MEVSİM: GÜLBAHAR
r o m a n
Dağın tepesinde, bir kaya kütlesi üstünde yer alan kale, bin yılın rüzgârlarıyla yerle bir olmuştu. Kale surlarına ait aşınmış duvar taşları olmasa buranın bir kale kalıntısı olduğunu anlamak mümkün olmazdı; hiç kimsenin, oraya tarihi bir değer biçtiği de yoktu zaten.
Kale
kalıntısının dışında, dağın eteklerinde yer alan on haneli mezra, hayvancılıkla
geçinen insanların yaşadığı, tulum peyniriyle ünlü Kayaköy’dü.
Muş Bulanık’da dağlar arasında unutulmuş, senede bir iki defa uğrayıp köyün
tulum peynirini satın alan toptancı tüccarların dışında geleni gideni pek
olmayan, tabir-i caizse Allah’ın bile siktirettiği bir yerdi. Köyün tek yol
bağlantısı, kıraç arazinin tabanında yağıştan yağışa su tutan, çakıl taşlarından
ibaret bir dere yatağı boyunca, Muş - Bulanık karayoluna kadar beş kilometre
tutan toprak bir yoldu. Tek görünen yeşillik o dere yatağındaki ağaçlar ve
küçük bahçelerdi.
Kayalıklardaki
kale kalıntılarının belirlenmiş hiçbir tarihi değeri yoktu, ama Kayaköy’ün
burada kurulmasının tek nedeni o kalıntıların yer aldığı kayalıklardı.
Kayaköy’lüler için o kayaların önemi, kayalıklarda yer alan inlerden dolayıydı,
çünkü tulum peyniri üreticiliğinde en önemli ihtiyaç peynirin soğukta
depolanmasıydı ve onlar doğal bir buzdolabı vazifesi görmekteydiler. Üstelik
inlerin doğal olarak bulunması da gerekmemekteydi; kolayca eşelenebilen bir
madenden oluşan bu kayalıklarda kendi ininizi bir kazma kürekle kolayca
yaratabiliyordunuz.
Bu Nisan
ayı, hatırlanabilir Nisan ayları içinde en ıslak geçeni olmuş, ay boyunca yağan
yağmurla eriyen kar sularıyla Kayaköy deresi Bulanık Çayına katıldığı yere
kadar gidilemez yol kesilmişti. Nisan sonlarına gelindiğinde yağmurlar kesilir
kesilmez köye takım elbise içine kravat takmış götlü göbekli birçok adam gelip
gitmeye başlamıştı. Önce seçim var sanılmış, gelenler seçim palavraları
sıkmadan, geldikleri gibi gitmişlerdi. Birkaç salak köylü gelenlerin harabelere
turistik gezi yapan turistler olduğunu söylemeye başlamış, akla başka bir neden
gelmeyince köyün bildik geçinen kanaat önderlerinin de onayıyla bu öngörü genel
kabul görmüştü. Ta ki, Mayıs ayı gelir gelmez, gelen gidenlerin ayağı kesilip
de, hiç gelen giden kalmayınca bu öngörünün de yanlış olduğu anlaşılmıştı.
Çokbilmiş kanaat önderlerinin, o kelli felli adamların köyü günlerce istila
etmelerinin nedenini bilememekten dolayı sinir krizleri geçirmeye başladıkları
günlerde, aşiret
reisi ve milletvekili Celal Kabaloğlu, yanında bir çuval dolusu
para ve bir noter kâtibiyle çıka gelerek onları bu sıkıntıdan kurtarıvermişti.
Hem de iki satırlık bir diyalogla:
“Beyim, her şeyi olduğu gibi bunu da anca siz bilirsiniz. O
adamcazlar köyümüze niye akın ettiler ki?”
“Neye olacak
canım! Ben yolladım onları. Bir taş ocağı açmak için arazinizi satın alacağım
da, gidin bir bakın bakalım, kaç paradan satın alayım, diye değer ölçmeğe
yolladım…”
“Aman beyim,
ne değeri olurmuş bu taşlı yamacın?”
“Öyle
demeyin… Ben Allah’tan korkarım. Sizin de çoluk çocuğunuz var. Hakkınız neyse,
fazlasınla ödemem gerek. Noter beye tapu belgelerinizi teslim edip verin
vekâletinizi ki tapuhanedeki işleri yapıp bitirelim çabucak!”
On haneden
dokuzu kuyruğa girip ellerindeki tapu belgelerini noter kâtibine teslim
etmişti. Noter kâtibinin daktilosuyla bir şeyler yazıp bitirmesini beklemişler,
sonra o yazılanların altında imzala denilen yerleri parmaklarını basarak
imzalamışlar, Celal beyin önüne varıp teslim aldıkları tomar tomar banknotu
pantolonlarının, ceketlerinin ceplerine sokuşturmuşlar, oralara sığmayanları
ise gömleklerinin eteklerini pantolonlarının kemeriyle iyicene toparladıktan
sonra koyunlarına sokuşturup evlerinin yolunu tutmuşlardı. Bu tören
tamamlandığında Ali Elmas’ın kuyruğa girmediği fark edilmiş, buna şiddetle
kızan beyefendiye, Ali Elmas’ın Bulanık Yetiştirme Yurdunda müstahdem olarak
çalıştığı, köyde bulunmadığı için kuyruğa girmediği söylenerek kızgınlığının
şiddeti biraz olsun hafifletilmişti.
Koskoca
aşiret reisinin Kayaköy’lüleri bu şekilde ödüllendirmesi için Allah’a büyük bir
hayır etmiş olmalıydılar. Buna dair rivayetler de muhtelifti. Buna da imam
efendi; ki, kendisi köy muhtarının kardeşi Hüsrev’den başka birisi değildi,
hemen o günkü ikindi namazında, “Hayır da, şer de Allah’tandır. Ahali aksatmadan camiye devam
etmektedir ve de imal edilen peynirde hiç hile yapılmamaktadır. Elbet
beyefendiyi araç ederekten ödüllendirir Allah…” diyerek
kendince son noktayı koymuştu.
*
Köylüler, bu
eşkıyanın Kabal aşiretiyle düşman olduğunu duyarlardı, bilirlerdi. Hamido’nun,
babasını öldürten Kabal aşireti ileri gelenlerinden intikam almak için dağa
çıktığı, hatta onlarla bir çatışmasında tek gözünden vurulup tek göze kaldığı
her tarafta bir efsane gibi anlatılırdı. Anlaşılan o ki, Kayaköylüler arazilerini
Kabaloğlu’na satmakla Hamido’yu çok kızdırmışlardı. Muhtar boynunu bükerek
eşkiyabaşını sakinleştirmek için kekeleyerek bir şeyler söylemeye çalıştı.
“Ağam,
bilirsin ki kim kuvvetli ise biz onun kulu olmak ile mükellefiz. Kabaloğlu
gelmiştir, gücünü getirmiştir dikmiştir karşımıza, bizi kulu etmiştir. Şimdi,
silah Hamido ağamızdadır, şimdi onun kullarıyız… Hamido ağam derse ki satmayın
ulen arazinizi, hemen yarından tizi yok ki, Kabaloğlu’na veririz paralarını
alırız tapularımızı.”
Bu laflar
eşkiya başını daha da kızdırmaktan başka bir işe yaramadı.
“Ulen, siz
Kabaloğlu’nun karşısına dikilip al paranı, ver tapumu diyebilecek adam mısınız,
deyyuslar! Deseniz de, o siktir olun gidin karşımdan deyince ne yaparsınız, he!
Onu demeye Hamido ağam gibi dirayetli bir adam gerekir. Hamido ağam sizin namı
hesabınıza Celal Kabaloğlu’na yollayacak paraları ve de tapularınızı alacak
elinden. Haa, sonra da, bi daa araziyi o Kabaloğlu deyyusuna satmaya
kalkışmayacaksınız, ona göre! Tamam mı ulen!”
Köylüler
üzülsünler mi sevinsinler mi, bilemeden, minnetle eşkiyabaşının elini eteğini
öpmeye koyuldular.
“Tamam ağam,
Hamido ağamız versin paraları alsın tapuları madem. Biz ant olsun ki bidaa
Hamido ağamızın hasımlarına satmaya kalkışmayız arazimizi…”
“Tamam.
Kuruşunu eksiltmeden getirin aldığınız paraları teslim edin bana bakim!”
Köylüler
birer eşkıya nezaretinde evlerine dağılarak, evlerindeki tomarları getirip
açılan bir çuvalın içine sıkıştıra tıkıştıra doldurdular.
“Kuruşunu
eksiltmediniz inşallah! Kabaloğlu, Hamido ağama kuruşu eksik bunun deyip
hakaret ederse, vallah gelir canınıza okur, ona göre haa!”
Herkes, “yok valla,
hepisini teslim ettik,” diye uğuldadı.
Bu işlem
bitip de, eşkıyalara gitmek üzere yol göründüğünde Kayaköylüler bu büyük belayı
hiçbirinin burnu bile kanamadan savuşturmuş olmanın huzuruyla hemen orada,
topluca, ikişer rekât şükür namazı kılıp, yarım kalan uykularını tamamlamak
üzere evlerinin yolunu tuttular.