Kimi zaman yabancılaştığım yüzlerin ablukası altında kalarak kendime de yabancılaşıyorum. Heyecanla beklediğim kavuşma gerçekleşse de heyecanını yitirmiş artık! Yüreğimin karanlığı içinde yok olmak istiyorum...
*
İlkokul beşinci sınıfa gideceğim yıl, babamın
tayini Eskişehir’de Ziya Gökalp ilkokuluna müdür vekili olarak çıktı.
İncik köy’den Eskişehir’e taşınacaktık, benim
için yeniden dünyaya gelmek gibi bir şeydi bu.
Annem kiralayabileceğimiz bir ev bakmak için
gittikten üç gün sonra, "çok güzel bir ev buldum," diyerek geri
geldi.
Babam için evin şekli şimali değil, kira bedeli
önemliydi; nitekim hemen, " kirası kaç para?" diye sordu.
"Çok ucuz. Sen yüz liraya kadar tutabilirsin
dediydin ya, ben yetmiş beşe tuttum."
Bu iyiydi işte!
"Evi bir görmelisiniz! Senin tayinini
çıkarttıkları okulun tam karşısındaki caddede, bir apartmanın üçüncü katı!"
Bu iyiden de öte bir şeydi. Babam biliyordu ki,
annem öyle şaka yapmaktan anlayan bir kadın değildi, söyledikleri doğru
olmalıydı. Babam, "İyi denk getirmişsin valla, bravo!" diyerek
memnuniyetini dillendirdi.
"Safinaz'ın sayesinde..."
Ha? Annem, Safinaz'ın sayesinde, dedi.
Öyle dedi, değil mi?
Annemin dudaklarına diktim bakışlarımı, az önce
andığı adı tekrarlamasını umarak.
Babam, "Safinaz mı? O da kim?" diye
sorunca, anılan adın 'Safinaz' olduğunu iyice algılamış oldum.
Heyecanla, "Safinaz abla mı?" diye
haykırdım, ama annem bana değil de, babama cevap vermeyi tercih etti.
"Hani, Kütahya'dayken İstasyon yanındaki
evde vardı ya bir Safinaz'ımız; hani, kocası tokat attı diyerekten
kaçtıydı..."
Babam hatırlamıştı. "Ha... O mu? Eskişehir'e
mi kaçmıştı o?"
"Nereye kaçtığı bulunamadıydı; meğersem
Eskişehir'e kaçmış. Seni tayin ettikleri okulun etrafında sokak sokak gezinerek boş bir ev bakınıyordum. Bu
tuttuğumuz evi boş görünce, altındaki kahveciye, ev sahibini soruyordum ki, bu
Safinaz, oracıkta Hanımeli abla diyerekten boynuma sarılıverdi. Şaşırdığımdan
mı, yoksa o mu çok değişmişti, önce tanıyamadım bi, sonra dikkatlice bakınca
hemen tanıdım tabii. Boş evin altındaki ev onunmuş, koluma girip beni, dördüncü
kattaki ev sahibinin yanına çıkarttı. Al takke ver külah, yetmiş beş liraya
evin anahtarını teslim aldı."
Pür dikkat dinlememe rağmen Safinaz abla hakkında
duymak istediğim hiç bir şeyi henüz duyamamıştım. "Bizim taşınacağımız
evin altındaki evde oturuyormuş," diye tekrarlar yapıyordu zihnim; sanki
içimde bir sevinç çığlığı atmak isteği vardı. Bir an önce taşınmalı, bir an
önce kurtulmalıydık hasretimizden.
Köydeki evden eşyaları bir traktör römorkuna
doldurduk, yola çıktık. Yolculuk boyunca ben, römorkun arkasında oturdum, gözüm
eşyalarda, içlerinden düşen olursa traktör sürücüsüne seslenip durdurmak için.
Eşyalar da elle tutulur bir şey olsalar bari…
Kütahya'da ve köyde geçirdiğimiz yıllar sadece
yokluk çektiğimiz yıllardı. Eskişehir'e geldikten sonra ise o "bono"
uygulamalarına son verilmiş, babamın maaşı kuruşu kuruşuna, tam vaktinde ödenir
olmuştu. Bu bizi epeyi rahatlatmıştı. Bu rahatlıkla tutabilmiştik yeni evimizi.
Ev,
Eskişehir Sütlüce semtinde ki bir ara cadde üstünde, dört katlı bir
kâgir binadaydı. Balkonlu. Doğduğumdan itibaren oturduğumuz evlerin hepsi
bahçeliydi, bu bahçeli değil, balkonlu. Balkonlu
bir evde oturmaktan daha havalı ne olabilirdi ki; bizde asortiklere
katılacaktık. Sanki bambaşka bir dünya… Taşındığımız
dar cadde üzerinde, daha birçok dört katlı, balkonlu bina vardı. Binaların
önünde, kaldırımlarda sıra sıra akasya ağaçları ve elektrik direkleri...
Gündüz, kuytulukların içine girmiş, koyulaşmış, yol boyu gölgeli.
Binaların zemin katlarında küçük dükkânlar,
dükkânların üzerinde de üçer kat ev…
Binanın merdivenleri dar ve dikti. O daracık
merdivenlerden babam bir tarafından, annem bir tarafından tutarak eşyalarımızı
taşıyorlar. Ben de gücüme uygun ufak tefek, kırık dökük şeyleri… Safinaz abla bir türlü görünmüyordu. Onun
kapısı önünden her iniş çıkışımda gözlerim kapıda, kulaklarım kapıdan içerde,
ama o yoktu, yoksa çıkardı da gelirdi yanıma yakışıklım diye sarılmak için.
Evin önünde koca bir salon vardı, tabii ki, salonun
dışında da balkon… Arka tarafta da bir yatak odası ile dar, uzun bir mutfak ile
mutfağın dışında küçük bir balkon daha. Küçük balkon arka tarafta bir camiin
minaresine bakıyordu. Annem buna çok sevinmişti, “Oh, ezan beş vakitte evimizin
içinde okunuyormuş gibi olacak,” diyerek sevincini belli ediyordu.
Banyo bu iki tarafın arasında kalıyordu ve
penceresi bir aydınlatmaya bakıyordu. Evin içinde dört dönerek hela aradım,
yok; ev birden bire gözümdeki bütün değerini yitiriverdi. Bu nasıl bir
asortilikti böyle? Kütahya’daki o metruk yatırlı evde bile koca bir hela vardı.
Evin sağını, solunu silerek eşyalarımızı
yerleştiren anneme, “böyle ev mi olurmuş yav; helâsı bile yok!” diye söylendim.
Kadıncağız söylediğimi ciddiye alarak banyoya
gitti, alafranga helânın kapağını kaldırarak içine baktı. “Var ya işte! Gel,
bak!” diye seslendi.
Varmış! Görmek için banyoya girdim. Gösterdiği
şey, helâymış. “Böyle helâ mı olurmuş yav!”
“Öyle,” dedi. “Bu asorti helâ, bunda
çömelmiyorsun, oturuyorsun, öyle yapıyorsun büyük abdestini!”
Hakikaten de asortiklere karışıyorduk galiba…
Bizim üst katımızda, ermeni asıllı bir madam olan
ev sahibemiz oturuyormuş. Madamın evinde, etli bir yemek pişiriliyordu.
Kokusundan anladım. Kızartılan soğanların etin içine katılmasıyla meydana gelen
yahni kokusunu mutlaka algılarım, çünkü en sevdiğim yemektir. Ve en özlediğim
yemek. Sık sık pişiremiyorduk, çünkü evimize sık sık et girmiyordu. Annem
Kütahya’da iken tanıdığı bir sakatatçı dükkanından sık sık kelle eti alırdı.
Hiç kimse hor görmeye kalkışmasın, yahni kelle eti ile, diğer etlerden çok daha
lezzetli oluyor da ondan…
Annem mutfağı yerleştirmişti. Yerleştirmekte
zorluk çekmesini gerektirecek bir mutfak eşyamız da yoktu zaten. Teli yırtık bir teldolap, çatma
bacaklı portatif bir masa ile tabureleri ve kap kacak… Gazocağını yakan annem
üstüne bir tencere dolusu su koyarak kaynatmaya koyulmuştu.
“Ne yemeği yapacaksın, anne?” diye sorduğumda,
Beni, “Bu günlük bir çorba yapacağım oğlum,” diye
yanıtladı.
Bu taşınma telaşesinden sonra çeşit çeşit yemek
yapamazdı herhalde. “İyi,” diyerek onayladım yapılan yemeği.
Yukarıdan algıladığım koku, nefsime
dokunduğundan, “yarın da yahni yapar mısın?” diye sordum. “Canım çekti.”
“Baban, önümüzdeki haftaya maaşını alacak.
Yahniyi o zaman yaparız…”
“İyi madem,” diyerek onu da onayladım.
Kapı çalındığında, annem, “hayırdır inşallah!”
diyerek açmaya gitti.
Madam, koca bir sahana doldurduğu yahniyle içeri
girdi. “Komsicim, yeni tasındiniz. Telaştan fırsatiniz olmamis olabilir. Lütfen
kabul buyurunuz!” diyerek getirdiği ikramı anneme teslim etti.
Yaşlı bir kadındı ve acaip bir şiveyle
konuşuyordu.
Konuşması çok kibardı, sanırdınız ki İstanbul
sosyetesinden. “Ayiriyeten, hoş geldiniz demek için yerlestiğinizde oturmaya
geleceğim efendim. Şimdi yerlesme yorgunluğunuzda mesgul etmeyeyim sizi,”
dedikten sonra da çıkıp gitti.
Annemin masa üstüne bıraktığı bol sulu, salçalı
yahniye baktım.
Annem misafiri geçirdikten sonra, kedinin ciğere
baktığı gibi yahniye baktığımı görünce, “Allah’tan başka bir şey dileseymişsin,
olacakmış bak,” diye laf attı.
Akşam sofrası kurulunca tabureme sabırsızlıkla
oturarak koparttığım koca bir yudum ekmeği yahninin suyuna bandım.
Annem hemen müdahale ederek, “önce çorba,” diye
çıkıştı.
Babam da ona müdahale ederek, “bırak çocuğu!”
diye çıkıştı. “Canı hangisinden çekiyorsa, onu yesin.”
Bandığım ekmeği ağzıma götürdüğümde, yemekte
değişik bir koku algıladım. Ekmeği ağzıma sokamadım. “Bu domuz etiyle
pişirilmiştir,” diyerek masanın üstüne bıraktım.
Babam, “bizim memlekette domuz eti bulunmaz,”
diyerek gülümsedi.
Annem de lafa karışarak, onun lafını tamamladı.
“Domuz etini gâvurlar yer.”
“İyi ya,” dedim, “yukarıdaki kadın da gâvur değil
mi?”
Annem, “gâvur da olsa, buralarda domuz eti
bulamaz,” dedi.
Babam, “o kadıncağız, gavur filan değil, nereden
çıkardınız bunu!” diyerek annemle beni tatlı sert azarladı. “Türkiye’de yaşayan
azınlık tebadan bir vatandaşımız. Gavur diye Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olmayan gayrimüslimlere denilir.”
Ben, “olsun, bunu pişirmiş işte bulup da,”
diyerek ısrarımı sürdürdüm. “Yahni yemeyeceğim ben, çorba yiyeceğim,” diyerek
ortadaki tencereden çorbayı kaşıklamaya başladım.
“Merhaba!” Elinde tepeleme şambaba tatlısı
dolu bir tabakla mutfağa gelen erkek bozması kadın bundan tam yedi yıl önce
tanıdığım, her yeri fıkır fıkır kaynayan, o güzeller güzeli kadın değildi.
I-ıh! Bu onun ablası, akrabası veya kötü bir takliti olmalıydı. Bendeki hayal
kırıklığı onu gördüğüm bu ana damgasını vuruyordu; kadıncağıza karşı soğuk,
yabanıl bir tavır takınmıştım. Bu umursamaz tavrım ona da sirayet etmişti, beni
değil de sofradaki diğerlerini muhatap alarak davranıyordu.
“Hoş geldiniz, öğretmenim. Ne güzel, yeniden
komşu olduk sizinle. Ben de alt katınızda oturuyorum. İşten yeni geldiğimden,
bunları anca getirebildim.”
Sapsarı
saçları ensesinde atkuyruğu gibi bağlıydı. Derin, çipil çipil mavi gözlerini
çevreleyen yüz hatları bir kadından daha çok bir erkeği anımsatıyordu. Bunu,
konuşmasındaki erkeksi tavrı ve giyindiği erkek gömleği ve pantolonu ile destekliyor
gibiydi.
Elindeki
tatlı dolu tabağı masaya bıraktı.
Annem,
“zahmet etmeseydin keşke, be kızım,” dedi.
“Zahmeti
mi olurmuş Hanımeli annem benim? Yeni taşındılar, iyi kötü bir şeyler
hazırlayıp yemişlerdir, ağızlarının tadını da ben ikram edeyim, dedim…”
Annem
bir tek çorba pişirmişti, onu da ortadaki tencerenin içinden kaşıklıyorduk. Bu
durum annemin sıkılmasına yol açıyordu. “Çorba tabaklarını henüz çıkartamadım
da, böyle tencereden...”
Safinaz
abla onun lafını ağzına tıkadı. “Çorbanın tadı böyle çıkar ayol! Eskiden çorba
tabağı mı vardı?”
Çorba
tabakları mı? Çorba yemek için tabak da mı olurmuş? Kendimi bildim bileli,
çorbayı orta yere konulan tenceresinden kaşıklarız biz; annem, bunun utanılacak
bir şey olduğunu düşünerek mi yalan söylüyordu ki?
Safinaz
abla konuşmasını sürdürerek, “I-ımh!... Un çorbası! Bir de severim ki,” deyip
kendisini zorla sofraya davet ettirdi.
Annem,
mesajı aldıktan sonra, “eh, buyur, birlikte yiyelim madem!” diyerek onu sofraya
davet etti.
Masanın
başında oturan babamın iki yanında Ersin ile ben, Ersin’in yanında da annem
oturuyordu; Safinaz abla teklifi ikiletmeden, masayı dolanıp gelerek benim
yanıma oturdu. İşte tam o anda beni ilk kez fark ediyormuşçasına, "E,
yakışıklım, sen nasılsın? Maaşallah, koca bir delikanlı olmuşsun!" diyerek
bir omuzuma dokundu.
Nezaketen,
"iyiyim ben," demekle yetindim.
Annem
bir kaşık getirip önüne bıraktığında eline aldığı kaşığı ardı ardına çorbaya
daldırıp, çorbaları ‘höpürdeterek’ ağzına akıttı. Bir an ara vererek, “çok
nefis olmuş Hanımeli annem,” diyerek koparttığı kocamanca bir ekmek parçasıyla
dudaklarına bulaştığını düşündüğü çorba ıslaklıklarını kuruladı, sonra o ekmeği
ağzına sokuşturup çiğnemeye başladı. Aynı töreni defalarca tekrar etti.
Tencerenin dibi göründüğünde, “Allah bin bereket versin!” diyerek elindeki
kaşığı bir kenara bıraktı.
Ersin,
boşalan tencereye bakakalmıştı. “Bu kadarcık mıydı? Yiyin Allah aşkına!”
diyerek laf attı.
Kadın,
tiz bir kahkaha attı. “Allah anana babana bağışlasın yavrum, pek de
yakışıklısın!” dedi ona. Babam neye güldüğü belirsiz, zoraki güldü. Bana,
tadına varamadığı çorbanın ardından ağıt yakıyormuş gibi geldi.
Annem,
“daha yahni de var; sağolsun üst kat komşumuz getirdi onu da,” diyerek yahniyi
getirip ortaya bıraktı. “Yiyin Allah aşkına!”
Kadın,
“Madam mı? Onun keçi etiyle yahnisi pek güzel olur. Yerim. Siz devam edin,”
diyerek yemeği sürdürdü. Onun, eskiden böylesine yüzsüz biri olmadığını
düşündüm.
Bizimkiler,
bu defa pes etmek niyetinde değildiler; babam bir taraftan, Ersin bir taraftan,
koparttıkları koca koca ekmekleri sahanın içine daldırıp daldırıp soluk
almamacasına tıkınmaya başladılar. Safinaz abla onların yanında yayan kalmıştı.
Bir an haddimi aşıp onlara ayak uydurmak isteyerek ben de o hızla yemeye
başladım; ne var ki, babamdan zılgıtı yemem de gecikmedi:
“Yavaş
evladım! Önünden kaçıran mı var?!”
Elimdeki
ekmek parçası yahniye bakakaldı.
Tatlılara
gözünü diken babamın, “tatlılar çok güzel görünüyor,” diyerek laf atması
üzerine; Safinaz abla, onlarla olan ilişkisini anlattı.
“Kendim
yapıyorum imalatını. Her gün bir tepsi yapıp, götürüyorum çarşıya pazara,
satıyorum. Benim de ekmek param bu…”
Bu
ani itirafı hepimizi bir anda şaşırttı. Şambaba satarak rızkını çıkartması
ilginç göründü gözümüze.
Tatlılar
da çabucak bitti, ama sohbet bitmedi. Safinaz abla anlatıyor, biz dinliyorduk.
Bu işe nasıl başladığından oturduğu evi bu işten kazandığı parayla nasıl
aldığına varıncaya kadar, hayat hikâyesini merakla dinletti. Hele, bankada para
biriktiriş şekli bana değişik gelmişti. Bankalarda vadeleri yılın on iki ayının
birinci günlerinde dolan, birer yıl vadeli on iki adet vadeli hesabı varmış.
Her ay, bir yıllık vadesi dolmuş olan hesabı, hesaba işlemiş olan faizle
birlikte o ay biriktirdiği paralarını da ekleyerek yeniliyormuş. “Bu işi
yapamaz hale gelirsem, benim de her ay alacağım faizler, emekli maaşım olur,”
diyordu.
Hiçbir
sırrını saklamadan bizimle paylaşmasından sonra, ona karşı hissettiğim
soğukluğun yerini, yeniden aileden birine duyulan yakınlık alıverdi.