Mehmet Akif Ersoy’u hepimiz tanıyoruz. Cumhuriyet Dönemi şairi, gazeteci yazar, veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur’an mütercimi, yüzücü, milletvekili… Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olan İstiklâl Marşı’nı yazan "Vatan Şairi"/ "Milli Şair." Onun İstiklal marşı yazma anısını da bilmeyenimiz pek yoktur. İstiklal Madalyası sahibi bu büyük şairin konulan 500 liralık ödülü de kabul etmeyip Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladığını da illa ki biliyoruzdur.

Mehmet Akif Ersoy, I.Türkiye Büyük Millet Meclisinde milletvekili olarak görev yapmış Anadolu’nun birçok şehrinde camilerde verdiği hutbelerle halkın milli duygularını coşturmuş ve halkın milli mücadeleye destek vermesinde önemli rol oynamıştı. Ve Kurtuluş Savaşını destanlaştırarak yazdığı İstiklal Marşı’nı da millete armağan etmişti.

Onun hayatıyla ilgili pek fazla bilinmeyen iki konu ise içler acısıdır.

Birinci konu şu:

Mehmet Akif Ersoy, 17 Haziran 1936’da Mısır’dan İstanbul’a döndüğünde siroz hastasıydı. (Siroz hastalığını alkol kullananlara özgü bir hastalık olduğunu sananlara Mehmet Akif Ersoy’un hayatı boyunca ağzına hiç alkol değdirmediğini hatırlataklım.) Geldiğinde, hiç mal varlığı ve parası yoktu. 1 Haziran 1936 tarihi itibarı ile 478 lira 20 kuruş emekli maaşı bağlandı. Bu maaş 1936 yılı Ekim ayından itibaren ödenmeye başlandı. Ekim’de toplu olarak 2976 lira olan birikmiş maaşları, emekli cüzdanının son sayfasında yazılı “600 lira borç” düştükten sonra kalan kısım ailesine ödendi ve Mehmet Âkif bundan iki ay sonra vefat etti. 27 Aralık 1936’da Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’ndaki evinde öldükten sonra cenazesi sıradan bir törenle kaldırıldı ve resmi bir katılım olmadı. Mehmet Akif Ersoy’a cenaze töreni bile çok görülmüştü. Devletin bu tutumunu tepki olarak büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı; ne var ki bu gençlerin öncülüğünü yapmış olanlar gözaltına alınarak, “ne sıfatla resmi makamların törene gerek görmediği bir şairin kabri başında toplaşıp, konuşma yaptıkları” sorgulandı.

Mehmet Akif’in Cenaze namazına bir hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof.Dr. Sulhi Dönmezer 5 Ocak 1987 de Tercüman gazetesinde “ Akif’in Cenaze Töreni” başlıklı yazısında o günü şöyle anlatacaktı:

‘…O zamanların ülkemizde egemen tek partinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Mehmet Akif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmazdı….

Bizler alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmını bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akife ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzler genç ağlamaya başladı. …Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali,ne belediye reisi ve ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu.”

Mezarlığı da iki yıl sonra bu gençler tarafından yaptırıldı. Kabri 24 yıl sonra (1960’da) yol inşaatı nedeniyle Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi.

Gelelim ikinci konuya:

Mehmet Akif’in İsmet Hanım’la evliliğinden Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu bulunuyordu. Milletvekiliği yapmış, İstiklal Marşını yazmış, parayı elinin tersiyle itmiş bir dava ve fikir adamı olan Mehmet Akif Ersoy’un bu çocuklarının hepsi bütün hayatlarını büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde geçirerek göç ettiler bu dünyadan…

Büyük oğlu Emin Ersoy askerlik görevini yaptığı sırada, koğuştaki arkadaşlarına Kur’an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı Harbe verilip tutuklandı. Sonra çavuş arkadaşının yardımıyla askeri cezaevinden kaçarak, o dönemde Fransız manda yönetimindeki Kırıkhan’a kadar geldi. Kırıkhan’da yakalanan Ersoy ve arkadaşı Türkiye’ye iade edildi. Cezasını çeken talihsiz adam uzun yıllar yoksulluk içinde yaşadı. Beşiktaş’ta bir çöp bidonunun içinde ölü bulundu.  Duayen gazeteci Çetin Altan, onunla ilgili bir anısında şöyle yazmış: “1961, yahut 62’ydi. Milliyet’deki odamda oturuyordum. Yanımdaki odada da, İttihatçı politikalarına ve arkasından da 1920’ler Ankara’sına karşı çıktığı için; Cumhuriyet’den sonra, Türkiye’de oturması istenmeyen "150 kişilik liste"ye girmiş Refi Cevat Ulunay oturuyordu.

Bir ikindi üstüydü. Aklımda kaldığı kadarıyla güzel günlerden biriydi.

Bayram içeri girdi:

- Sizi biri görmek istiyor, dedi.

- Buyursun...

İçeri traşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla:

- Bendeniz, dedi, Mehmet Akif’in oğluyum...

Bir anda ne olduğumu yine şaşırdım ve nasıl şaşırdım bilemezsiniz.

Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine:

- Oooo buyurun buyurun, nasılsınız... Türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım.

O tavrını bozmadı:

- Rahatsız etmeyeyim, dedi. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim...

Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum...

Ve yine tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım.

O, bükük boynuyla:

- Siz ne münasip görürseniz, dedi.

Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime.

- Durun bakalım neyimiz varmış, gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, -fazla bir şey de yoktu- elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı...

- Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim, dedi ve çıktı.

Aradan bir ay geçti geçmedi. Gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme...

Beşiktaş’daki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu...(08.1999 sabah gazetesi)

Babası Mehmet Akif’in emekli maaşıyla geçinen küçük kızı Suat Ersoy da 1991 yılında üzücü olaylarla karşılaştı. Kızları Ferda ve Selma Argon’la birlikte Beyoğlu’nda yaşayan Suat Hanım evden atılmak istendi. Bu üzücü olayın gazetelerde yer alması üzerine dönemin Başbakanı Turgut Özal, Suat Hanım’a Halkalı’da bir daire tahsis etti. Ancak ekonomik sıkıntılar ailenin yakasını bir türlü bırakmadı. Evini satmak zorunda kalan Suat Ersoy Hanım, Kadıköy’de Vakıflara ait döküntü ahşap bir eve taşındı. Suat Ersoy hanım bu evde zor günler yaşadıktan sonra yaşama veda etti.

Mehmet Akif’in küçük oğlu Tahir Ersoy ise tercüman olarak çalıştıktan sonra emekli oldu. 2000 yılında da karaciğer ve kalp yetmezliğinden vefat etti. Emekli maaşı yeterli olmadığı için Ankara’da SSK’ya bağlı bir hastanede tedavi edilen Ersoy, daha sonra İstanbul’a getirilerek, Esma Hatun Hastanesi’ne yatırıldı. Ancak hastalık iyice ilerlemiş olduğundan tedavi sonuç vermedi ve Tahir Ersoy hayata gözlerini kapadı. Tahir Ersoy’un cenaze törenine de tıpkı babası gibi sessizce kaldırıldı.

Yıllardır şiirleri okunan, fikirleri savunulan ve örnek bir şahsiyet olarak gösterilen vatan şairinin evladıydı onlar, bunu mu hak ediyorlardı?
*

ONDAN SONRA;

Enver Paşa’yı hepimiz tanıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında etkin olan Osmanlı askeri ve siyasetçisi… Onun 1914’te Padişah Abdülmecit’in torunu (Şehzade Süleyman’ın kızı) Naciye Sultan’la evlenerek Osmanlı hanedanına damat olduğunu da bilmeyenimiz pek yoktur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından ve iktidara gelmesini sağlayan önderlerinden olduğunu, 1914’te Almanya ile askeri ittifaka önayak olarak Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesine öncülük ettiğini, savaş yıllarında "Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili" sıfatıyla askeri politikayı yönettiğini ve savaşın kaybedilmesinden sonra gittiği Türkistan’da Bolşeviklere karşı yaptığı bir çatışma sırasında öldürüldüğünü ve Tacikistan’da Çeğen köyüne gömüldüğünü de illa ki biliyoruzdur.

Enver Paşa’nın naaşı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in gayretleriyle Türk bayrağına sarılı tabut içinde İstanbul’a getirildi. Ve ölüm yıldönümü olan 4 Ağustos 1996 tarihinde, Şişli Camii’nde 8 imamın kıldırdığı cenaze namazının ardından Şişli’deki Abide-i Hürriyet Tepesi’nde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Bakanlığı’nca ortak olarak hazırlanan, Talat Paşa’nın yanındaki mezara ‘şaşaalı bir törenle’ defnedildi. Törene dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, Devlet Bakanı Abdullah Gül, Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna, Kültür Bakanı İsmail Kahraman, ANAP Milletvekili İlhan Kesici ve İstanbul Valisi Rıdvan Yenişen’le Enver Paşa’nın torunu Osman Mayatepek’le diğer yakınları katıldı.

Enver Paşa’nın dört kardeşi daha vardı. Kardeşleri Nuri Killigil, Kâmil Killigil (Abisi Enver Paşa’nın ölümünden sonra onun karısı Naciye Sultan ile evlenecek), Mediha (General Kazım Orbay ile evlenecektir) ve Hasene’ydi (Selanik Merkez Kumandanı Nazım Bey ile evlenecektir). Naciye Sultan’la evliliğinden Türkân Mayatepek (ö.1989) ve Mahpeyker Ürgüp adlı kızları ve Ali Enver Akoğlu (1921-1971) adlı bir oğlu vardır

Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran Enver Paşa ve ailesi üzerinden kara bulutlar hiç eksik olmadı. Aile sürgünler, erken ölümler ve intiharlarla sarsıldı. Aralarında yoksulluk içinde bakım evlerinde ölenler oldu.

*

ONDAN SONRA;

Mehmet Akif’in cenazesine ve çocuklarına sahip çıkılmazken II.Wilhelm’in üfürtmesiyle Avrasya İmparatoru olmaya kalkmış ve Berlin kulislerinde Osmanlı Devleti’nin adını Enverland’a çevirmiş; II.Meşrutiyet döneminin astığı astık, kestiği kestik, tanrısal paşası, Enver Paşa’nın naaşının Tacikistan’dan getirilip devlet töreniyle defnedilmesi benim gibi sizlere de manidar gelmiyor mu?

Bilmiyorum sahiden, insan diye kime diyoruz.


NURTEN PARACIKOĞLU & ALİKEMAL


( Mehmet Akif Ve Enver Paşanın Ardından başlıklı yazı AliKemal tarafından 29.11.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.