Avrupa’nın siyasi rengini I. Elizabeth, Korkunç İvan, XIII. Louis ve III. Murat gibi güçlü hükümdarların belirlediği bir dönemde, kıtanın gözlerden uzak bir yerinde, halen eski batıl inançlardan kurtulamamış bir ülke bulunmaktaydı: Transilvanya. Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisi altındaki bu topraklarda kan, gizem ve terör kokan garip gelişmeler yaşanıyordu. Bu küçük ülke, adeta bir sır kutusuydu. Tarihin ücra köşelerinde uzanan bu toprakların, en az kendisi kadar gizemli bir efendisi vardı: Elizabeth Bathory. Ya da icraatları sebebiyle kendisine yakıştırılmış ve gerçek isminden daha fazla bilinen lakabıyla Kanlı Kontes...

Tarih kitapları Elizabeth Bathory’nin bir ‘vampire’ olduğunu yazmaktaydı.

Vampir, günbatımı ile şafak arasında dirilerek mezarından çıkıp insanların kanını içen mitolojik bir yaratığa denildiğine göre, Elizabeth Bathory bir vampir değildi elbette; o, 7 Ağustos 1560 tarihinde Macar Krallığına mensup Bathory ailesinin kızı olarak doğmuş ve çocukluğunu Ecsed şatosunda geçirmişti. Macaristan’ın Osmanlılar ve Avusturyalılarla gerçekleştirdiği savaşların yaşandığı bu dönemde Elizabeth Bathory iyi bir Protestan genç kız olarak yetiştirilmişti. Son derece zeki bir kızdı; öyle ki Transilvanya Prensi’nin bile zar zor okuma yazma bildiği bir zamanda o Macarcadan başka Yunanca, Latince ve Almancayı akıcı bir şekilde konuşabiliyordu.

Öte yandan o, tam 650 insanın kanını içmişti. Doğup yaşadığı Transilvanya’da onun kurbanı olan ‘kanı çekilmiş’ cesetleri bulan halk, bu vahşeti yaratanın bir insan değil, ancak bir vampir olabileceğine inanıyordu.

Mevsimler ard arda gelip de asırları çoğalttıkça kendisi ve kurbanları toprak olmuş, ama o uğursuz isim: Elizabeth Bathory, ya da daha çok bilinen şekliyle, ‘Kanlı Kontes’, bir çok vampir hikâyesine ilham kaynağı olmuştu. Bram Stoker de 1897’de yazdığı ünlü ‘Kont Drakula’ isimli romanında onun yaşamından esinlenmişti.

Günümüzde pek çok vampir öyküsünün temelinde ‘Kabil ve Lilith’ olduğu söylenir. Onların öyküsü ilk vampir öyküsüdür. İlk insanlar ve ilk vampirler… İkisi de aynı dönemde yaratılmış. Ve tabii ki, günümüzde aramızda ellerini kollarını sallayarak dolaşmaktadırlar. Vampir avları düzenlenen 1730’lu yıllarda ünlü filozof Voltaire bu konuya şöyle bir yorum getirmiştir: “Gerçek kan emiciler mezarlarda değil, aramızdadır. Borsa spekülatörleri, tüccarlar ve işadamları halkın kanını her gün emmektedirler. Bunlar kesinlikle ölmüyorlar ama yaşarken çürüyorlar.” Karl Marx’ın konuya yaklaşımı da benzer biçimdedir: “Sermaye ölü emektir. Ancak canlı emeğin emilmesi ile vampirlere özgü biçimde hayat bulur. Ne kadar emerse o kadar hayat bulur.”

Biz asıl efsanelerin öykülerine dönelim:

Adem ve Havva’nın ilk oğulları olan Habil (Abel) ve Kabil’in (Cain) hikayesine göre Tanrıya adak adayan iki kardeşten yalnızca Habil’in adağı kabul görür, bunun üzerine Kabil duyduğu kıskançlıkla kardeşi Habil’i öldürerek lanetlenir.

"Sen ve senin çocukların, bu diyarda gezdiği sürece karanlığa tutunacaklar. Sadece kan içecekler. Sadece kül yiyecekler. Bir ölü gibi yaşayacaklar, fakat ölmeyecekler. Son günlere kadar dokunduğunuz her şey yok olacak!"

Bu lanetle Kabil acı bir çığlık atar, gözlerinden kan gelir. Kanı bir kabın içine doldurur ve içer. Böylece Kabil ilk katil ve ilk ölümsüz olarak dünyayı dolaşır. Kabil’in çocukları da olur, bir şehir kurarak ona oğlu Hanok’un adını verir. (Günümüzde bu şehrin Urfa olduğuna inanılıyor.) Kabil daha sonra Adem’in ona boyun eğmeyi reddettiği için sürgün edilen ilk karısı Lilith ile birleşir ve Kızıldeniz civarında Nod adında bir kente yerleşir. İblislerin anası olan Lilith, hiçbir şey yiyemeyen Kabil’i hayatta tutmak için ona kendi kanından verir ve böylece kendi soylarının ilk vampirlerini oluştururlar. (Bu Lilith’in en son kocası ise SAMİ HOCA VE ALKARISI isimli öykümde anlattığım gibi SAMİ EMEKLİ’dir.:. www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=156196 )

Bir diğer vampir efsanesi de M.Ö. 1800’lü yıllara, Babillilere dayanıyor; fakat, sadece folklorik tarihsel araştırmalara konu teşkil ediyordu.

Benzer şekilde antik çağa ait ‘Delphi Yazıtları’’nın bir bölümü vampirlerin nasıl ortaya çıktığına dair bir aşk öyküsüydü.

Bunlardan başka M.Ö. 700 yılları civarında yazıldığı tahmin edilen, orijinali Sanskritçe’den pek çok dile ve yerel Lehçeye çevrilen ‘Vikram ve Vampir’’de, Hindistan’da kimi kadınların uyurken kana susamış yaratıkların saldırısına uğradıkları anlatılıyordu.

Yine, 1001 Gece Masalları’nda dişi vampirlerle ilgili öyküler yer almaktaydı.

Keza Gine’nin Camma kabilesinde Ovengua adlı yaratık, ya da Borneo adasındaki Dayak kabilesinde Buau adlı yaratık da benzer inanışlara dayanıyordu.

Asıl vampir efsanesi ise Orta Çağda, 1200’lü yıllarda İngiltere’den başladı. Galli rahip Walter Map, bir vampirin bütün bir köy ahalisinin kanlarını emmek suretiyle öldürdüğünü iddia etti. Map’ın iddiasına göre köyde sağ kalan son kişi kılıcını çekip kana susamış vampirin kafasını ensesine kadar ikiye bölmüş ve tehlikeyi sona erdirmişti.

Bütün bunlar gerçekliği kanıtlanmamış birer efsaneydi. Gerçekliği belgelere dayandırılan ve belgeleri halen Macaristan devlet arşivinde saklanmakta olan ilk vampir vakası ise Elizabeth Bathory’nin hikayesiydi.

Her ne kadar halk arasında insanların kanını içtiğine inanılarak bir vampire olduğuna inanılsa da, hizmetçilerine ve çalıştırdığı kızlara inanılmaz işkenceler yapan ve 650 genç kızı öldürmekle suçlanan bu kadın, aslında tarihin en kanlı sadistlerinden biriydi.

Oldukça zengin ve ülkedeki en güçlü Protestan ailelerden biri olan garip bir aileye mensuptu. Bathorylere mensup birçok savaş kahramanı, bir kardinal ve geleceğin Polonya Kralı bulunuyordu. Öte yandan, Elizabeth Bathory’nin kimi akrabalarının da sicili pek parlak değildi. Söz gelimi Elizabeth Bathory’nin amcalarından birinin Satanist ayinlere düşkün bir simyacı olduğu biliniyordu. Halası Clara hizmetçilerine işkence yapmaktan zevk alan, tanınmış bir lezbiyen ve cadıydı. Erkek kardeşi Stephan ise ayyaş bir cinsi sapıktı. Yine çocukluğundan beri onunla ilgilenen bakıcısı da kara büyüyle uğraşan ve ayinlerinde küçük çocukları kurban etmekten çekinmeyen biriydi. Ailesindeki pek çok insan çeşitli ruhsal hastalıklardan muzdaripti. Çevresinde öyküneceği yeterince kötü örnek olan Elizabeth Bathory’de de çocukluğundan beri birtakım anormallikler vardı. Acımasızlığıyla şöhret kazanan kuzeni Transilvanya prensi Stephen gibi Elizabeth de çocukluğundan itibaren ani öfke nöbetleri geçirmekteydi ve cinsel kimlik bozukluğuna sahipti. Elizabeth Bathory’nin bu durumda bir seri katile dönüşmemesi neredeyse imkansızdı.

Henüz altı yaşındayken, kişiliği üzerinde derin izler bırakacak bir olaya şahit oldu. Şatoya eğlence için bir grup Çingene çağrılmıştı. Bunlardan biri, çocuklarını Türklere satmakla suçlanarak ölüm cezasına çarptırıldı. Tek derdi, çalgısıyla ekmeğini kazanmak olan adamın, kulakları sağır eden feryatları Elizabeth’in dikkatini çekmişti. Şafak vakti dadısından kaçtı ve adamın nasıl cezalandırıldığını görmek için şatonun dışına çıktı. Dışarıda yere yatırılmış bir at vardı. Askerler atın karnını yarıp ölüm cezasına mahkûm edilen adamı, sadece kafası dışarıda kalacak şekilde, can çekişmekte olan hayvanın içine soktular. Sonra da atın karnını diktiler! Hem at hem de zavallı adam, çığlıklar içinde çırpınarak öldü. Elizabeth bu olayı baştan sona izlemiş ve içindeki tuhaf mekanizma işlemeye başlamıştı. Böylece küçük yaştan itibaren, asi köylülerle başa çıkma yolunun acımasızlıktan geçtiğini öğrenmişti. Akranlarına terbiye, saygı gibi kavramlar öğretilirken, Elizabeth şiddet konusunda hiçbir sınırlamayla karşılaşmamıştı.

Elizabeth oldukça hızlı gelişiyordu. Uzun simsiyah saçları ve bembeyaz yüzüyle olağanüstü bir güzelliğe sahipti. Kehribar rengindeki gözleri bir kedininkileri andırıyordu.

Erkek giysileri giymeyi ve erkek oyunları oynamayı seviyordu.

Bu esnada bir köylüyle masum bir aşk yaşamaya başlamış ve ondan hamile kalmıştı.

Onu hamile bırakan köylü acımasızca işkenceden geçirilerek öldürüldükten sonra, babasız olarak dünyaya gelen kızı, Elizabeth’in yaşamı boyunca bir daha ortaya çıkmamak şartıyla bir köylüye verilmişti. Elizabeth bu sırada henüz 12 yaşındaydı ve sevdiği erkek elinden alındığı için artık o bir canavara dönüşecekti…



Devam edecek…



( Kanlı Kontes… başlıklı yazı AliKemal tarafından 4.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.