MEVSİM: GÜLBAHAR

r o m a n

Kemal Paracıkoğlu

II.BÖLÜM

 

KURTARILMIŞ TOP SAHASI…

 

1970’li yılların sonlarıydı. Müthiş bir bölünme yaşanıyordu ülkede…

İnsanlar, “sağcı” ve “solcu” diye iki kutba bölünmüşlerdi ve sürekli birbirlerini öldürüyorlardı.

Ölüm riskinden, bu bölünmenin dışında yer almak da korumuyordu. Tam tersine tarafsızlık, karşı grupta yer almaktan daha büyük ihanet kabul ediliyordu.

Korunmak için bir tarafın koruyucu kanatlarına sığınmak ve tarafı olduğun grubun çoğunlukta olduğu bölgelerde yaşamak zorundaydın. Bu yaşam alanları, “kurtarılmış bölge” olarak adlandırılıyordu.

*

Bora Kavak, sokağa çıkmak için giyinmişti. Anne Oya Hanım oğlu Bora Kavak ile tatlı sert bir tartışma halindeydi.

“Bu hafta sonunu da o pis kokulu kahvehanelerde geçirmesen olmaz mı?...”

“Neyi tartışıyoruz seninle, anne? Bir haftadır, okulda bir sürü sıkıntı çektikten sonra,  bırak da iki gün de kafama göre takılayım.”

“Elbette ki takılırsın. Ben, o iki günü kahvehanede oyun oynayarak geçirme diyorum... Gez, dolaş biraz.”

“Sonra, sonra…”

“Ben de sıkıntını dağıtırsın diye söylüyorum zaten.”

“Kahvehanede arkadaşlarım da takılıyorlar. Onların yanında daha iyi oyalanıyorum.”

“Arkadaşların! O anarşistlere mi diyorsun, arkadaş diye? Bir sürü çatışma yaratarak, masum bir çok insanın ölmesine sebep oluyorlar. Benim gözümde hepsi katil onların…”

“Onlar ne anarşist, ne de katil… Sadece  arkadaş, hepsi…”

“Bir tek doktora yapan o arkadaşın, biraz elle tutulur gibi. Onun dışındakilerin niyeti bu memleketi kana bulamak.”

“Ötekilerinin de öyle bir niyeti yok anne...”

Kapı çalındığında tartışmayı kestiler. Bora Kavak, “Ben bakarım...” diyerek dış kapıyı açmak için fırladı, gitti.

Cemal kapıya, “Hadi, kahveye gitmiyor muyuz?” diyerek gelmişti.

Bora Kavak, onu içeri çağırdı. “Hülya’dan telefon bekliyorum. Gel de, telefondan sonra gideriz.”

“Beş dakikalığına gireyim madem…”

Birlikte eve girdiler.

Oya hanımın yanına geldiklerinde Cemal, gidip kadının elini öptü. “Nasılsınız Oya teyze?”

“Sağ ol oğlum. Hoş geldin.”

Bora, annesini ihbar ederek, “Annem de, sen gelmeden az önce sizin anarşist olduğunuzu söylüyordu bana…” dedi.

Cemal, Bora’ya, “Oya teyze doğru söylemiş,” dedi. “Hepimiz için geçerli olan bir gerçek var ki, elle tutulur bir arkadaş kalmadı çevrede. Herkes, sapıkça idoller peşinde koşmakla meşgul. Allah bu memleketin sonunu hayır eylesin…”

Oya Hanım onu memnun ifadelerle onayladı. “Aferin oğlum, ne kadar da doğru söylüyorsun, aferin…”

Bora Kavak, “tamam anne, bunların doğruluğuna oğlun da inanıyor, merak etme sen… Biz, müsaade edersen odama geçelim mi?” diyerek, Cemal’i odasına doğru çekiştirdi. “Yürü yalaka…” Odaya girdiler.

Cemal kendini Bora Kavak’ın yatağı üstüne attı. “Kahveye gitmeyelim… Uyuyayım şurada...”

Bora Kavak, “Hülya ev arkadaşlarıyla pek anlaşamıyor. Ya sen çık, ya biz çıkalım, diyorlarmış. Halil gidince, onun odasına Hülya taşınsın mı?” diye sordu.

Cemal bir anlık şaşkınlıkla doğrularak, onun sorusundaki anlamı çözemedi; “ne yani? Nasıl yani?” diye geveleyerek, onun ne demek istediğini anlamaya çalıştı. “Hülya ile aynı evde mi kalacağım?”

“Evet.”

“Hülya kabul eder mi?”

“Sen olur dersen, ona da söyleyeceğim. Eder herhalde…”

“Dedikodudan çekinmezseniz, benim için hava hoş…”

“Aynı yatakta yatacak değilsiniz ya, be oğlum? Senin odan başka, onun odası başka...  Ben bişey demiyorsam, elaleme ne? Benim sevgilimle kalacaksın.”

Cemal, “Senin sevgilinse, bizim bacımız...” diyerek gülümsedi.

“Her halde, yani... Dur, konuşalım bu işi hep beraber…” Kalkarken, Cemal’in kolunda üç hilal dövmesi olduğunu fark ederek,  kolunu tutup baktı. “Bunu ne zaman yaptırdın?”

“Bir hafta oluyor. Sinan götürdü, onunla yaptırdık.”

Bora Kavak, şaşkınlıkla, “Sinan’la mı?” diye sordu.

Cemal, ne varmış bunda der gibiydi: “Evet...”

Bora Kavak, inanamayarak, “Bunu o mu yaptırttı?” diye sordu.

Cemal, onun ısrarlı sorgulaması karşısında sıkılarak, “Hmmm... Evet...” diye tekrarladı. Bora Kavak’ın hayal kırıklığı ile baktığını görerek, “Hey, ne oluyorsun yahu? Taktın dövmeye...” diyerek sitem etti.

Bora Kavak, Cemal’in kolunu bırakıp hayal kırıklığını sürdürerek, “Sinan...” diye mırıldandı.

“Ne olmuş Sinan’a?”

Bora Kavak, “Bak, gakkoş.. Sinan benim bebeklikten beri arkadaşım olan birisi. Sen ise, daha dün tanıdın sayılır onu. Onu benim tanıdığım kadar tanıyamazsın, değil mi?” dedi.

Cemal, “Onunla beni tanıştıran sensin be oğlum,” diye itiraz etti.

Bora Kavak, “Kahvehanede... Kahvehaneye çıktığın zaman oturacağın bir masan olsun diye tanıştırmıştım,” diye açıkladı.

“İyi işte...”

Bora Kavak, “Seni, siyasi faaliyetlerine bulaştıracağını düşünememiştim it oğlunun!” diyerek öfkeyle söylendi.

Cemal, “Siyasi görüşlerimiz örtüşüyor. Kafamız barışıyor yani... Ne var bunda?” diyerek ona karşı geldi.

Bora Kavak, üzüntülü, “Yahu gakkoş ben insanlara saldırmaktan söz ediyorum. Bu paylaşılacak, örtüşecek bir siyasililik değil, terör... İşin o yanına bulaştırmamalıydı seni!” diye söylenmeyi sürdürdü.

Cemal, “O da gerekiyor bazen ama... Her yerimizi solcular sarmış... Bizi, bizim mahallemizde taciz ediyorlar!” dedi.

Bora Kavak, şaşırarak, “Senin mahallen mi?... “ diye çıkıştı. Azarlayarak, “Sen burada bile oturmuyorsun!...” dedi.

Cemal, “Bu mahalleli olmak için kırk yıldır bu mahallede oturmak şart değil. Sen oturuyorsun, Sinan oturuyor, üstelik takıldığım kahvehane burada. Hem, karşıdakilerin yaptıkları eylemlere karşı koymak için ille de bu mahalleli olmak şart değil. İnsani açıdan...” diye mırın kırın ederken;

Bora Kavak, onun sözünü keserek, “Yahu zarar verdiğiniz insanlar da bu mahallenin insanları,” diye kızdı.

“Evet, bu mahallenin... Ama, hepsi bu mahallenin masum, namuslu insanlarını kaçırtıp mahalleyi işgal ederek yerleşmişler buraya.”

“İşte şimdi, tıpkı Sinan gibi konuştun. O, bir papağan gibi, hep bunları söyler... Mağdur olan varsa polisi var, mahkemesi var; size ne?”

Cemal, “Polisler, mahkemeler ne yapıyor?” diye çıkıştı. “Daha geçen hafta Sakarya caddesinde barikat kurup, polisi taşa tutmadılar mı? Kaçını yakalayabildiler? O polis taşlayanlardan tanıdığım birçoğu, daha dün Bahçeli kahvede okey oynuyorlardı böbürlene böbürlene... Bir sürü serseri ortalığı kırıp döküyor, ateşe veriyor. Neden? Güçsüz insanlar, yılsınlar, dükkanlarını, evlerini yok pahasına satıp bu mahalleden kaçıp gitsinler diye. Neymiş, yasalarmış... Yasalar...”

Bora Kavak, iyice kızarak, “Yahu benim gözlerim de en az senin gibi görüyor her şeyi, ama ben yine de uzak durmaya çalışıyorum bu işlerden. “ dedi.

“Hah! Şimdi de sen, renksizler gibi konuştun işte... Onlar da, ne sağa, ne sola bulaşmadan idare ederiz biz diyerek duyarsız kalıyorlar her şeye… Bu saçmalık... Aptallık... Bu olayların temelinde hep bu hoşgörülülük var, bu tip laflardan, sloganlardan nefret ediyorum.  Adamlar suç işliyor, suç! Her yeri kurtarılmış bölge ilan etme peşindeki o serserilere kim karşı çıkacak, peki?”

Bora Kavak, “Yasalar...” diye tekrarladı.

Cemal, “Gene başa dönmeyelim,” dedi. “Sen dişe diş mücadeleni yapmadığın zaman, senin adına yasalar hiçbir şey yapamaz. Polise gidip, şu adam beni öldürecek dediğin zaman, öldürsün de bakarız demekte!”

Bora Kavak, Cemal’in bir aşiret reisinin oğlu olduğunu biliyordu ve doğudaki aşiret düzenini belki yüzlerce defa tartışmışlardı kendi aralarında. Şimdi o konulara yeniden girmek istemiyordu, ama onun bir aşiret reisi olan babasının da bu bozuk düzenden nemalanan birisi olduğuna ve Cemal’in de günü geldiğinde şimdiki düşüncelerinin aksine o düzenin bir çarkı olacağına emindi.

Telefonun çaldığı duyuldu. Sonra telefona cevap veren anne Oya hanımın sesi duyuldu. “Alo? Merhaba! Evet... Burada...” İçeri doğru seslenerek, “Bora! Hülya seni istiyor!” diye bağırdı.

Bora Kavak,  Cemal’e, “Tamam. Sonra konuşuruz bunları,” dedikten sonra oda kapısına yöneldi. “Şu telefona bir bakayım ben.”

Bora Kavak telefon elinde bekleyen annesine doğru geldi. “Biraz yalnız bırakabilir misin beni anne? Telefonla konuşuncaya kadar yani...”

“Hı, hı...” Oya hanım, telefonu teslim ederek oradan ayrıldı. Bora Kavak’ın odasına, Cemal’in yanına gitti.

Bora Kavak annesinin peşinden baktı, onun gözden kaybolduğuna emin olduktan sonra telefonu ağzına götürüp konuşmaya başladı. “Tam da ben sana telefon edecektim…  Ev buldum sana … Cemal’in evi. … Evet? .... Bugün mü? Cemal’le konuşuruz. … Uğrarım sana .... Ne? Beni mi sokmazsın? … Öylemiii, hanım efendiii... Evet, biliyor musun, umurumda bile değil. Bana kız mı yok? Senden daha güzelini bulurum, merak etme!...”

Oya hanım, odadaki kanepede oturarak sigarasını içmekle meşguldü ama, öksürmemek için kendini zar zor tutarak...

Cemal, “Oya teyze, içmeseniz onu. Belli ki, zararlı oluyor size,” dedi.

Oya hanım, fısıldayarak, “Bora’nın yokluğunda bir iki nefes çekeyim de, söndürürüm,” diye karşılık verdi.

Oya hanım, bir nefes daha çekti sigaradan, öksürmeye başladı, bunun üzerine acele ederek sigarayı söndürdü.

Bora Kavak telefon ile konuşmayı sürdürmekteydi. “Ama,... Tamam, söylerim...Onu da alıp geliyorum ...” Telefonu kapattı. Salondan kendi odasına doğru seslendi. “Cemal!”

Cemal, oda kapısını açıp çıktı, Oya Hanım da onun hemen ardındaydı.

“Hadi gidelim.” Annesine, sarılıp öperek, “Anne, biz Cemal’de oturacağız biraz. Bu gece Cemal’de kalırım belki, merak etme emi,” dedi.

Oya hanım, “Tamam da, kalacağını telefonla haber ver de uyuyayım ben de; yoksa geleceksin diye uyuyamıyorum, biliyorsun oğlum,” diyerek öksürmeye başladı. Oğlu kapının önünden ayrılmakta iken o da dış kapıya geldi. “Paran var mı? Vereyim mi?” diye sordu.

“Yok... Sağ ol!... Ben telefon ederim sana…” Bora Kavak tam çıkarken duralayıp, annesine, “sigara kokusunu almadım sanma…” diyerek çıktı. 

Oya hanım suçlanarak eve girdi. Bora Kavak biraz uzaklaştıktan sonra, “Yakında oksijen tüpüne bağlanarak yaşamaya başlayacak, haberi yok. Vereceği üç kuruş harçlık sanki bir şeye yetermiş gibi, bir de para vereyim mi diyor…” diye söylenmeye başladı.

Cemal, “Ne yaparsın oğlum, annelerin gözünde büyümek zor.” dedi.

Bora Kavak, “Hülya, Cemal’i de al gel de, yoğurtlu köfte yemeye gidelim diyor,” diyerek Cemal’in koluna girdi.

Cemal, bu öneriye sevindi. “İşte bu daveti reddedersem, Allah baba taş eder...”

 “Cemal gelmek istemeyebilir, deyince, köfteyi söylersen, her şeye boş verip, dayanamaz buraya koşar gelir dediydi.”

“Bak gördün mü? Senin sevgilin, senden çok beni tanıyor...”

Yol boyunca kol kola, konuşarak uzaklaşıp gittiler.

*

Ünlü Balaban Yoğurtlu Köftecisinde Cemal, Bora Kavak ve Hülya masanın etrafında önlerindeki köfteleri yerlerken konuşmaktaydılar.

Hülya, “Ya saçmalama Cemo. Kimin umurunda elalem. Evde iki oda var, biri senin, biri benim olur işte...

Cemal, “Hayır. Kız vaziyetinle evde rahat hareket edemezsen diye de kaygılanıyorum,” dedi.

Hülya, onunla ters çalışan zihniyetlerinin farkındaydı.  “Nasıl yani? Sapık bir herif değilsen, niye rahat hareket edemeyecekmişim? Sen, istiyorsan pijamanla da, donunla da dolan. Korkma. Ben sapık falan değilim... Ha ha ha...”

Cemal, bozularak, “Ben de... Ben de değilim… Elbet…” diye söylendi.

Bora Kavak, onun bozulduğunu görerek teselli etmek istedi. “Sen de öyle değilsin elbet oğlum... Yoksa sevgilimizle aynı eve kapatmayız seni, değil mi? Sen, şu anarşistlikten uzak durdun mu, bize yeter...” Bu konuda kaygılıydı. Şüpheli, “Durursun, değil mi?” diye sordu.

Hülya, ortaya, “buradan çıkınca bir araba tutup, benim eşyaları götürelim mi?” diye bir soru atınca,

Cemal, Bora Kavak’ın istediği cevabı vermekten kurtulmak için, “ne eşyası? diye sordu. “Halil, ranzasını, yatağını, yorganını olduğu gibi bırakıp gidecek. Senin eşyalarına yer yok...”

“Benim de ranzam, manzam yok zaten. Eşyadan kastım, giysi, miysi…”

Cemal, “Ha, iyi o zaman…” dedi. Aklına yeni gelmiş gibi, “Sahi, hiç aklımıza gelmedi; Halil bir ay sonra dönecek, biliyorsunuz bu ev Halil’in, ben de onun yanına sonradan taşınmıştım,” diye devam etti.

“Ben sokmuştum seni Halil’in yanına. Dört yıl oldu, artık sen de yerlisi oldun o evin.”

“Evet, ama iki ay sonra okul bitince çıkacağım ben. Halil kalmaya devam edecek. Nasıl olacak?”

“Ne nasıl olacak?”

“Hülya, Halil ile beraber mi kalacak yani?”

Bora, “Ya, saçmalama Cemo, iki ay sonra Hülya’nın da, benim de okulumuz bitmeyecek mi? Okul biter bitmez evlenerek, Hülya’yı bizim eve taşıyacağım ben, merak etme sen…” diyerek güldü.

“Hayır yani, Halil bir ay sonra dönünce, ya odasını Hülya’dan geri alırsa, Hülya ne olur?”

“Yahu, tamam be Cemo, sıkma sen canını, onu da bir ay sonra Halil dönünce düşünürüz. Merak etme, Halil, Hülya’yı odasından atmak yerine seninle kıç kıça yatmaya razı olur.”

Cemal, gülerek, “Kıçımı emanet edebileceğim, Halil’den daha güvenli biri daha mı var?” dedi. Sonra, başladı evin yerleşme planını, kullanım planını, keyifli taraflarını, sıkıntılı yanlarını uzun uzun anlatmaya.

Yemek bitmişti. Bora Kavak, “Kesene bereket sevgilim, tıka basa doyduk...” diyerek uzanıp Hülya’ya sarıldı. Hülya, onu hafifçe dudaklarından öptü.

Cemal biraz mahcup onlara baktı. Sonra masadan ayağa kalkıp, peçeteyle ağzını sildi.

"Haydi gidelim de, yerleştirelim şu kızı bizim eve..."

*

Saha içindeki “solcu” gençler kendi aralarında maç yapmaya hazırlanıyordu.

Onbeş-yirmi kişilik bir “sağcı” grup gelerek saha kenarındaki banklara oturdu. Gruptakilerin görüntülerinde öfke hakimdi. En öfkelileri ise, grubun önderi Sinan’dı. Saha içindeki gençleri kastederek, “Süremedik şu komünistleri buradan!” diye söyleniyordu.

Etrafındakilere emrivakiyle, “Hiç kimse ayrılmasın! Olay çıkabilir,” dedikten sonra saha içindekilere çatmak için ayaklandı. “Hey, zibidiler! Birbirinize mi yetiyor gücünüz?” diye bağırdı.

Saha içindekilerden birisi, “Yüreğiniz yetiyorsa, siz çıkın karşımıza,” diye karşılık verdi.

Diğer birisi, “Bu topa vurmaktan aciz adamlar mı çıkacak karşımıza? Nerde o yürek onlarda; çıkamazlar!” diyerek arkadaşını destekledi.

Sinan, onu, “Hey hey, hey hey! Ağzından çıkanları kulakların duyuyor mu? Topa vuracak bacakların kalmaz sonra kırılmadık!” diyerek tehdit etti.

Paşa, yavaşça, “Tamam, sakin ol Sinan!” diyerek ona müdahale etti.

Sinan, karşısındakilere, küçümsemeyle, “Şimdi, bir teklifim var. Mademki, bizi yenebileceğinizi iddia ediyorsunuz, sizinle bir maç yapacağız. Buralarda o pis suratlarınızı görmekten midelerimiz bulanmaya başladı. Anlıyor musunuz?” dedi.

Rakip takımın önderlerinden Ali İhsan, “Burası bizim semtimiz,” diyerek dikleşti.

Sinan, “Hayır, bizim semtimiz pislik. Sakarya caddesindeki şu evi görüyor musun? Orada oturuyorum ben,” diyerek onu tersledi.

Ali İhsan, “Benim evim de bu cadde üzerinde. Ne olmuş?” diyerek itiraz etti.

Sinan, “Tamam,” diye devam etti. “Şimdi altı kişilik bir takım çıkartacağım sizin karşınıza. Yarımşar saatten iki devrelik bir maç. Yüreğiniz yetiyor mu?.”

Ali İhsan, sırıtarak, “Yani, bizi yenebileceğinizi mi iddia ediyorsun?” diye sordu.

“İddiam şu, şayet siz yenerseniz bu sahaya bizim grup bir daha hiç gelmeyecek. Yani burası da sizin şu meşhur kurtarılmış bölgelerinizden birisi olacak. Nasıl, beğendin mi iddiamı?”

Ali İhsan, “Siz yenerseniz?” diye sordu.

Sinan, “Anlayamadın mı? Siz defolup gideceksiniz buralardan!” diyerek kestirip attı.

Ali İhsan’ın çevresindekiler heyecanla söylenmeye başladılar.

“Bunları, buralardan defetmek için kabul edelim. Tozunu atarız bunların biz...”

“Çocuk oyuncağı. Bizi yenemez bunlar.”

Ali İhsan, arkadaşlarının bu ısrarları üzerine, “Tamam. Kabul ediyoruz.” diye cevap verdi.

Sinan, “O halde yarım saat sonra burada hazır olun, “ dedi.

Ali İhsan, “Niye hemen başlamıyoruz,” diyerek itiraz etti.

Sinan, “Acelen ne? Yarım saat sonra...” diyerek terslendi. Rakip gençler kendi gruplarına yönelmişken arkalarından seslendi. “Ha bu arada, size tavsiyem oynatabileceğiniz en iyi futbolcuları çıkartın karşımıza. Sonra kıvırmamak için...”

Ali İhsan, uzaklaşırken cevap verdi, “İşine bak sen...”

Rakiplerin uzaklaşmasından sonra kendi grubuna dönen Sinan, onları organize etmeye başladı. “Hadi, kimse oturmasın! Hepiniz dağılıp, bulabileceğiniz en iyi futbolcuları toparlayıp yarım saat içinde buraya getireceksiniz. Ramazan, sen şu Eses’li Ali’yi de kap gel…”

Grubun içindeki gençlerden biri öne çıktı, “O profesyonel futbolcu diyerek, kabul eder mi bu lavuklar?”

“Konuştuğumuz şartlarda, en iyi takımımızı çıkartacağız dedik. Haydi vakit kaybetmeyelim.”

Ramazan, tereddütlüydü. “Ya evinde, ya antrenmandadır. Bulurum da... Gelir mi acaba?”

“Bu mahallenin çocuğu değil mi? Anlat durumu işte. Gelsin.”

Ramazan, “Tamam,” diyerek uzaklaşırken,

Sinan, “Haydi... Herkes iş başına...” diye seslenerek etrafındakileri hareketlendirdikten sonra kendisi de harekete geçerek gitti, otomobiline binerek hareket ettirdi.

Sinan otomobiline biner binmez teybe bir kaset koyup sesini sonuna kadar açtı. Teypte çalan ‘Kükredi Karadeniz’ şarkısına kendinden geçmiş bir halde eşlik etmeye başladı.

Bora’nın evi önüne vardığında, otomobilden inerek evin kapısına vardı. Kapıyı açan Oya Hanımdan Bora’yı çağırmasını istedi. Kadın, oğlunun Cemal ile birlikte kahvehanede takılacaklarını söyledi.

Sinan, oradan ayrılarak kahvehaneye uğradı ve orada da bulamadığı Bora’nın Cemal’in evinde olabileceğine karar vererek, arabasına dönüp hareket ettirdi, teypteki şarkıyı yeniden çaldırmaya başladı.

Cemal’in şehir merkezindeki evinin önüne geldiğinde arabasını sağa çekip durdurdu, arabadan indi. Az önce arabada çaldığı şarkıyı ıslığı ile çalarak evin kapısına doğru yürüdü. Kapının önüne vardığında, kapıyı yumruklayarak çalmaya başladı.

Hülya, oturduğu yerden kalkarak kapıyı açmaya giderken, tuvalete doğru seslendi. “Ben bakarım!...”

Sinan kapıyı ısrarla yumruklarken kapı birden açıldı, Hülya görüldü.

Hülya, kapıyı açıp da karşısında Sinan’ı görünce gerisin geriye kapatmak için davrandı, ama Sinan atik davranıp kapıyı kapatmasını engelleyerek, ittirdi. “Burası Cemal’in evi değil mi kızım? Senin evine mi geldik? Oya teyze, Bora’nın burada olduğunu söyledi de geldik herhalde,” diyerek içeri girdi.

Hülya, onun önünü keserek, “Yok burada. Ben evde yalnızım...” diye direndi.

Sinan, “Canın cehenneme sahte Kemalist! Yalnızlığını git, kendi evinde yaşa! Ben Bora ile görüşeceğim,” diyerek Hülya’nın engel olmak istemesine karşın, yüzsüz tavırlarla içeri geldi.

Hülya, son bir direnişle, “Sen nereye girdiğini sanıyorsun yahu? Sana, Bora evde yok dedim. Çıkıp gitsene sen!” diye karşı  koydu.

Cemal gürültüye gelince Sinan ona şaşkınlıkla baktı. “Bu evde ne işi var bu kızın oğlum? Bu kız Bora’nın sevgilisi değil mi?” Hülya’ya dönerek alaycı, “Cemal’le ne işin var burada? Bora’yı, yoksa…” İki parmağıyla başı üzerinde boynuz işareti yaptıktan sonra, “Seni Bora’ya söylemezsem, görürsün sen. Benim arkadaşımı boynuzlamak neymiş öğreneceksin,” diye söylenmeye devam etti.

Cemal, Sinan’ın kızla şakalaştığını düşündüğü için gülümseyerek seyretmekle yetinmekteydi.

Hülya, karşısındakinin sırf, kendisini kızdırmak için böyle davrandığını hissederek soğukkanlı davranmaya çalışıyordu. “Senin, Cemo, bugünlerde daha samimi olduğun arkadaşın değil mi? Arkadaşını Bora’ya ihbar edip de ikisini kapıştıracak mısın yani?”

Sinan, kızı aşağılayarak söylenmeye başladı. “Demek doğruymuş... Cemal ile, öyle mi? Amma pişkinmişsin be kızım. Hem Bora ile, hem Cemal ile...”

Hülya, itham karşısında bozularak, “Sen ne diyorsun yahu? Bora tuvalette...” diye çıkıştı.

Sinan, salondan tuvaletin olduğu antreye yönelirken, “Nerede o serseri... Hey, Bora! Nerdesin oğlum?” diye bağırmaya başladı.

Hülya, Cemal’e doğru sitemkar bakarak, “Bu oğlanla nasıl arkadaş kalabiliyorsunuz, hayret vallahi...” diye çıkıştı.

Cemal umursamaz tavırla gülümseyerek geçti, koltuklara oturdu.

Bora, tuvaletteki işini tamamlamış, pantolonunun kemerini bağlamaktaydı. Sonra, hela kapısını açıp lavabonun başına geldi, musluğu açarak sabunla ellerini yıkamaya başladı. Sinan’ın “Boraaa! Manitanı Cemal ile seni boynuzlarken yakaladım. Çık ulan...” diyerek bağırdığını duydu.

Bora, kendi kendine mırıldandı. “Bu manyak da nereden çıktı şimdi...” Kapıya doğru bağırdı, “Bekle bir dakika, geliyorum!” Ellerini yıkadıktan sonra havluyla kurulayıp tuvaletin kapısını açtı, çıktı.

Sinan, Bora’nın sesini alınca rahatlayarak salona geldi, koltuklarda oturan Cemal’e, “Bu kız ne arıyor burada gakkoş?” diye sordu.

Cemal, “Ben Bora’nın sınıf arkadaşı değil miyim? O da Bora’nın kız arkadaşı değil mi? Bu durumda, ikisi geldiler işte… Daha doğrusu, Hülya,  Halil Ayvalık’a gideceği için, onun odasına yerleşip, kendine yeni bir ev ayarlayana kadar burada kalacak.”

Sinan, “Yok ya!... Bora da kalacaktır o zaman, ha?”

Cemal, “Ha, o mu? İsterse kalır tabii… Kızla beraber... İster burda, ister annesinde… Nerede isterse kalır, bana ne?” dedi.

Sinan, gelişmeye aklı yatmadığından, “Yapma ya...” diyerek başını sallamakla yetindi.

Salonun kapısını açan Bora içeri girdi. “Senin burada ne işin var?”

Sinan, “Vay! Kardeşim Bora! Gel bi sarılayım sana,” diyerek gitti, kendisi Bora’yı kucakladı. “Ben de sana geldiydim.”

Bora, kızgınlıkla, “Hülya’ya yaptığın hakaretleri duydum,” dedi.

Sinan, “Kim? Ben mi hakaret etmişim? Hülya’ya mı? Yok be... Ben biliyordum zaten... Onun sana adeta taptığını bilmesem ona öyle şaka yapar mıyım hiç? Seni alıp götürmeye geldim şuraya,” diyerek aşağıdan aldı.

Hülya, oturduğu yerde kıkırdayarak gülmeye başladı. “Amma da kıvırtıyorsun! Anında nasıl yapabiliyorsun bunu, bilmem ki.”

Bora, Sinan’ın önüne dikilerek, “Bak, biliyorsun, seninle gezip tozmaktan keyif alırım Sinan. Ama, bugün Cemal ve ben, buraya Hülya’nın eşyalarını taşıyacağız.”

Sinan, “Ne demek Cemal ile sen? Mahallenin gençleri ile bidakkada hallederiz onu. Ama önce halı sahada top oynayacağız. Solcularla sıkı bir maçımız var. İyi topçu lazım bize... Yenersek, bi’da halı sahaya gelmeyecekler. Sana ihtiyacımız var anlayacağın…”

Bora, itiraz ederek, “Benden iyi bir çok futbolcu var.  Onları koyun takıma.” dedi.

“Len oğlum, senden iyisi Fethi Heper.”

Bora, “Fethi Heper’i oynatın madem. Ben yokum abici’im...” diyerek itirazını sürdürdü. “Biz eşya taşıyacağız.”

“Eşyaları hep birlikte taşırız. Şu maçı bi atlatalım! Yürü haydi..”

Bora, “Keten ayakkabım bile yok. Evde kaldı...”

Cemal, “Al, benimkileri giy,” deyince Bora ona kinlenerek baktı.

Cemal, “bakma ters ters be gardaş! Mahallemizin şerefi…” deyince, Bora hiddetlenerek söylenmeye başladı.

“Şu herif, mahallemiz, deyip durmuyor mu bizim mahalleye, illet ediyor beni. Oğlum senin mahallen burası, Kızılcıklı. Bahçelievler değil yani… Anladın mı?”

Cemal antreye çıkıp, az sonra elinde getirdiği poşeti Bora’ya verdi. Sırıtarak, “Sen de kırk üç numara giyiyorsun, değil mi?” dedi.

Bora, “Evet,” diyerek poşeti aldı.

Hülya, Bora, Cemal ve Sinan, evden çıkarak Sinan’ın otomobiline yöneldiler.

Otomobil yol boyunca uzaklaştı.

Sinan’ın kullandığı arabada Cemal hemen onun yanında oturmaktaydı ve araba teybinde “kükredi Karadeniz” türküsünün sesini bu defa Cemal açmıştı en yüksek limitte.

Sinan, arabadaki Bora Kavak ve Cemal Kabaloğlu ile geri döndüğünde, Sakarya Caddesinde, Sıhhiye karşısında yer alan toprak sahanın önünde sohbet ederek bir arada toplanmış arkadaşlarını gördü. Arabayı park ederek indiler. Sinan, grubun yanına giderek, “Şöyle etrafıma toparlanın!” diye seslendi.

Dağınık gibi duran gençler yakınlaşırlarken, tekrar seslendi. “Çabuk, çabuk...”

Kalabalıktan sesler birbirlerini yönlendiriyordu.

“Reis toplanın diyor…”

“Hadin, sokulun...”

“Yürü...”

“Bırakın muhabbeti be...”

“Bunu mu dinleyecez şimdi bi saat...”

Sinan, herkesin iyice yakınlaşması üzerine, konuşmaya başladı. “Şimdi dinleyin! Burada neden toparlandığımızı biliyorsunuz... Kimlere karşı savaş verdiğimizi bilmeyeniniz yok, değil mi?”

Kalabalıktan sesler:

“Hayır.”

“Kahrolasıca solculara...”

“Komünistlere...”

Sinan, “Evet,” dedi, “Onları bu mahalleden tekme tokatla atmak için verdiğimiz mücadelelerde hepiniz vardınız şimdiye kadar. Çoğunu da uzaklaştırdık zaten. Ama, bu saha, onların bölgesi ile bizim bölgemizin tam da ortasında yer aldığından, zaman, zaman burada maç yapmalarına katlanmak zorunda kalmıştık. Hoş, güvenlik güçleri müdahale etmeyecek olsa buradan da kovabilirdik ama... Ama, bugün kendiliklerinden bir fırsat verdiler aptallar. Bir maç yapacağız onlarla. Yenilen taraf, bu sahada bir daha hak iddia etmeyecek ve geri çekilecek. Bu durumu yadırgayanınız var mı?”

Kalabalıktan sesler

“Hayır.”

“Pişman edelim buralardan gitmediklerine...”

“Sahayı dar edelim...”

“Atalım onları buralardan.”

Sinan, devam ederek, “Bakın işte bunda haklısınız! Atalım onları bu mahalleden. Yürüyün, sahaya! Haydi!...” diye haykırdı.

Grup galeyana gelmişti; öfkeden gerilmiş bir halde, şamata yaparak ve hareketli saha kenarındaki tribüne doluştular.

Ramazan sahanın girişindeki kapının ardından yola bakarak, birini bekliyormuş gibi, tedirgin vaziyette bakınmaktaydı.

Sinan, tribünlere yönelirken vaz geçip, Ramazan’a yaklaştı, “Ramazan, ne oldu Ali?”

Ramazan, birden siyah lüks bir arabanın gelerek Sinan’ın arabası yanındaki boşluğa park ettiğini görerek heyecanlandı. “Hah, geldi.”

Siyah arabadan ünlü profesyonel futbolcu Ali, yanında iki arkadaşıyla inerek gelmeye başladı.

Ramazan ona seslendi. “Ali! Bu tarafa...”

Sinan, Ali yaklaşınca sevincini belli ederek, “Hey Ali! Aslan kardeşim benim...” diye seslendi.

Ali, gelip Sinan’la tokalaşarak kafasını onunkiyle tokuşturdu. “N’aber Sinan abi?” Yanındaki arkadaşlarını takdim etti. “Sana arkadaşlarımı tanıştırayım. Serkan... Hüseyin... İkisi de, Allah’ına kadar milliyetçidir!”

Sinan Ali’nin getirdikleriyle ülkücülere özgü bir şekilde tokalaştı. “Hoş geldiniz... Merhaba...” Ali’nin koluna girerek grubun yanına yönlendirdi, “Tam zamanında geldin birader. Ramazan anlattı mı?”

Tribünlerdekilerden laflar:

“Oo, Alii... Hoş geldin!”

“Es Es Es Ki KiKi… Eski eski es…”

“Yılın transferi bu...”

Ali tribündekilere el hareketleri ve mimiklerle karşılık verirken, bir taraftan da Sinan’a, “Kader maçınız varmış. Yenilirseniz, bir daha bu sahaya gelemeyecekmişsiniz,” dedi.

Sinan, “Aynen öyle,” diye cevapladı onu.

Ali, “İyi ama, ben oynarsam, kulüple başım belaya girer. Yasak bize… Onun için, iki arkadaşımı getirdim... Minyatür kale maçlarında çok iyi topçudur ikisi de. Eğer, tamam dersen onlar oynasınlar.” dedi.

Sinan, “Bize bu maçı kazandırabilirler mi?” diye sordu.

Ali, “Ben, sakatlanma korkusuyla verimli olamayabilirim. Onlar, benden daha yararlı olurlar.” dedi.

“Tamam. Biz de seninle tribünden onları seyrederiz madem.”

Tribündeki diğer oyunculara seslendi. “Hey! Kim çıkıyor maça şimdi? Serkan ile Hüseyin kardeşlerimize birer forma verin. Onlar oynayacaklar.” Formasını giyinmiş, otuz yaşlarında ki futbolcuya, “Memed abi, sen biraz yedekte bekle istersen, Sen Memed abinin yerine gir Bora!” Etrafa bakınarak, “Hadi mademki Ramazan, Ahmet ile müdafaa oynayın. Top geçsin, adam geçmesin haa… Kaleci nerede? Neredesin Paşa?”

Paşa, eşofman giyinmiş olarak ortaya çıktı. “Çıkıyor muyuz?”

Sahanın bir tarafında rakip takımın futbolcuları, topla ısınma hareketleri yapmaktaydılar. “Adamlar bizi bekliyorlar. Haydi! Haydi!” Es Esli Ali’ye, “Ali’ciğim, bir taktik filan versen çocuklara?”

Ali, “Hüseyin halleder o işi,” diyerek Hüseyin’e, “Olur mu Hüseyin?” diye sordu.

Hüseyin, “Tamam. Toplaşsınlar da, nasıl oynayacağımızı bir gözden geçirelim...” dedi.

Oynayacaklar Hüseyin’in çevresine toplaştılar.

“Beyler, öyle uzun boylu taktiğe filan gerek yok. Top rakipteyken daima bizim kaleyle topun arasına girin. Karşıdakilere, ayaklarında top tutmamaları için ani presler koyun. Aldığınız topları yerden pas yapın. Her topu ya bana, ya da Serkan’a aktarabilirseniz, iş biter. Tamam mı?”

Bora, “Tamam...” diyerek saha kenarına vardı.

Serkan da hareketlenerek Bora’nın yanına gitti. “Haydi. Gösterelim şunlara günlerini...”

Hüseyin, “Haydi...” diyerek oyuncuları yönlendirirken, herkes koşarak hareketlendi ve sahaya yayılarak vücutlarını ısıtmaya ve topla oynamaya başladılar.

Hakem ortada düdüğünü bağırttırdı, iki takıma da gelmelerini işaret etti..

Sahanın içinde müthiş bir maç başladı. Sinan’ın sahaya sürdüğü profesyonel futbolcular, rakip takımı tiye alarak bir gösteri futbolu oynamaktaydılar.

Saha içi sesleri

“Haydi haydi haydi...”

“Pas ver!”

“Savunma! Pres…”

“Bana at, bana at!”

“Vur! Goool!...”

“Gooolll!...”

Goller arka arkaya atılmaktaydı.

Atılan yeni bir gol sonrası sevinç nidaları arasında skor levhasında “3-0” lik bir skor görülüyordu.

Maç yeniden başladı. Hareketlilik, göze hoş gelen paslaşmalar, v.s...

Sonra, sahanın içindeki maç birden karıştı, gençler itişerek kakışarak birbirlerine sataşmaya başladılar.

Ali İhsan, “Hey, pis herif! Faul yaptın, lanet olasıca!” diyerek bağırmaya başladı.

Sinan, sahanın kenarından haykırarak, “Defol git buradan be! Hakemden daha iyi mi bileceksin?” dedi.

Ali İhsan, iyice öfkelenmişti. “Hakemin de, hepinizin de, canınız cehenneme!”

Hakem, “Hop hophophop... Hakeme hakeret edemezsin!” diyerek cebinden çıkarttığı kırmızı kartı gösterdi. “Atıyorum seni oyundan. Çık dışarı!”

Ali İhsan ona köpürdü. “Adam gibi maç yönetmeyi beceremiyorsun, Allah’ın belası herif!...”

Sinan, “Sen önce ayakta kalmayı öğren. Hanım evladı!...” diye laf attı.

Ali İhsan, Sinan’ın önünden söylenerek geçti, “Puşt herifler!” Az ilerde kenarda oturan Metin’in yanına geldi. “Beceriksiz serseriler! Üç pası yapmaktan acizler,” diye söylenip duruyordu.

Metin, ona arka çıkarak, “Sen boşuna yoruyorsun çeneni. Takımın elemanlarından arka çıkan bir kişi bile olmadı sana.” dedi.

Ali İhsan, “Onların da canı cehenneme!” diye söylenmeyi sürdürdü.

Cemal, Metin’i fark ederek, onlara dikti gözlerini.

Ali İhsan, Metin’e,  Cemal’i işaret ederek, “Şu, sizin sınıftaki aşiret reisi faşo değil mi?” diye sordu.

Metin, başını çevirip Cemal’i gördü. “Ta kendisi.”

Metin ve Cemal göz göze gelerek tehditkar bakıştılar.

“Nedense yiyecekmiş gibi bakıyor bize, zibidi!”

Ali İhsan, üstünü soyunmaya koyuldu.

“Etraftaki adamlarına güvenerek nasıl da kabarıyor bok herif. Yalnız olsaydı, dersini verirdik ama... Bunların, tek başınayken kedi kadar yolu yoktur. Yanlarında birkaç kişi olunca horozlanırlar adama.”

Metin, “Adamları olmasaydı, burnumuzun dibine kadar sokulamazdı böyle,” dedi.

Ali İhsan, “Ne bu halin? Ondan korkuyor musun yoksa?” diyerek Metin’e çıkıştı.

Metin, Cemal’e doğru bir tükürük savurdu. “Boş ver. Korkmuyorum elbette...” Maçı seyrederek, “Çok yakında göreceğim onun hesabını.”

Cemal oturduğu yerde, yanındaki Hülya’ya söylenmeye başladı.

“Pis solcular! Nefret ediyorum onlardan! Milliyetçi olmayan herkesten nefret ediyorum...” 

Hülya, onun söylenmesiyle dönüp bakarak gülümsedi.

“Abartmıyor musun? Hepsi kötü olmayabilir. Hepsinden nefret etmeye gerek var mı?”

Cemal, “Hiçbiri iyi olamaz onların. Tamam mı?” diyerek öfkelendi. “Bunu herkes biliyor... Bugünlerde solculuk hep gündemde.  Onların gündemi işgal etmelerinden nefret ediyorum. Solcu partilerin sloganlarından nefret ediyorum. Neymiş... Sosyal demokrasiymiş...  Onların vaat ettiği sosyal demokrasi zırvalıklarından, köykent masallarından nefret ediyorum...”

Hülya, onun saçmalıklarını gülümseyerek keyifle dinlemeyi sürdürdü.

Cemal, “Lanet olasıca solcu basından nefret ediyorum,” diye sürdürdü.

“Üfff...”

“Ve bize onlarla bir arada yaşamamızı empoze eden masonlardan nefret ediyorum.”

Hülya, “Ha bak, bu iyi işte... “ diyerek güldü. “Ha haha…Hahahaha... En güzel lafı en son söyledin.”

Cemal, onun kendisiyle dalga geçtiğini düşünerek,

“Kapa çeneni Hülya! Yoksa senden de nefret ederim,” diye çıkıştı.

Hülya, ona kızarak, “Asıl  sen kapat çeneni! Şimdi...” dedi.

Cemal, “Solcular gibi konuşmaya başladın. Solcu mu oldun kızım, sen yoksa?” dedi.

“Saçmalama! Ne solcu, ne sağcı; hiç biri bana göre değil. Bu ülkenin bir tek ideolojisi var, o da Kemalizm… Şimdi bu lafları bırak da maç seyredelim…” 

Tam o arada onikinci gol de atıldı, herkes ayağa fırladı.

Kalabalık:

“Gooolll!...Gooolll!...Gooolll!....”

Cemal ayakta, zıplamaya başladı. Hülya, bu abartılı sevinç gösterisini anlayamadan, kayıtsız kaldı.

“İşte bu!”

“Ha ha ha!...”

Herkes sahaya doluştu, futbolcular omuzlara alındı. Golü atan Bora omuzlarda dolaştırılmaya başlandı. Gürültülü, şamatalı görüntüler.. Galibiyete şımaranlardan, yenilenlere sataşanlar da olmaktaydı.

“Güle güle size, yolunuz açık olsun!....”

“Aldınız mı boyunuzun ölçüsünü, pis komünistler!”

“Bir daha gelmeyin buraya!”

 “Ha haha ha!...”

Yenilmiş olanlar, dağınık vaziyette halı sahayı çevreleyen tel örgülerden dışarı çıkmaktaydılar.

Cemal, tel örgülerin dışına çıkmış olan Metin’e seslendi. “Kendinize yeni bir kurtarılmış bölge bulun! Ha haha ha!...”

Metin, Cemal’e yaklaşarak, “Ulan ibne! Kızın eteklerine sineceğine gelsene buraya!...” diye seslendi.

Cemal, oturdukları yerden kalkmaya, onun peşinden gidip kavga etmeye niyetlendiyse de, Hülya onun kolundan çekiştirerek gitmesine engel oldu. Cemal, kızın elinden kurtulmaya çalışarak,

“Bırak bacım, beni!... Gideyim!... Görmüyor musun? Buraya gel ulan ibne dedi. İbne dedi bana...” diyerek ısrar etti.

Hülya, “Otur oturduğun yerde! Seni çağırmıyor o... Duymuyor musun? Gelsene ibne diyor, ibne çağırıyor o... Sen ibne misin?” diyerek güldü.

Metin, onun gelmeye niyetli olmadığını anlayarak, “Öldüreceğim ulan seni!... Ölüsün sen...” diye bağırarak oradan uzaklaştı.

*










( Mevsim Gülbahar-kurtarılmış Top Sahası başlıklı yazı AliKemal tarafından 3.12.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.