Oldum olası dayanamam bebek sesine. Yok yok, öyle kibarlığımdan değil. Kıyamam onların böyle ağlama seslerine ben. İşte tamda karşımda ve ne yazık ki bugün aşı günü. Çevremdeki her kadının kucağında bir bebek. Güle oynaya girdikleri odadan çığlık çığlığa çıkıyorlar işte. Neyse, içerdeki hasta çıksaydı, bendeydi sıra. Yok ilaç kullanmasam geçmeyecekti bu hastalık. İliklerime kadar titriyordum. Bedenim hatta kemiklerim bile ağrıyordu. Uzun zamandır böyle üşütmemiştim hani. Kapının üstünde yazan doktor ismi dikkatimi çekmişti. Yeni gelmişti galiba sağlık ocağına. Dilek KOCAÖMER… Yahu ben bu ismi hatırlıyorum bir yerden ama nerden? Sağa sola bakınıp dursam da gözlerim bu isimde sabitleniyordu.

Bir süre böyle aklım gelgitlerdeyken kapı usulca açıldı. Önce kırklı yaşlarda bir kadın. Kapalı, üzerinde lacivert uzun bir pardösü. Başında çenesinin altından bağlanmış yine koyu renkli gül desenli bir eşarp. Elinden tuttuğu yedi sekiz yaşlarında bir erkek çocuğu ile çıkarken doktor ona eşlik ediyor,  bir yandan da son tembihlerini veriyor.

--Bol bol sıvı alsın. Ateş düşürücüleri altı saatte bir değiştirerek verebilirsin.

--Sağolun doktor hanım. Allah sizden razı olsun. Ardından bana baktı doktor. Küt sarı saçları, beyaz teni yuvarlak yüz hatları, iri gözleri. Yahu ben tanıyorum bu doktoru ama.

--Buyurun beyefendi. Dedi. Toparladım kendimi. İçeri giren doktorun arkasından girdim. Bilgisayarın başındaki hemşire bana dönerek kısık bir sesle;

--Evrakları alayım.

--Tabi tabi dedim. Uzattım evrakları. Sonra doktorun daveti ile masasının önündeki sandalyeye oturdum. Boynunda bulunan steteskop, elinde ufak ufak çevirdiği kalem, sol göğsünün üzerindeki yaka kartı ve kendinden emin bakışlarla gözlerini gözlerime dikip derdimi dinlemeye başladı. Anlattım anlattım. Hastalığım belliydi aslında. Şiddetli bir şekilde üşütmüştüm. Doktor hanım da teşhisi koymuş, reçeteyi yazmaya başlamıştı. Muayene bitmişti. Usulca ayağa kalktım. Son bir cesaret sormaya karar verdim.

--Hocam Kusura bakmayın. Ben bir yerlerden tanıyor gibiyim sizi ama. Bir türlü çıkaramadım. Doktor başını kaldırmadan hafifçe gülümsedi. Bir yandan da reçete yazmaya devam ediyordu.

--Ben tanıdım ama sizi. Merakım daha da artmıştı. Sorgu dolu gözlerle baktım kendisine. İki ayrı kağıt uzattı bana.

--Bu reçeteniz.  Bu diğer kağıt ta da üç tane isim yazıyor. Bu üç ismi birleştirirseniz, benim kim olduğumu hatırlarsınız. Dedi. Tabi yine o güzel tebessümünü eşlik ederek.   Şaşkın bir şekilde odasından çıkarken arkamdan seslendi bu arada;

--İlaçları kullanın haftaya yeniden göreyim sizi…

--Tamam, anlamında başımı salladım.

Usul adımlarla çıktım sağlık ocağından. Yerler sabah yağan yağmurlardan ıslanmış, oluşan küçük dereler şehrin tos toprağını katmış gidiyordu.  İşte böyle bir açan bir kapayan, bir soğuk bir sıcak havalar. İşte bu havalar mahvetmişti beni. Elimdeki iki kağıt ile yürümeye başladım. Üşüdüğümü hissettim bu arada. Montumun fermuarını çektim. Kağıdı elime aldım. Mehribaz, Tugay,  Rauf… Bu da neydi şimdi bu isimler. Bu isimler ile ben doktor hanımı nerden tanıyacaktım ki! Mehribaz bu nasıl bir isim! Diye geçirdim içimden. Mehribaz diye bildiğim tek isim ilkokul öğretmenimdi benim. İsmi tekrarlayıp güldüm kendi kendime. Mehribaz.

Tugay… Tugay. Aklımda birkaç uç noktanın bir araya geldiğini hissettiğim anda sokakta direğe çarpmış gibi duraksadım.

Evet Mehribaz benim ilkokul öğretmenim. Tugay da benim ilkokul beşinci sınıfa kadar ki en iyi arkadaşım. Rauf… Rauf Paşa da bizim ilkokulumuzun adı. Eee Dilek… Dilekte oydu işte. Dilek KOCAÖMER…Doktor…

Çehreme yayılan çocuksu bir tebessüm ile aklım yüreğim yıllar öncesine gitmişti…

***

Tugay en iyi arkadaşımdı benim. Sıra arkadaşım, teneffüs arkadaşım. En yakın arkadaşım, Birbirimizden saklımız gizlimiz yoktu. Her şeyini anlatırdı bana. Bende ona her şeyimi anlatırdım. Ya da hemen hemen her şeyimi. Okulun bitmesine de bir şey kalmamıştı. İkimizde on bir yaşında idik.  İlkokul beşinci sınıf.  Bundan sonra ikimizde muhtemelen ayrı ortaokullara gidecektik. Son günler yaklaştıkça daha bir yakınlaşmıştık sanki.

Mevsim bahar olsa da kıştan bir gündü yaşanan. Hava buz gibiydi. Beden dersimiz boş geçiyordu. Sınıfta öylece oturuyorduk. Öğretmen de yoktu. Yine biz Tugay ile kafa kafaya vermişiz sohbet ediyorduk. Sınıfta onca kalabalık, gürültü, nasıl beceriyorsak tüm bu insan ve gürültü kalabalığından kendimizi soyutluyor, birbirimizi çok iyi duyuyorduk. Oldu. İşte tam da o anda oldu. Daha bir yakın hissettim kendimi arkadaşıma. O büyük sırrımı açabileceğim hissine kapıldım.

“Hadi Tugay, gel aşağı kantine inelim. Oralet ısmarlayayım sana!

“Tamam“ dedi Tugay. Usul adımlarla aşağı indik. Herkes derste olduğundan, kapılar kapalı, koridorlar bomboştu. Kantine inip birer tane oralet aldık. E ben ısmarladığım için parasını da ben vermiştim. Kantinin ortasında bulunan masa tenisi masasının arka tarafına geçip, birer sandalye çektik kendimize. Oturup laflamaya başladık. O istediğim beklediğim an yine gelmişti. Tamam, şimdi Tugay’a büyük sırrımı verebilirdim.

--Tugay

--Efendim.

--Ya ben sana bir sırrımı vereceğim. Ama kimseye söylemek yok. Tamam mı?

--Ayıpsın kanka, o kadar sırrın var bende, hangisini söyledim başkasına? “Tamam” anlamında başımı salladım. Sonra konuya girmeye başladım usul usul. On bir yaşın verdiği çocukluk ile ergenlik arasındaki karmaşa içerisinde, yüzüm şekilden şekle girmeye başlamıştı.

--Hani Dilek var ya?

--Hangi Dilek?

--Bizim sınıftaki Dilek?

--Eee?

--Ya ben Dilek’i çok seviyorum. O çok güzel. Bence Dilek okulun en güzel kızı. Tugay bana baktı. Baktı. Baktı. Bir süre hiçbir şey demedi. Derin bir nefes aldı. Hafif tombul, etli yüzünün üstünde kendisine olgunluk katan alnında çizgiler iyice belirginleşti.

--Nasıl olur? Dedi. Ben şaşkın;

--Nasıl, nasıl olur? Seviyorum kanka bu kızı ben. Zaten iri olan gözleri kocaman açıldı Tugay’ın. Kaşları çatıldı.

--Olamaz. Çünkü ben Dilek’e iki yıldır aşığım zaten. Şok olma ve kaşlarını çatma sırası bendeydi.

--Yalan söylüyorsun. Ben deyince mi aklına geldi Dilek. Dilek benim sevgilim olacak. O büyük dostluğumuza gonk çalındığı gün, o gündü.

                Dilek… Ah Dilek. İri ela gözleri, konuşurken gözlerinin içinin gülmesi. Alnına dökülen kakülleri. Upuzun sarı saçları. Bence sınıfın, okulun ve hatta dünyanın en güzel kızıydı Dilek.  Tugay. Alçak Tugay onu nasıl sevebilirdi.

                Bir süre sonra zil çalmış, biz ayrılmıştık Tugay ile.

Bugün küme şeklinde oturuyorduk sınıfta. Sıralardan bir kare yapılmış, ortaya da boş bir sıra konulmuştu. Ve ne tesadüftü ki, Dilek tam karşımdaydı. Ders Türkçe idi. Öğretmenimiz kümeler arasında dolaşıyor bir şeyler anlatıyordu. Ancak ne ders, nede öğretmenin anlattıkları umurumda bile değildi. Aklım fikrim Dilekte idi. Gözlerimle onu süzüyor, göz göze gelince kalbimin atışları iki katına çıkıyor, utanıp kaçırıyordum bakışlarımı. Ama aklımdaydı. Ona karşı bir şeyler hissettiğimi bilmesi gerekiyordu. Cesaretimi toplayıp yapmam gerekiyordu. Bir daha, bir daha göz göze geldik. Tüm cesaretimi toplayıp, evet yaptım. Ona göz kırptım. Şaşırdı. Yüzünde garip bir ifade oluştu. Benim kalbim ise deli gibi çarpıyordu. Biliyordum, bir erkek bir kızı seviyorsa o kıza göz kırpardı. Bende öyle yapmıştım.

Aradan bir hafta geçmişti. Dilek’in tavrı bana karşı biraz değişmişti. Biz Tugay ile yine aynı sırada oturuyor ama artık hiç konuşmuyorduk. İkimizin yüzünde de somurtkan bir ifade vardı. Mecbur kalmadıkça konuşmuyor, teneffüslerde yalnız takılıyorduk. Bir haftadır benle tek kelime konuşmayan Tugay nihayet bana döndü ve ;

                --Bu iş böyle olmayacak. Dedi.

                --Nasıl olmayacak.

                --Konuşalım kendisiyle, ikimizden birisini seçsin. Bu fikir bana mantıklı gelmişti. Bir kızı iki kişi sevebilirdi. Ama önemli olan kızın kimi seçtiğiydi.

                --Tamam. Dedim. Nasıl olacak peki.

                --Gidip konuşacağız, ikimizden birini seç diyeceğiz. Düşündüm şöyle bir. Bu cesareti kendimde göremedim doğrusu.

                --Yok. Dedim. Mektup yazalım.

                --Tamam. Peki. Dedi Tugay. 

Bir gün sonrası idi. İkimizde temiz beyaz Türkçe defterimizden birer yaprak kopardık. Birimiz sağa, birimiz sola döndük. Yazılı esnasında kağıtlarımızı birbirimizden saklar gibi yazmaya başladık.

Merhaba Dilek. Bunu söylemek zor benim için. Bu mektubu yazmakta zor. Ama işte böyle oluyor. İnsan en yakın arkadaşı tarafından sırtından vuruluyor. Seni beğeniyorum. Bence sen çok güzel bir kızsın. Ben seni çok seviyorum… Ben bunu hep sakladım. Sendende sakladım. Tugay dan da sakladım. Ama sen biliyorsun sanırım. Geçen küme şeklinde otururken sana göz kırptım. Biliyorsundur artık. Tugay ile biz yakın arkadaştık. Ama artık değiliz. Çünkü o beni kıskandı. Benim sevgimi çekemedi. Ona seni sevdiğimi söyleyince bende Dilek’i seviyorum dedi. Ben ona hiç inanmadım. Çünkü başından beri o çok yalan söyler. Hep yanımda oturur, yazılıda hep bana bakar. Birde hep pis kokar o. Birde çok küfreder. Utanmadan şimdi sana mektup yazıyor birde. Onun dediklerine inanma. Seni gerçekten seven benim. Yarın biraz erken geleceğiz biz okula. Sıramıza oturup senin tercihini bekleyeceğiz. Beni seç olur mu. Seni gerçekten seven benim çünkü...”

Evet yazmıştım. Sanırım Tugay’da bitirmişti. Şimdi sıra bu mektupları Dilek’e nasıl ulaştıracağımıza gelmişti. Ona da çözüm bulmuştuk. İlkokul birinci sınıfta bir çocuğu yakalamıştık.

“Okul çıkışı bu mektupları Dilek’e vereceksin “ demiştik. Çocuk yapmam vermem dediyse de tehditlerimiz işe yaramış, korkmuş, mektupları vermeye razı olmuştu.

Bir gün sonra… Tugay ile ikimizde okula erken gelmiştik. Sıramıza oturmuş heyecan ile Dilek’in hangimizi seçeceğini bekliyorduk.

Ve beklenen an gelmişti. Dilek tüm zarafeti ile sınıfın kapısından girmiş küçük adımlarla yanımıza doğru yaklaşıyordu. Yine saçları örgü, elinde kocaman çantası vardı. Kalbimiz küt küt atıyordu. Acaba hangimizi seçecekti. Yaklaştı. Yaklaştı. Yaklaştı. Sonra kendisinden beklenmeyen çeviklikle o koca çantasını kaldırdı. Bir benim kafama vurdu, bir Tugayın kafasına. Bir bana, bir Tugay’a, Bir bana bir Tugay’a…

                ***

                Hatırlamıştım. Doktor hanım benim ilk aşkımdı…

 

 

 

( Doktor Hanım başlıklı yazı V.AliKızıltepe tarafından 25.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.