Kötü Günün Karalaması
Kendimi iyi
hissetmediğim günlerden birinin tam ortasındayım. Ruhumun derin
karanlıklarından buram buram yükselen o olmamışlık, yarım kalmışlık hissi
çepeçevre kuşatmış sanki dört bir yanımı. Ne yapsam olmuyor ya da ne yapsam
olmayacak gibi. Bir kitap mı okusam, yoksa bir şiir mi? Dost yüzlü birkaç insanla
sohbete mi koyulsam yoksa yüreğimi bir ezginin sol anahtarıyla açıp bir güzel
havalandırsam mı? Şöyle uzun bir yürüyüşe mi çıksam yoksa kendimi işe güce mi
versem? Yoksa tüm bunlara sırt çevirip her canım sıkıldığında yaptığım gibi bir
şeyler mi atıştırsam? Ne yapsam olmayacak gibi, ne yapsam bu yarım kalmışlık,
olmamışlık hissi beni işgal etmekten vazgeçmeyecek gibi. Bu durumda en iyisi
içini dökmek birilerine ya da bir şeylere ama dikkatli olmak kaydıyla elbette. Geriye
tek bir seçenek kalıyor benim için; yazmak. Bende o tek seçeneği uyguluyorum
şimdi. Eminim bu yazının sonunda omuzlarımdaki ağırlık hafifleyecek, ruhumu
sıkıştıran o mengene sıkmayı bırakacak, zihnime vurulan o dev pranga gevşeyecek
ve ben huzurlu bir nefes alabileceğim.
İnsan insanın zehrini alır demiş eskiler.
Ancak kısa ömrüm boyunca edindiğim deneyimler neticesinde anlıyorum ki bu söz
sanırım söylendiği dönemde makbul bir sözmüş. Zira benim yaşadığım bu dönemde
insan bir başka insanın zehrini almaktan ziyade sanki zehirlemek için ant içmiş
gibi. Kime derdini sıkıntını anlatsan; ya içten içe seviniyor, ya bunu bir
zayıflık olarak nitelendirip insanın aleyhine kullanıyor ya da bir kınama
vesilesi olarak kabul ediyor. Derde ortak olmak, derde çare bulmak için
çabalamak, teskin etmeye çalışmak, moral vermek ya da arkadaşının derdiyle
dertlenmek sanki ütopik dünyalarda, romanlarda, şiirlerde ya da tarihin
silikleşmiş sayfalarında kalmış gibi. Bu çağda ne bir dost kalmış insana ne de bir
arkadaş. Ama insanında benim şu an içinde bulunduğum hal gibi durumlarda
zehrini bir şekilde akıtması lazım. Aksi halde o zehir insanın kendisini
zehirleyecek ve daha tehlikeli bir hal alacak. Bu durumlar ben zehrimi kendimi
zehirlemeden akıtmanın bir yolunu buldum elbette. Bu yol benim için yazmak.
Böyle durumlarda bunun çalakalem yazmak olduğunu da açıkyüreklilikle
söyleyebilirim. Yani hiçbir edebi kaygı taşımadan, cümle yapılarına, imla
kurallarına ve anlam bütünlüğüne takılmadan yalnızca yazmak… Yanana ve alt alta
çoğalan cümlelerin oluşturduğu üretme hazzının kederini yok etmesine izin
vermek. Zehirli düşüncelerin zihninden, ruhundan ve yüreğinden her kelimede ve
her cümlede silinmesine şahit olmak… Arada bir soğuk kahveden yudumlamak belki
ya da Yeni Türkü müzik grubundan hüzünlü bir şarkı dinlemek bir yandan da…
Sıcaktır,
soğuktur, gündüzdür gecedir, sabahtır ya da akşamdır hiç fark etmez. Ne zaman
ya da nasıl olursa olsun insan her yerde ve her şekilde insandır. İnsan bazen
belki de ortada hiçbir sebep yokken hüzünlenir. Bu hüzne bir sebep aramak, bir
kılıf uydurmaya çalışmak oldukça boş bir iştir. Çünkü bu birdenbire gelip
insanın zihnini, kalbini ve ruhunu işgal eden bu hüzün insan yaşadıkça gelecek
ve insan yaşlandıkça gitmez olacaktır. Aslına bakılırsa yaşlı olmanın da en
kötü ve en öldürücü yanı budur. Bedeninizin eskimesi, hücrelerinizin artık
kendini yenilememesi, katabolizmanın anabolizmanın önüne geçmesi değil bu
hüznün insanı artık zehirlemesidir ölüme insanı her zaman diliminde biraz daha
yaklaştıran. Zamanla biriken anılar artık taşınmaz bir hale geldiğinde insan
taşımaktan vazgeçer o anıları. Her anı biz iz bırakır insanda. İyi ya da kötü
olarak nitelendirmenin yersiz olduğu bu izler neticesinde izdir işte. Bu izler
yaşlandıkça o kadar çok artar o kadar çok artar ki gerçek insan görünmez olur.
Bu elbette acı vericidir. Zaten insanın yeryüzündeki bu kırık dökük hikâyesi
temelde acı vericidir.
İnsan steril bir
şekilde kendi halinde otururken hayatın bir köşesinde. Bir başka insan gelir
ansızın ve bu steriliteyi, bu temizliği, bu saflığı alt üst eder. Öyle ki kendi
mikrobunu bulaştırır, kendi pisliğiyle kaplar en temiz yerlerini. Hasta eder
sapasağlam kendi halindeki insanı. Ne olduğunu bile anlayamaz insan. Bir anda
perişan olur. Sonrasında gelenleri hoş karşılamaz olur. Kendini güvene almak
için duvarlar örmeye başlar. Ama her defasında o duvarlardan birisi atlar gelir
ve yine mikrobunu, fesatlığını, hasetliğini bulaştırır kendi halindeki insana.
İnsan duvarları daha da yükseltir. Hatta duvardaki pencereleri bile sıkı sıkıya
örer. Ama ne yaparsa yapsın bu hayasız akını engelleyemez. Sonunda insan kendi
inşa ettiği duvarlar arasında havasızlıktan ve güneşsizlikten kendisi
hastalanır. Öyle ki dışarıdan gelen bir mikroba da ihtiyacı kalmaz. Kendi kendini
hasta eder ve ölür. Peki, bunun çaresi nedir? Bunu bilemiyorum. Ancak bir insan
olarak kendi cinsimden yani diğer insanlardan o kadar çok çekiniyor ve
korkuyorum ki bunu anlatamam.
İnsan bir başka
insanın hayatını zehretmek için değil daha yaşanılır kılmak için çaba sarf
etmeli. Hepimiz birbirimizi yok etmeye, sabote etmeye programlanmış kötücül
programlı robotlara benziyoruz. Bundan vazgeçmeliyiz.
(
Kötü Günün Karalaması başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
8.08.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.