Düşümsüz aslında
dönüşüme rağbet etmeyen hüznün katsayısı, bir hezeyana rağbet etmezken
körüklenen o doğum sancısı.
Evrildikçe mesken
tutuyoruz ve der top oluyoruz çömelen dizler kan revan içerisinde kalmasa da
yürek tortusu iken, demli bir çayın koyultulmuş acımtırak ve esef yüklü buharı
ile anbean düşüşe geçtiğimiz.
İmler tehdit etmekte ve
ansızın çöreklenen mutlak bir sancı iken bertaraf etme ihtimalinin en edilgen
tezahürü iken yanık kokusundan arda kalan düş bulutu.
Melekler hıçkırırken ve
kıbleyi karartmaya meyilli anlık bir hüsran Tanrı’nın eşlik ettiği hayat
gayemize serpiştirdiğimiz tohumsu bileşkesi hayal yüklü revnak miladı iken
geçmişi demleyen ve her nasılsa geleceği boykot etmekle mükellef iken zebani.
Hiçliğin kırıntılarını
toplamak ne mümkün ve ne gam, diyebilmek pek akıl karı olmasa da durduk yerde
rest çekmektense kadere isli bir sabah çıkmak yollara…
Sevi dilinin pek de
rağbet etmediği ki imler kadar tehdit yüklü iken atlas yorganımıza sarıldığımız
yine de vazgeçişlerle esef yüklediğimiz hayal öbeği düş zinciri iken
kıstırılmışlığın göreceli lanetindense sığınmak uzantısı iken mimlenmiş ömrün
ve miadı dolmadan göstergeleri yok saydığımız o sarkaç iken en devingen belki
de edilgen bir taarruza maruz kalıp peyder pey sönen aşkın ateşi.
Keşkelerin muhalif
tınısı Tanrı’nın asla haz etmediği ve kırık tekeri siperde terk edilmişliğin
yine de katran karası soytarı bir acı, söz birlikteliği etmişçesine kaşık çatlı
bir sitem kadar da tüketen ama her nasılsa türediğimiz ve de tümlendiğimiz.
Sonsuzluğun haykırdığı
en aykırı mihrap.
Birliktelik iken yine
yüreğin sarnıcı.
Ve aşk, kıblede batmak
bilmeyen bir güneş kadar güleç ve sıcak.
Dünlerden
ibaretmişçesine kelamını esirgeyen gelecek ümidi.
An’dan bağımsız yine de
ansızın dünü yâd edip, devrildiğimiz o hokka.
Başı olmayan yine de
sonlanmakla tehdit eden.
Ve maruz kalmaktansa
hüzne, tepkisizliği dünya denen düzenekte asılsız bir fıkraymışçasına gülmeye
doyamadığımız maskaralığı çocuk neşemizin.
Olmalı mı oldurmalı mı?
Sonu var da mı
erteliyoruz yoksa olduğumuz yerde sayıp duruyor muyuz biteviye ve sobelerken
kaderi büyük bir yanılsamanın peyda olduğu o düzenekte bir efekt miyiz, bir o
kadar sıra dışı belki de görünmezin indinde aykırı bir peyzaj kadar da
yalıtıldığımız?
Muhalif bir lehçe belli
ki isyan addedilen.
Göreceli bir sevinç mi
de boyunduruğunda kurum kurum kuruluyoruz hem de elimizde kocaman bir büyüteçle
seyrindeyken dış âlemin. Ya bize dair o iç ses ne söylemekte de duymaktan ve
bir o kadar yinelemekten imtina etmekteyiz?
Söz konusu olan sadece
benliğin zafer addettiği ya da yalın bir ifade ile görünenden farklı olmak
kadar da rüştünü ispatlamış bir gerçek iken sadece Yaradan’ın bildiği ama bir o
kadar da saklı tuttuğumuz eşraftan.
Günübirlik kimi
sevinçler.
Çalakalem belki de
yordamaya çalıştığımız ve anlaşılmazlığın pervazında çıtkırıldım bir izlek iken
o muhalif göstergesi muğlâk imler kadar da tedirgin ve bir o kadar hezeyan
yüklü.
İşte gelip gelinecek
son nokta: Beşerin zaferi ve Yaratıcının pişmanlık duyduğu bir evrim belki de
kötülük biteviye yükseltirken çıtasını.
Hiçlik püsküren bir lav
nezdinde azdırdıkça muhalif sesleri bizler sadece savsaklıyoruz doğurgan
edimlerden yola çıkıp da varamazken menzile. Ya menzil dediğimiz ne ile eş
değer?
Sizce?
Bil mukabil. Sadece iç
sesin eşleştiği o huzur ve aşkın peyzajında hissettiğimiz en rahvan ve ılımlı
duygu her ne kadar sondan başa sayarken arada sırada tökezlesek de. Hadi
söyleyin, vazgeçmek mümkün mü, önce kendinizden ama daha öncelikli olarak
sevmekten ve umut beslemekten?