Sami Emekli, çay bahçesinde yakalandığı eski bir öğrencisini mecbur kalmış masasına buyur etmişti. Oğlan, hani, yok oturmayım, filan deyiverse, hemen sen bilirsin, kendine iyi bak filan deyip sepetleyecekti ya, tam tersi olmuş, aylardır kursağımdan bir bardak sıcak çay geçmedi, bi çayını içim madem, diyen oğlan masaya hemen oturmuştu. Boru değil tabii, bir bardak çay iki bin lira; böyle herkese her gün çay ısmarlamaya kalkışsa, evin yolunu bulamazdı. Oğlanın, kursağımdan aylardır bir bardak sıcak çay geçmedi, bir bardak çay içmeye param yok, şeklindeki ajitasyonunu pek inandırıcı bulmayarak, "kursağımdan aylardır bir bardak sıcak çay geçmedi ajitasyonunu pek inandırıcı bulmadım," dedi. "Kursağından aylardır bir bardak sıcak çay niçin geçmedi? Anlat bakayım!"

"Canım hocam benim, biliyorum inanmıyorsun bana... Senin yerinde ben de olsam inanmazdım vallaha! İnanılacak bişi değil ki!"

Sami Emekli eski öğrencisine kızdı. Siz değerli okuyucularım da kızdığını, "Anlatma madem be dümbük?" diyerek eski öğrencisine çıkışmasından anlayabilirsiniz.

"Bizzat yaşamış olmasaydım, vallahi de tallahi de anlatmazdım, canım önüme aksın!"

Eski öğrencisi, bu kadar çok yemin edince de yumuşadı.  Siz değerli okuyucularım yumuşadığını da kurduğu cümledeki sevecenlikten anlayabilirsiniz.

"Eh, anlat da dinleyeyim madem, evladım."

Şayet bu cümleden onun yumuşaklığını anlamadıysanız, kendisiyle karşılaştığınızda yanaklarından bir kesme alarak ne kadar yumuşak bir adam olduğunu anlamanız mümkündür.

"Anlatayım hocam...  Ha, bu arada ben bir ulusal basın organında çalışıyorum hocam."

Eski öğrenci başladı anlatmaya:

Çalıştığım gazetenin tirajı iyiden tükenikti. Ne reklam geliri kalmıştı, ne de ilan... İktidara muhalif olduğumuzdan kamu ilanlarının verilmediği yetmiyormuş gibi, iktidar partisinin sürekli ithamları yüzünden adımız ergenekoncuya çıkartılmış, genel yayın yönetmenimiz, önemli köşe yazarlarımız ergenekoncu diye içeri tıkılmıştı. Vatandaş dahi bu gaza gelip kayıp kimlik ilanlarını bile gazetemize vermez olmuştu.

Yeni genel yayın yönetmenimiz nereden ezberlemişse, bir "direne direne kazanacağız!" sloganı ezberlemiş, maaşların yetmediğinden yakınarak azcık zam dilendikçe, bizleri karşısına alıp, "evet, maaşınıza zam yapamıyoruz, ama sizlere parayla satın alamayacağınız bir onur kazandırıyoruz. Direne dire kazanacağız!" diyerek nutuklar çekiyordu.

Öte yandan onur kazancımız arttıkça enflasyon da artıyor, maaşların ise satın alma gücü gitgide azalıyordu. Borç harç geçinmeye çabaladıkça da iyice batıyorduk. Herkes elde edebildiği kadar çok kredi kartı elde etmiş, elde edilen kredi kartlarının hepsi batırılmıştı. Birbirimize hava atmak için, "ben beş tane kredi kartı batırdım," diyenlere, "o da bişi mi lan, ben on tane batırdım," diyenler oluyordu. Maaşına, evindeki eşyasına haciz gelmeyen yok gibiydi. İcraya verenler kuyruğa geçmişti. Hacizin biri bittimi hemen sonraki devreye giriyordu. Bunun havasını da, "benim maaşta üç tane hacizci kuyrukta," ya da "benimkinde beş hacizci kuyrukta," diyerek atıyorduk.

Gazetecilik mesaisiz işti, yani çalışma saatlerimiz günün yirmi dört saatiydi; öyle siz öğretmenler gibi hem öğretmenlik yapıp hem de taksi şoförlüğü yapmak gibi bir imkanımız yoktu ki, ikinci bir işte çalışalım da geçimimize katkı yapalım.

Ev kiralarını ödeyemedikçe ev sahipleri tarafından sokağa atılır olduk. Yeni bir ev tutmak ne mümkün? Yok depozitoydu, yok eşyaydı... Biz de ne yaptık? Başladık hanımlarımızı çocuklarla beraber anasının evine yollamaya. Böyle böyle çoluk çocuğuyla yaşayan bir Allah'ın kulu da kalmadı. Hanımların çoğu, madem bakamıyorsun, bana senin gibi koca niye gerek, diyerek başladılar boşanma davalarını açmaya. Maaşlara kredi kartlarının haciz kesintilerinden başka bir de nafaka kesintileri binmeye başlayınca elimize geçen maaşla anca bir kuru ekmeğe talim eder olduk. Ne zaman bu durumumuzu genel yayın yönetmenimize arz etsek, yine karşımıza dikilip başlıyordu nutuk çekmeye. " Evet, evinize ekmek götürecek para veremiyoruz, ama sizlere parayla satın alamayacağınız bir onur kazandırıyoruz. Direne dire kazanacağız!"

Hepimiz gazete matbaasının, ofisin bir köşesine sığınıp barınmaya başladık. Bu durum gazetenin genel yayın yönetmenini de memnun ediyordu ki, ses etmiyordu. Niye etsin ki, gazeteyi baskıdan çıkartacak bütün elemanlar elinin altında hazır askerdi.

Bu duruma tahammülü kalmayanların çatlak sesleri çoğalmaya başladıktan sonra, iktidar partisine muhalefetten başka gazete yönetimine muhalefet yapılmaya da başlandı. Artık gazete çalışanları da, "direne direne kazanacağız!" diye sloganlar atmaya başlamıştı.

Başlamıştı da, kimin umurunda? Birilerinin, emekçinin sesine kulak vermesini sağlamak gerekiyordu; bunun için de örgütlenmek şarttı. Bir kaç elebaşının yol göstericiliğinde çabucak örgütlenildi. Örgütlenme tamamlanır tamamlanmaz da grev kararı alındı. İlla ki insanca yaşamaya yetecek bir maaş alınmadan greve son verilmeyecekti. Bunun için de maaşların hiç olmazsa iki katına çıkarılması gerekiyordu.

Grev kararı alınır alınmaz aramızdaki köstebekler genel yayın yönetmenine haberi uçurdu.  Genel yayın yönetmeni de gazete patronuna. Aralarındaki konuşmayı sekreter hanım kendi kulaklarıyla duymuş.

Genel yayın yönetmeni patrona, "Çalışanlarımız grev kararı almış bulunuyor efendim. Durum vahim..." deyince,

Gazete patronu genel yayın yönetmenini şaşırtan bir karşılık vererek, "Adamlar haklı!  Bu pahalılıkta verdiğiniz maaşla nasıl yaşasın bu insanlar?" demiş.

Tabii bu diyalog sekreter kanalıyla çalışanlar arasına bomba gibi düştü. Herkes başladı, patronun ne kadar emekçi dostu olduğundan bahsetmeye...

Gazete patronu gazete binalarında barındıkları için zaten toplu halde bulunan çalışanların karşısına çıkarak başladı nutka: 

"Değerli çalışanlarım! Yüce Türk Milletinin milli davasının ne kadar önem arz ettiğini bilmeyeniniz yok, değil mi?" diye söze başladı.

Çalışanlar birbirlerinin suratına bakarak, yüce Türk Milletinin milli davasının ne olabileceğini anlamaya çalıştılar, ama nafile; hepsinin suratından cehalet akıyordu ve herkes cehaletinin anlaşılmaması için, bu milli davanın nemenem bir şey olduğunu bilmediğini belli etmiyordu.

"Sevgili çalışanlarım! Türk Milletinin milli davasına tüm mesaimizi adadığımız şu dönemde, sizlerin grev kararı aldığınızı duyunca vallahi billahi kulaklarıma inanamadım. Hayır, nolamaz, bizler Türk Milletinin milli davasıyla tebelleş olurken, benim çalışanlarım, emekçi kardeşlerim grev yapamaz, yapmaz, dedim..."

Dinleyenler mahçup oldular, milli davaya ihanet etmiş olmaktan dolayı utanıp üzüldüler.

"Saygıdeğer yoldaşlarım! Maaşlarınızın iki misline çıkartılmasını istiyormuşsunuz. İki misli arttırılsa ne olacak ki, yetecek mi? Yetmez... İki misli de yetmez, üç misli de yetmez, dört misli de yetmez... "

Dinleyenler arasında hafif bir uğuldama duyuldu. Onlar ne ummuştu, emekçi dostu patronları neler diyordu. Büyük adamdı bu patron, büyük!

"Sayın dostlarım! Sizlere arzetmem gereken bir ayrıntıdan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Yüce Türk Milletinin bu milli davasının en zor günlerini yaşadığımız şu günlerde, birliğimizi, beraberliğimizi daha da güçlendirerek korumalıyız. Ve... Ben, yüce Türk Milletinin milli davasının hepimizden çokça fedakar olmamızı beklediği bu dönemde, para gibi, maaş gibi maddiyatçılıklara kapılmayacağınıza inanıyorum. Çünkü yüce Türk Milletinin milli davasının bir sonuca ulaşması, ancak ve ancak, siz emekçi vatandaşlarımızın mücadelesiyle gerçekleşebilecektir."

Nutkun burasında kopan müthiş alkıştan anlaşılan oydu ki, asil emekçi kardeşlerimiz direnişten vaz geçmişlerdi ve fedakarane bir şekilde işlerinin başına dönmeye hazırdılar.

Patron, "emekçi kardeşlerim, sizin hepinizden, yüce Türk Milletinin milli davasının  bu en zorlu döneminde iş başı yapıp, daha çok çalışmanızı, daha verimli olmanızı rica ediyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum!"

Herkes, "Yaşasın milli davamız!" diye bağrışarak tempo tutuyordu. Hiç kimse, hiç kimseye nedir bu milli dava, diye sormuyordu. Bir Türk milli davasını bilmiyorsa, onun Türk olduğundan şüphe edilmeliydi.

Sami Emekli, anlatılanlara inanamadı. Eski öğrencisine o kadar çok acıdı ki, "gel evladım, seni bir içkili restauranta götürerek karnını doyurup rakı ısmarlayayım. O kadar çok acı çekmişsin, belki içkiyle teselli bulursun," dedi.

Eski öğrencisi hocasından hiç ummadığı bu teklifin karşısında şaşkınlığa düşerek, "ama, ama sen, eskiden yobazın tekiydin hocam. İçkiyle, miçkiyle işin olmazdı," deyince,

Sami Emekli, dertli dertli,  "ah, ah, sorma evladım," dedi. "Burada Kamil Oğuz Mangırcıklıoğlu adında biriyle arkadaş oldum. Ondan sonra da işte böyle baştan çıktım," diye karşılık verdi.

( Yüce Türk Milletinin Milli Davası... başlıklı yazı AliKemal tarafından 9.06.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.