Kurban bayramının son günüydü. Madam oturmaya geldiğinde, Müslüman bayramında bayramlaşmaya gelen bir hıristiyanı sempatiyle karşılamıştık. Ne var ki, gelişinden çok geçmeden asıl niyetini ortaya koyunca, bu sempati anti sempatiyle yer değiştirivermişti.

"Özür dileyerek, sizden başk"a bir eve tasinmanisi rica etmeye gelmisim…"

Başka bir eve mi? Yani, evi boşaltmamızı mı istiyorsunuz?"

"Evet…"

"Ama Madam, böyle damdan düşer gibi! Bir kusurumuz mu oldu da…"

"Yok efenim, estagfurullah… Sisin gibi iyi bir komsu basim üstünde… Maamafih, bu daireyi ve kendi oturduğum daireyi satmis bulunuyorum… Bendeniz İstanbul"a dönmek üsere kardeşlerimden davet almisim, fakat evin alicileri demektedir evi bos teslim almak isteriz yoksa istemeyis…"

Evi satın alanlar, evleri boş teslim almak kaydıyla satın alacaklarını söylediklerinden kadıncağız telaşa kapılmıştı.

Babam, madamın mazeretini olumlu karşıladı.
Hiçbir zaman ev sahibi olamadık, ama kiraya verilen evlerin hepsi bizim sayılırdı.

Madam, evimizin nakliye masraflarını da üzerine alınca, annem iki gün içinde yeni bir ev tuttu; tutulan evin kirası da daha ucuz olunca iki gün içinde taşındık.

Safinaz ablaya veda bile edememiştim, ama o benim için değerliydi, çarşıda yanına gider görüşürdüm.

Bahçelievler"de, köşe başındaki iki katlı bir binada, üst kattaki salon gibi geniş bir sofası olan iki odalı bir eve taşındık. Bu evin de mutfağı önünde küçük bir balkonu vardı. Binanın iki sokağa bakan dış yüzlerinde dükkanlar vardı; bana tahsis edilen odanın altındaki dükkan bir marangozhaneydi, diğerleri de bir terzihane ve bir dernek lokali. Dükkânların arkasında kalan kısımda, bizim alt katımızda da tek odalı küçük bir başka ev vardı, yaşlı bir karı koca olan Muhittin Amca ve Meryem teyze ile oğulları Mehmet oturuyordu. Binanın dışında evin giriş kapısının hemen yanında da, sanırım dükkanlara mahsus bir hela vardı. Helayı zaman zaman yoldan geçenler de kullanıyorlardı.
Yeni evimize taşındığımızın hemen ertesi günü Seyitgazi"ye döndüm.
Seyitgazi"ye büyükbabasının evine Ramazan bayramında gelmiş olan Mesut, bu defa, Kurban bayramında gelmemişti. Üzüldüm.

Seyitgazi Atatürk İlkokulunda geçirdiğim bir yılın, Eskişehir Ziya Gökalp İlkokulunun beşinci sınıfında geçirdiğim bir yıldan farklı bir yanı olmadı. Her iki okulda da şöyle doya doya arkadaşlık yapabileceğim bir grubum olmamıştı.
Sınıfımda aynı sırada oturduğumuz Kırkalı Nazmi, en iyi arkadaşımdı. En çok ondan yakınlık görüyordum. Şişmandı. Geniş, taraklı burnunun toparlak ucu bir sivilceyi andırır gibi kırmızıydı. Burnundan sümüğü hiç eksik olmuyordu, üst dudağının üstünde aşağı doğru inmeye başladıkları zaman, "hıığh!" diye, gerisin geriye burnunun içine çekerdi onları. Bizim evin bulunduğu sokakta otururlardı, okula birlikte gidip gelirdik. Koca götünü kaldırıp ağaçlara tırmanamadığı için, Şefika teyzenin ağaçlarından kendisi için bir şeyler aşırtırdı bana.
İlkokuldan sonra bir daha görüşemediğim Nazmi"yi yıllar sonra askerlikte yaptığım bir kavganın cezası sivildeyken gelince sekiz günlüğüne girdiğim Eskişehir Kapalı Cezaevinde gardiyan olarak gördüm. Beni görür görmez tanıdı, ama tanımazlıktan geldi. Bir daha da yakınıma sokulmadı bile…

Çolak Necati, Bulgaristan"dan Türkiye"ye ailesiyle birlikte göç ederek gelmişti. Türkçeye tam hakim değildi ve kötü bir şiveyle konuşurdu. Sınıfın haylazları iki de bir "macır, macır, götü cırcır," türünde tekerlemelerle rahatsız ediyorlardı çocuğu. Sonunda ben müdahil oldum olaya. Aynı bahçede oturduğumuz Gül öğretmene gittim, "sınıfın haytalarını" şikayet ederek yardımcı olmasını rica ettim. O da sınıf öğretmenimize olayı aktardıktan sonra, haytalar kara tahtanın önüne dizilip avuçları açtırılarak "Bundan böyle Necati"ye sataşanlar bu dayağı gene yerler!" denildikten sonra cetvelle avuçlarına vuruldu.
Necati, kendisi için yapılan bu kayırmadan mutlu halde sadistçe sırıtmaktaydı.

Necati"nin hemen önündeki sırada iki tane kız çocuğu oturuyordu. Kızlar, onun yüzünden dayak yiyen arkadaşları için üzüntüden olsa gerek, "çolak şey, nolcak!" diye mırıldanmışlar.
Necati ayağa fırladı, kendine has şivesiyle bağırmaya başladı: 
"Te be üretmenim! Üretmenim gı…Aha bu kapçın ağzlı gız, dediki, bağa, şulak şey dedi!"

Ne dediğini kendisinden başka hiç kimse anlayamadı. Öğretmenimiz de anlamış gibi yaparak, "tamam, oğlum, anladım. Otur yerine!" diyerek sakinleştirdi onu.

Necati, sınıftaki bu tür aşağılamaların etkisinde kalarak yaşadığı aşağılık duygusuyla derslerde çok başarılı oluyordu. Aşağılık duygusunun insanı teşvik eden, itici bir etkisi olduğunu Necati"den dolayı öğrenmiştim. Ama bunların, aşağılık duygularını aşamamaları durumunda da çevreye verebilecekleri zararların bir kaçını bizzat yaşamıştım…

Okullar tatil olup da diplomamla eve döndükten sonra, bir daha Seyitgazi"ye gitmedim. Esin ablamın yanında Ersin kalmaya başlamıştı.

Seyitgazi"de ablamla geçirdiğim sekiz, dokuz aylık süreçte bir defa bile Seyitgazi"ye gelmeyen annem, haftanın iki, üç günü Seyitgazi"ye gider olmuştu. Hatta babam bile bir hafta sonunda gidip gelmişti.

İlkokul bittikten sonra da arkadaşlığımı sürdürdüğüm tek sınıf arkadaşım Necati"ydi. 

Necati"nin babası Eskişehir"de bir köfteci dükkânında işe girmişti; ailesi, okulların tatile girmesinden hemen sonra Eskişehir"e göç etmişti.

Necati"de tıpkı Mesut ve benim gibi Bahçelievler mahallesinde oturuyordu. Onu Mesut ile tanıştırdıktan sonra iyi bir üçlü oluşturmuştuk. Baş oyunlarımız misket ve langırt (masa topu) idi. Misket oyununda usta olan bendim. Yüzlerce, rengarenk misketim vardı, her gün önüme döküp, her birini adeta okşarcasına sevdiğim... Masatopunda en ustamız Necati"ydi; oğlan o sakat eliyle harikalar, yaratıyordu. Langırt salonun da Necati"yi yenebilen hiç kimse, çıkmamıştı. 
Bir de Eskişehirspor"un maçlarını hiç kaçırmazdık. Eskişehirspor"un fırtına gibi estiği yıllardı. Paramız olmadığı için maçlara bir yolunu mutlaka bularak kaçak giriyorduk. Düz duvara tırmanma becerisine sahip cambazlar gibiydik. Kabalarımıza izlerini bırakan coplar, ellerimize batan dikenli teller fayda etmiyordu; sakatlanan kaçaklar da oluyordu sık sık… 

Benim ayrıca Safinaz ablam vardı ve haftanın bir iki gününde mutlaka onun yanına uğruyordum.

Annemin yokluğu ve babamın işi nedeniyle epeyce başıboş kalmıştım. Günün hemen her saati, langırt salonunda geçmekteydi. Langırt oynamaya para dayanmıyordu, babalarımızın verdiği okul harçlıklarından başka, başka para kazanma yolları arıyorduk. Mesut her ne kadar gayri meşru yollara yanaşmıyordu ise de Necati onun tam tersiydi. Langırt için annesinin en çok yumurtlayan tavuğunu bile aşırıp satmıştı, hatta bir bakır güğümünü de... Bende ondan aşağı kalmıyordum. Annemin yıllardır kullandığı pirinçten bir havaneli ile tokmağı vardı, ben hurdacıya satana kadar; sonra, evimize girip çıkanlardan birinin yürüttüğüne karar verilince ben suçlanmaktan kurtulmuştum.

Bakkala veresiye yazdırıp alış veriş ederdik, aybaşı geldi mi de götürür borcumuzu öderdik. Yaptığımız alışverişin kaydedildiği küçük bir bloknotumuz olurdu. Aybaşı geldi mi, annem, al şunu bir hesapla derdi. Otururdum, sayfa sayfa toplardım tutarları, ama illa ki, bir on, onbeş lira fazla çıkartırdım rakamları. Annem topladığım rakam kadar parayı yolladığında fazla olan bakiyeyi cebime indirir, kalan bakiyeyi de bakkal Ahmet"e teslim ederdim. Benim de aybaşından aybaşına aldığım bir maaş gibiydi bu para. Doya doya langırt oynardık birkaç gün.

Mahallemizin ekmek fırınının bir uygulaması vardı, yüzlük fiş koçanları veriyordu müşterilerine, fiş parasını da veresiye yazıyordu. Mahallelinin başka başka yerlerden ekmek almalarını engelleyip hepsini kendisinden ekmek almaya alıştırmak için akıllıca bir uygulamaydı. Maaşla çalışan babamda bu aylık fişlerden alıyor, evimizin ekmek ihtiyacını bu fişlerle karşılıyorduk. Necati"nin babası ise evin ekmek ihtiyacı için nakit para kullanırdı. Ekmek alması için fırına yollanan Necati, önce bana gelir, ben bizim evin ekmek fişlerinden tırtıklayıp Necati"lerin evine fişle ekmek alırdım. Necati"ye verilen nakit para ile de… (bilin bakalım ne yapardım?) Yaptığım şu idi: Garip babamın iki yakasını bir araya getirmemek için üstüme düşen ihanetleri! 

Sokakta, kapımızın önünde tek başıma misketlerimle oynuyordum. O arada bir bohçacı kadın gelip acele ederek helâya girdi; kadıncağız çok sıkışmış olmalıydı. 
Helâ kapısına doğru yuvarlanan bir misketimi almak için eğildiğimde, gözlerim helâ kapısının altındaki aralıktan içeri doğru kaydı. Helâya giren kadının, aslında bir erkek olduğunu görerek, misketlerimi bile toparlayamadan, korkuyla evden içeri kaçtım.

Görüleni, görme şeklinin suçluluğunda anneme bir şey söyleyemeyerek, hemen evin mutfağına koşturdum. Mutfak penceresinden helâ kapısını ve misketlerimi gözetlemeye başladım. 

Benim için misketlerim altın değerindeydi. Sokaktan geçen bir çocuğun, onları fark edip toplamasını istemiyordum. Ne çare ki, oradan geçmekte olan daha ilk çocuk, onları fark ederek, toplamak istedi. Hemen mutfak penceresini açtım, çocuğa, "hişt! Bırak len onları! Onlar benim!" diye seslendim. Çocuk bir anlık tereddütten sonra geçip gitti.
Bohçacı adam heladan çıktıktan sonra gider gitmez aşağıya koşturup misketlerimi toplayacaktım. Ne var ki, helâdaki bir türlü çıkmak bilmemekteydi. Bekle babam bekle!
Sokaktan geçen bir diğer çocuk daha misketlerimi toplamaya niyetlendi. Baktım, langırt salonundan tanıdığım birisiydi, adını da biliyordum. Hemen camı açıp seslendim: "Hişt, Nezih! Siktir ol git len, misketler benim!" Oğlan, sert tavrım karşısında, korkarak oradan uzaklaştı.

Helâdaki, nihayet dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz da çığırtkanlığa başladı. 

"Çarşafçı geldi, hanım!" 

Sesinde erkekliği çağrıştıran hiçbir tonlama yoktu; hatta benim diyen kadınlardan daha kadınımsıydı.
Bizim dış kapıya yanaşıp tokatladı. "Bohçacı-ı!"
Bohçacı bir an üzerine bastığı bir misketi hissederek yere bakınca, yerdeki cicili bicili misketlerimin üzerine eğile eğile toparladı onları, bir güzel çantasına sokuşturdu. Gıkım çıkmadı tabii ki!

Başında beyaz bir yemeni iki yanağını kapattıktan sonra uçları omuzlardan sarkıtılmış, altında kahverengi tonlarda bluz ve şalvar suya hasret gibi kayışlaşmıştı adeta; kim örtü, çarşaf alırdı ki böyle pis bir satıcıdan. 

Benim annem alırdı.

Annem onun seslenmesini işiterek mutfağa geldi, beni pencere önünden çekiştirip içeri doğru savurduktan sonra pencereyi açıp baktı. Hemen karşı hamleyle ben de sokuldum, maksadım bohçacıyı evin içine sokmasına engel olmak, ama bunun için de onun kadın olmadığını bir şekilde anneme söylemek gerek. Annemin soracağı kesin olan, nereden biliyorsun, sorusunun cevabı oluverse, hemen söyleyeceğim, ama…

Bohçacı onun baktığını görerek, "bohçacı geldi, hanım! Bakmak ister misin?" diye sordu.

Annemin belli ki, almak istediği bir şey vardı. Sordu: "İğne oyan var mı, iğne oyan?"

Bohçacı kadın, şey, yani, adam, gelmiş olduğu istikameti göstererek, "az ötede, minibüste, envaye çeşidi var hanımcım. Alacaksan, şoföre edeyim bi işaret, getiriversin," deyince;
Annem, "Parasında anlaşırsak, beğenirsem alırım tabii, ayol! Almayacak olsam, var mı diye niye sorayım ki?" diye çıkıştı.
"İyi madem," diyerek, bohçacı, yakınlarda olduğu anlaşılan minibüsünün şoförüne yolun ortalarına kadar hareketlenerek işaret vermeye başladı.

Eyvah ki, ne eyvah! Herif girecek eve… Çaresizce, hayal gücümü konuşturdum.

"Anneciğim, sakın sokma onu eve!"

"Nedenmiş o?"

"Şey, valla, gastede okudum dün. Sapık erkekler varmış bi çok, bohçacı karı kılığına girerek, girdikleri evlerde, evdekileri bağlayıp, kadınların kollarından bileziklerini alıyorlarmış."

"Git len başımdan, palavracı!"

"Vallaha palavra değil. İnanmazsan gasteyi bulup getireyim de, göstereyim sana da…"

"Tamam, git, getir, göster!"

Duvara tosladık. Öyle bir gazete nereden bulurum ben şimdi? Biraz daha abartarak ikna edebilir miydim ki annemi? "Ya, bi de benim sözümü dinlesen, ölür müsün? Hem, gastede yazan bişi da vardı. Bohçacı adamlar, girdikleri evde karıların ırzına da geçiyolarmış…"

Annemin pek hoşuna gitti bu, tiz bir kahkaha savurdu. Tabii ki, olacak olan değil, benim abartmam; yanlış anlaşılmasın sakın! Sonra toparladı kendini, beni bir kez daha itekleyerek içeri doğru savurdu. "Hadi bakim, hadi; çık, git, ayak altında dolanma sen!"

"İyi be! Ne halin varsa gör! Kolundaki bileziği aldıkları vakit görürsün," diye söylenerek alt kata indim. Alt katta, arsanın önemli bir kısmını dışarıdaki dükkanlar işgal ettiğinden, geri kalan kullanım alanındaki evin hemen önünde üst kat merdivenlerinin olduğu bir hol vardı. Hemen merdiven altına dalıp, oradaki eski bir dolabın ardına gizlendim.

Az sonra, bohçacının, anneme laf yetiştirerek evin üst katına çıktığını duydum; görmek için gizlendiğim yerden başımı çıkartmaya cesaret edemiyordum. Yok, çıkanların iki kişi olduğu belli oluyordu tahta merdivenlerin tıpırtısından; bohçacı, minibüsünün şoförünü de sokuyordu eve anlaşılan. Bir ihtimal, minibüsten indirttiği bohçaları taşıtıyordu adama. Üst kattaki oturma odasına doluştular. Gizlendiğim yerden ayaklanıp yukardan gelen seslere kulak verdim. 

"Kızıma çeyiz diye alacağım, ama söylediğiniz fiyata almam vallahi!" Bu annemin sesiydi.
"Dört yüz ver madem!" Bu da, bohçacı kadının (pardon, adamın) sesiydi.

"Yüze bırakın da alayım!"

Sinirli bir erkek sesi, öfkeyle, "sen dalga mı geçiyorsun bizimle kadın!" diye bağırdı. O da minibüs şoförünün sesi olsa gerek.

Bir tokat sesi: "Şırrak!" 

Bu da annemin yediği tokatın sesi; çünkü, "neden vuruyorsun hayvan herif! Ne yapıyorsunuz siz, bırakın beni, bırakın!" diyerek haykıran da annemdi.

Annem mi?

Eyvah, adamlar annemi dövüyorlar. Ben, ben ne yapabilirim ki! Az sonra beni de bulur, öldürürdü bunlar. Eyvah ki, eyvah! Merdiven altından sıyrıldım, sessizce sokağa çıktım. Minibüste ki direksiyonun başında kalın bıyıklı bir adam oturmaktaydı. Demek ki, eve giren minibüsün şoförü değilmiş… Adama görünmeden köşeden dönmeyi başardım. Dükkanlardan bir tek terzi açık, onun da sahibi dilsiz Sami amca. Çaresiz ona koşturdum, işaretlerle annemin başına gelenleri anlatmaya çalışıyordum, ama o annemin bir şey istediğini filan sanıyor olmalı ki, yok, yok, diyerek el kol hareketleri yapıyordu.
Aklıma karakola gitmek düştü birden. Hemen üç, dört yüz metre mesafede ki karakola bir solukta ulaştım. Karşıma çıkan ilk resmi kılıklı memura,

"Amca, çabuk, bohçacı adamlar annemi dövüyor, çabuk!" diye, bağıra bağıra olanları anlatmak için uğraştım ya, dinleyen kim.

"Ne bohçacı adamıymış o evladım? Bohçacı dediğin karı olur!"

"Yahu polis amca, vallahi adam!"

h "Otur, otur şöyle bakim de, doğru dürüst anlat şunu!"

Çaresiz oturdum. Korku içinde, "annem bohçacıdan bişi alacaktı, eve çağırdı, geldiler, sonra bağırdılar, sonra dövmeye başladılar," diye diye noktasız virgülsüz bir sürü şey anlattıktan sonra ikna ettim. Bu defa da evin adresini sorup, bir kağıda yazma merasimi gelip geçti. 

Onbeş Dakika… Buraya gelişimden itibaren geçen vakit. Annemi dayaktan öldürmedilerse bile, sıradan geçirmişlerdi her alde.

"Haydisene polis amca kurtarın annemi!"

Bu çığlığım vazifesini hatırlatmış oldu polis memuruna ya, yetkili birisi değilmiş ki! "Gel benimle!" diyerek, peşi sıra sürükleyerek baş komiserin odasına götürdü beni. Asker işi bir tekmil verdi. Elindeki adres yazılı kağıdı uzatıp, "Bu çocuk, şu adresteki evlerinde iki bohçacının annesine gasp ettiklerini bildirmiştir, amirim!"

Baş komiser bilinçli adam çıktı. Telaşla ayaklanıp, polis memurunun elindeki adres yazılı kağıdı kapıp, minibüsü getirmelerini emretti. Bana da, "sen burada oturup bizim dönmemizi bekle evladım," diye tembihte bulundu. O hızla polis minibüsüne doluşup harekete geçtiler.

Karakolda kalan bir iki polis memuru tepeme yığılmışlar, baş komiser dönene kadar olanları anlattırıyorlardı. Nihayet minibüs içinden tutukladıkları üç bohçacı ile birlikte inerek geldiler. 

"Annem? Annem ne oldu komiser amca?" diyerek önlerine fırladım.

Baş komiser, "Annen iyi," dedi. "Merak etme, bir şeyi yok. Hastaneye yolladım, birazdan gelecekler."

Doğruca baş komiser odasına doluştular. 

Ben de daldım içeriye. Baş komiser, "Sen çık dışarı oğlum! Dışarıda bekle!" diye azarladı beni.

Baş komisere, "Bu bohçacı adam benim misketlerimi aldıydı, çantasından alıp verebilir misiniz?" diye sordum.
Baş komiser, bohçacı adama okkalı bir küfür savurduktan sonra, "ver ulan çocuğun misketlerini! Çabuk!" diye bağırdı. 
Adam çantasındaki misketlerimi eksiksiz, avucuma doldurmaya başladı.

*

Sahte bohçacı çetesiyle yaşanan olaydan sonra annem evde duramaz oldu, korkuyordu. 

Seyitgazi"ye, Ersin için gidip birkaç gün kalıp dönerken, artık gitti mi gelmeyi bilmez oldu.Bir hafta, iki hafta… Zavallı babacığımla perişan olmuştuk. 

Evde yalnız olduğum bir gün avluya kara çarşaflı, peçeli iki kadın girip doğruca bizim kapıya gelerek yumruklamaya başladılar.

"Hu!... Komşu!"

Sahte bohçacı korkusu sardı her yanımı, bacaklarım titremeye başladı. Hiç ses çıkarmadan çalıp çalıp gitmelerini bekledim.

Onlar da zaten tıklattıkları kapıyı açan olmayınca geldikleri gibi gittiler.

Babam geldiğinde, " açmadığın iyi olmuş," dedi.

*

( Sahte Bohçacı Çetesi... başlıklı yazı AliKemal tarafından 14.10.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.