“Ana, yandaki Satı kız dikiş nakış kursuna yazılmış. Babama deyiversen de, bizi de yazdırsa ya…”


“Olur, akşama geldiğinde derim…”


Anaları babalarına bir desin, hele bir de he dedirtsin, bak sen o zaman keyiflerine.


Akşam geldiğinde Hüsnü Duman dikiş nakış kursu için, “olmaz!” dedi. Ama onları dikiş nakış kursundan daha çok memnun eden bir şey söyledi. “Yarından tezi yok Suphi beyin mağazalarında tezgâhtarlık etmeye başlayacaksınız. Biriniz konfeksiyon mağazasında, diğeriniz beyaz eşya mağazasında. Ben konuşup anlaştım. İyi maaş verecek. Hem de sigortalı yapacak…”


Dikiş nakış kursu nihayetinde kış süresince yaşanıp bitecek bir kurtuluştu, bu işler ise kesintisiz sürecekti. Odalarına çekildiklerinde yaşamlarına gelen bu değişikliği hoplaya zıplaya çığlıklar atarak, sarmaş dolaş kutladılar.


Çalışmaya başlayacakları ilk sabah patronlarının karşısına çıkartıldıklarında hiç alışık olmadıkları bir taleple karşılaştılar.


“Burada, başınız bu şekilde kapalı çalışamazsınız!”


Çocukluklarından beri başlarını örtmeye alıştırılmışlardı, insanlar arasına başları açık hiç çıkmamışlardı. Bu talebi yadırgadılar. Daha da çok babalarından korktular.


“Babamız…” diyerek itiraz edecek oldular.


Suphi Bey, “babanızla bu konuyu konuştum ben,” dedi. “Madem yolda gidip gelirken kapansınlar, çalışırken açsınlar, dedi. Ayağınızdaki bu eteklerin de boyunu diz kapaklarınıza kadar kısaltmanız gerekecek; ya da pantolon giyinmeniz…”


Bu izni vermiş olması babaları adına inanılması güç bir değişim olmuştu. Onlar için ise hayatlarını baskılayan mutaassıp çemberin kırılmasıydı.


*


( Hüsnü Duman’ın Çocukları…1. başlıklı yazı AliKemal tarafından 23.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.