1 Karım, Ben Ve Eftelya…



Aşırı sıcaklar ve yüksek nem oranı yüzünden değil konuşmak, nefes alamaz haldeyim. Karımın kendi kendine konuşur gibi sürekli söylenip durmasından üstüme alınmam gerekenleri alıyorum, ama doğrusu onunla çene yarıştıramam. Makinalı tüfek gibi mübarek.

“Her Allah’ın günü aynı sıkıntıları yaşamaktan bıktım, usandım! Uykusundan kalkan deniz kıyısına kaçıyor. İşin bir ucundan ben de tutayım diyen yok! Kalktığı yatağı düzeltmek yok! Kahvaltı yaptığı masayı toplamak yok! Böyle gelin düşman başına! Tabii… Evde bir hizmetçi var nasıl olsa! Markete git Neriman, çamaşırları, havluları yıkayıp ütüle Neriman, yemek yap Neriman, faturaları ödemeye git Neriman, tuvaletin kıç yıkama musluğuna kum dolmuş, muslukçu çağır Neriman… Her şey yetmiyormuş gibi, bir de şu sebzelere bak; yarısı çürük, yarısı çamur…”

O en son söylediği, ‘tuvaletin kıç yıkama musluğuna kum dolmuş, bir muslukçu çağırıver de tamir etsin,” lafı bana aitti. Banyoya girip büyük abdestimi yaptıktan sonra kıçımı yıkamak için musluğu açtığımda bütün apartmanı inleten su borusunun mekanik titreşimi yok mu, hani ‘tııııığğğnnn!....” diye uzayıp giden, aha o ses komşuları rahatsız etmesin diye söylemiştim o lafı; ne bileyim ben bu kadar ağrına gideceğini. Ha, şimdi diyeceksiniz ki, ‘ona söyleyinceye kadar kendin çağırsaydın ya muslukçuyu!’ Yok efendim, ben çağıramazdım, çünkü benim telefonum yok, kullanmıyorum, muslukçunun telefonu da onun cep telefonunda kayıtlı. Dört bin lirayı bastırıp aldığım akıllı telefonu yaş gününde babamızın hayrına hediye etmedik herhalde; zırp pırt fotoğraf, video çekip facebookta paylaşmayı biliyor ya, muslukçuya da telefon edip çağırıversin. Yukarıdaki sitemlerinde gelinine yaptığı göndermeler gözünüzden kaçmamıştır umarım. Bu akıllı telefonla çekip facebookta paylaşıyor dediğim fotoğrafların ve videoların yüzde doksanı, şikayet edip yerin dibine soktuğu bu geliniyle ve onun doğurduğu iki torunuyla alakalı. Facebookta arkadaş listesinde ekli olanlar mutlaka denk gelmiştir; her paylaştığı resmin altında mutlaka şöyle yazılar vardır: “Sevgili gelinimle filan restaurantta düşman çatlattık…”, “Canım kızımla (kızım dediği gelini) diskoda gece yarılarına kadar göbek attık, düşmanlarımız çatlasın…” Yani, anlayın artık; bana daha fazla dedikodu yaptırmayın…

Bu kadın milletinin hem sürekli hareket edip onca işin altından kalkabilmesine, hem de durmadan konuşmayı becerebilmesine akıl sır erdiremiyorum. Ben sizinle dedikodu yapmaya dalmışken karım hala konuşuyordu.

“Marketten dönerken Nezahat ablaya denk geldim. Onun da geliniyle torunları gelmiş. Ay, o gelinini öve öve bitiremedi! Ben ondan aşağı mı kalacağım? O ne deyip övdüyse, onunkileri ikiye katlayıp ben de bizimkini övdüm. Bir de gelip ne mal olduğunu görse… Seni de sordu. Ben de ne yapsın işte, burnunda oksijen makinasının hortumu, kıçından soluyup oturuyor, dedim…”

Eminim bu son lafı bir tepki göstermem için özellikle etti. Ona cevap vereyim de, daha çok laf üretebilsin. Yok öyle yağma! Duymazlıktan geldim. Ömrümü onunla tartışarak tükettim ve onu alt edebildiğim hiç bir tartışma hatırlamıyorum. Sükut altındır! Artık leb demeden leblebi diyeceğini ezbere bildiğimden, dönüp dolaşıp aynı şeyleri dinlemekten vaz geçtim.

“Rıfkı!... Dinlemiyor musun beni, ne? Eşek osurmuyor burada!”

Bu son tavır, kayıtsız kalmayı sürdürürsem kafama oklavayı yiyebileceğimin habercisi olduğundan zoraki bir ilgiyle, “Ne dedin karıcığım? Bir şey mi dedin?” dedim.

“Ebenin körünü dedim!”

“Ha, iyi o zaman…”

Bir an, omuzlarını gerip göğüslerini şişirerek saldırıya geçecek gibi oldu, sonra sustu; yıkayıp pakladığı sebzeleri yemek için doğramaya başladı.

Onun bu sükunetinden istifade ile aklım bir takım hinliklerle meşgul olmaya başladı. Saatime baktım, iki buçuğa geliyordu. “En iyisi denize gitmek,” diyordu aklım, “bikinili lolitaların etrafındaki yerler kapılmadan…” Aklıma uymak en büyük zaafımdır. Evden bir an önce çıkıp iki yüz metre mesafedeki deniz kıyısına ulaşmalıydım. Mesafe iki yüz metre de olsa yürüyemiyordum, akülü oksijen makinamı yanıma alıp akülü tekerlekli sandalyemle gidecektim.

“İyice bunaldım oturmaktan, gidip torunları bulayım deniz kıyısında, biraz onlarla takılayım,” dedim.

Her zamanki klasik cevabını verdi. “Git! Burada bir boka yaradığın yok zaten, hiç olmazsa ayak altında olmazsın…”

Zaten gece gündüz bir şortla gezindiğim için ayrıca giyinmem gereken bir şey yoktu. Deniz havlum ve şemsiyem de tekerlekli sandalyemde hazır dururdu hep; yapmam gereken garajdaki tekerlekli sandalyeme ulaşmaktı.

“İyi madem, gideyim madem,” diyerek ayaklandım, odama geçip oksijen makinesini alarak bahçeye indim. Tekerlekli sandalyeme oturdum, oksijen makinesini özel sepetine yerleştirip çalıştırdıktan sonra hortumunu burnuma sokuşturarak yola koyuldum.

Güneş hala yakıp yıkıyordu ortalığı. Tatil için gelmiş tüm lolitalar ortalıktaydı. Bakışlarını arada bir üzerimde hissediyordum. Tabii ki, her birinin gözünde bir erkek değil, sadece özürlü bir moruktum.

Deniz kıyısında uzaktan gelinimle torunlarımı görerek, onlardan uzak bir tarafa yöneldim. Bikinisi bol bir kalabalığa yaklaştım. Bir süre bakındım. Yanyana şezlonglarda sereserpe güneşlenen albenisi bol genç kadınların hemen yakın çevresinde göğüsleri bacakları bol kıllı röntgenciler yerlerini almışlar, lolitaları ya birbirleriyle muhabbet ediyor havalarında yan gözle dikizliyorlar, ya uyuyor havalarında kıstıkları kirpiklerinin arasından dikizliyorlar, ya da gazete okuyor ayaklarıyla gazetede açtıkları bir delikten dikizliyorlardı. En yaygın taktikleri ise koyu, aynalı bir güneş gözlüğü takıp arkasından dikizlemekti. Gördüğüm bir boşluğa ulaştığımda tekerlekli sandalyemden inip havlumu sererek ben de aralarındaki yerimi aldım.

Açtığım şemsiyenin gölgesinde bile güneş arsızlığını yapıyordu. Acaip bunalmıştım. Bir gayret denize ulaşıp kendimi suyun içine salıvermeliydim ya, o eforu sarfedememek kaygısından bir türlü ayaklanamıyordum.

Artık bunalmanın da ötesinde, sıcaktan tansiyonumun iyice düştüğünü hissettiğimde gözümü karartıp ayaklandım, soluklana soluklana suya ulaştım. Suyun serinliğine sırtüstü bıraktım kendimi. Açılmaya başladım. Güneş kızgınlığı yok olmuş, yerini bedenime huzur veren bir serinlik almıştı. Etrafım cıvıl cıvıl sesler çıkartarak yüzen, oynayan gençlerle doluydu. İçime onların enerjisinden yansıyan bir canlılık doluyordu. Gençleri bir süre kıskanarak seyrettim. Sonra gözlerimi yumdum, yaşlanmadan önce ne kadar enerjik olduğuma dair anılara daldım. Hep böyle kalmalıydım, çıkmamalıydım hiç kıyıya. Yeniden Deniz kızı Eftelya ile, eskisi gibi…

Kafamın içinde bir takım sesler, sanırım işitsel halüsinasyonlar:

“Açık denizlere ver yönünü, at kulaçlarını açığa; ki, kirli ayak izlerinden uzaklaşasın toprağın. Deniz kızı Eftelya bekliyor seni, az ötede.”

Deniz kızı Eftelya! Benim ilk aşkım… İlk aşklar hiç unutulmuyor nedense.

“O öldü!”

“Sus! Büyük aşklar ölümsüzdür, ölümsüz yüreklerde. Senin rotanı balık burcu çizdi gizlice. Yüzmeye başla haydi! Denizkedisi eşlik edecek sana, korkma!”

Henüz kırılmamış bir hayalin misafirperverliğinde Eftelya ile mürüvvete doğru pembe bir umutla yolculuktayım.

“Anlat onu bana…”, “Konuşma şu an suskun kal…”, “Suskun kalma bana onu anlat…”, “Dokun ona…”, “Şu an gözlerim gözlerinde…”, “Seviş sadece…”, “Konuş…”, “Konuşma şu an dur…”, “Deniz kızı Eftelya, sen… Aşk…”, “Sonsuz aşk…”, “Sonu var gençliğin, yaşamın, ölümün, aşkın da…”, “Hayır sonu yok aşkın, oraa... yüreğinde…”, “Küçücük dünyama kocaman aşkınla iyi ki girmişsin deniz kızı Eftalya…”,

Hiçbir huzuru ağız tadıyla yaşayamıyordunuz. Kulaklarıma ulaşan çığlıklar o kadar güçlüydü ki, işitmemem mümkün değildi.

Adam boğuluyor!” diye bağırıyordu birileri.

Birileri de, “kalp krizi geçirmiş olabilir, hiç çırpınmıyor!” diye…

Kim boğuluyorsa boğulsun, bana ne! İçime dolmuş olan huzuru terk etmek niyetinde değildim, duymazdan geldim sesleri. Gelmiştim işte, tam da onun yanıbaşındaydım; benim için önemli olan tek şey buydu. Koyu kumral saçlarını rüzgara koyuvermişti, yarı aralık dudaklarıyla gülümsüyordu. Aşkı görebiliyordum onun silüetinde...

Güneşin alevini suratımdan silmek istedim, başımı suyun içine sokarak...

“Sen misin?”, “Evet…”

Eftelya! Çırılçıplaktı. Kollarını belimden doladı, balık süzgeçlerini ve kuyruğunu sallayarak beni alıp götürmeye başladı.

“Hey! Korkma, rahatla biraz, ben yaşama yeniden tutunmanı sağlamak için yanındayım.”

“Yaşama yeniden tutunamam ki, aşksız…”

“Hayatını bir irdelersen aşkı onun içinde bulabilirsin… Karınla…”

“Karımla olmuyor. O, sadece konuşuyor. Çok sıkılıyorum onun yanında…Konuşabileceğimiz hiçbir şey yok aramızda.”

“Aşk konuşarak yaşanmaz ki… Karın güzel bir kadın…”

“Evet ama, bakmıyor kendine…”

“Senin de bakmadığın gibi. Sigarayla ciğerlerini yok etmişsin, onu koluna takıp bir gezmeğe götürmekten bile acizsin. Önce yaşamayı öğrenmelisin. Aşk, yaşamayı bilenler içindir. Karını seviyor musun?”

“Bilmem ki… Uzun zamandır düşünmüyorum bunu.”

“Düşün! İlgi göster karına! Gözlerine bak mesela, öp…İlk flört ettiğinizdeki gibi, ilk kez öpüyormuş gibi… Ona yardım edebileceğin işler bul, mesela sebzeleri sen yıka, sen doğra. Bir çoban salata yap, ya da ne bileyim turşuyu sen kur. Oturduğun yerde yapabileceğin bir sürü iş bulabilirsin.”

Şimdi de kahrolasıca bir siren sesi çınlayarak doldu kulaklarıma. Öyle güçlü çınlıyordu ki, onun gürültüsüyle korkarak kaçtı, gitti Eftelya. Karımın yine o cırlak sesi çıktı ortaya birden.

“Deli misin, nesin sen? Kıyıdan niye açıldın o kadar? Salak herif! Boğulup gebermek mi istiyordun?...”

Kendi kendime, “Ah Eftelya, ah! Duyuyorsun işte… Nasıl mutlu olabilirim ben bu kadınla?” diye söylendim.

Karımın gösterdiği kısacık tepki: “Ne!... Ne diyorsun sen?”




( Karım, Ben Ve Eftelya… başlıklı yazı AliKemal tarafından 1.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.