Eğriöz'ün padişahlık günlerinde dört bir yanı meşe
ormanlığıymış. Köylünün geçim kaynağı da meşe odunundan üretilen mangal
kömürüymüş.
Sonra Yunan gavuru gelip her bir yanı ateşe vermiş. O
koskoca ormanı öyle bir yangın sarmış ki, söndürmenin mümkünü yok. Yangın,
yunanın gelişinden kovuluşuna geçen sürede, tek dikili ağaç kalmayıncaya kadar
aylarca sürmüş. Sonraki nesil yangından artakalan kütüklerle yıllarca evlerinin
odun ihtiyacını karşılamış.
O orman artığı yamaçlarda odun kütüklerini eşelerken
karşılarına sık sık küme mantarı çıkıyormuş. Onların "kuzugöbeği"
denilen yenilir bir mantar olduğunu öğrenmişler, başlamışlar yemeğe.
Bizim Hayri dedenin hikayesi de işte tam burada
başlamış. "Mış"lı geçmiş zamanı kullanmamın sebebi, bu hikayeyi
babamdan dinlemiş olmamdan. Sizlere, babamın anlattığı şekilde, onun ağzından
aktarayım:
"Zaman değirmeni acılarımızı öğütmese hayat yas
tutmayla geçer. Babamla anamın öldüğü gün hayatımın en acı günüdür, lakin o gün
bile hayatın akışı içinde zayi olup yas olmaktan çıktı.
Hayri babam Eğriöz köyünün en yukarısındaki evimizde
Bedia annemle mutlu bir yaşam sürerlerdi. Kendi halinde, mütevazi bir
aileydiler.
Devlet baba, ormandan boşalan yamaçlarda tarla
açılmasını yasakladıktan sonra, buralar köyün ortak merası olmuş, köylü
hayvanlarını buralarda gezdirir olmuştu. Uçsuz bucaksız meraların doğal
zenginliği köyde hayvancılığı çok geliştirmiş, özellikle davar sahibi
köylülerin ürettiği "tulum peyniri" şehirde kapışılır olmuştu.
Hayri baba yaşlı başına hayvancılık yapmayı göze
alamadığından mütevazi iki ineğiyle yetiniyordu. Onları ve sütçü beygirini
sabah serinliğinde merada gezdirirken topladığı mantarları ve Bedia annemin
öğlen üzeri döndüklerinde inekleri sağıp çıkardığı yirmi beş- otuz litre sütü
öğlenden sonra at arabasına yükleyerek şehire götürüp satıyordu. Her gün köyden
şehire yirmi kilometre yolu gidip geliyordu ya, köylü de yüklerini belli bir
ücret karşılığında şehirden köye, ya da köyden şehire onunla yollamayı
alışkanlık etmişti. Sütünün de, mantarlarının da özel müşterileri vardı; şehre
indiğinde götürür her birinin kapısında sipariş ettikleri sütü ve mantarı
dolaşıp yorulmadan teslim ederdi. Onun bu girişimci ruhunu herkes taktir
ederdi.
Ben ve kız kardeşim Ayşe birer ergen oluncaya kadar bu
evde büyümüştük. Ben, askere gidip döndüğüm yıl Almanya Türkiye'den işçi
alımına başlamıştı. Hayri baba olsun, Bedia annem olsun gidişime katiyen
muvafakat göstermese de inat ettim, yazıldım iş ve işçi bulmaya; o yıl içinde
de müracaatım kabul oldu, gittim. Giderken babamdan da, anamdan da helallik
alamadım, kırgın ayrıldık. Çalışmaya başladıktan sonra çeşitli yollar deneyerek
yolladığım paraları kabul etmeyerek iade ettiler. Oysa benim tek gayem köyün en
büyük davarına sahip olabileceğim bir parayı toparlayıp dönmekten ibaretti.
Bunu onlara hiç bir zaman anlatamadım.
Gidişimden iki sene sonra bir akşam vakti halan Ayşe
Münih'teki adresime çıka geldi. O da babam tarafından bir hısımımızla
evlendirilmek istenince, isyan ederek habersizce kaçmıştı. Turist pasaportuyla
gelmişti, ama onu kaçak çalışabileceği bir işe yerleştirerek pasaportun süresi
bittikten sonra da yanımda yaşamasını sağladım. Kısa bir zaman sonra çalıştığı
yerin oğluyla bir aşk yaşamaya başlayınca, oğlanın babası tarafından işten
atılıp üstüne bir de Alman yetkililere ülkede kaçak olarak bulunduğu ihbar
edilmişti. Eşin dostun evinde gizleyerek uzun bir zaman polisten kurtardık ya,
bu ilelebet sürecek bir durum değildi, eninde sonunda bulunup sınır dışı
edilecekti. Tam bu dönemde Alman sevgilisi babasına resti çekip bizim kızla
nikahlanınca bu sıkıntımız da nihayet buldu. Annenle evlenmeme de bu halan
sebep oldu. Ben, Alman hatunlarla hovardalık peşinde koşup dururken, bu halan
bir gün "en samimi olduğum arkadaşım," diyerek anneni getirip
tanıştırdı. Tanıştığımızla evlendiğimiz bir oldu. Nasıl kafaya aldılar da nikah
masasına oturttular beni, hayret! Ama, iyi ki de evlenmişim de senin gibi, kardeşin
gibi evlatlarım olmuş, değil mi?"
Babamın duyduğu bu gurur boş değildi. Kardeşim de ben
de uluslar arası üne sahip birer bilim adamı olmayı başarmıştık. Gene de
babamın övgülerinden aşırı sıkılan biri olduğumdan, onun bize yönelik sözlerine
engel olarak, Hayri dedenin hikayesini anlatmasını rica ettim. Anlattı:
" Merada ki mantarlar yağmurdan yağmura
türediğinden pek tadı tuzu olmayınca, babam da elinde biriken az bir sermayeyle
perma kültür tarımcılığına karar vererek gurme mantar yetiştiriciliğine
başlamıştı. İşi doğru metotlarla yapmayı çabucak öğrenerek başarılı olduğu bir
yatırım yapmıştı ve kısa bir sürede yanında adam çalıştıran bir iş veren
olmuştu. Köylülerin bin koyunla binbir zahmete katlanarak elde ettiği ciroyu
bir kaç kere katlayan bir işi vardı artık.
Kullanılan kompostun (bir nevi organik gübre) üretimi
ve diğer alt yapı için yeni yatırımlar yaparak işi iyice büyütmüştü. Yanındaki
eleman sayısı artmış, hatta Ziraat mühendisi dahi ikame eder olmuştu. Turba
toprağını (torf) dışarıdan getirtip satın alırken, yanında çalıştırdığı Ziraat
mühendislerinden birisinin,köyün aşağısında her yıl yağan yağmur ve karla
bataklığa dönüşen ve sivrisinek üretmekten başka hiç bir şeye yaramayan, bu
yüzden hiç bir kıymeti olmayan sazlığın aslında zengin bir torf yatağı olduğunu
söylemesi üzerine, köy ihtiyar heyetini ve muhtarı bataklığı kurutacağını
söyleyerek ikna ettikten sonra, köy ortak arazisinin satışı kanunen yasak, ama
kiralanması serbest olduğundan noter
sözleşmesiyle kırk dokuz seneliğine kiraladı. On, on beş metrelik sondajlarla
suya ulaşılabilen, nemli, rutubetli ve gölgelik bir alan olan bu arazi mantar
üretimi için mükemmeldi. Hemen işletmesini bu araziye taşımaya başladı. Bu
olaydan sonra bu ziraat mühendisini işletmenin başına tam yetkiyle müdür yapıp
kendini emekliye ayırdı. Bu müdürün ataklarıyla, kültür mantarının yanı sıra
İstiridye mantarı yetiştiriciliğine de el atılarak, üretilen mantarlar,
şehirdeki marketlerden başka civar şehirlere de yollanır olmuştu, siparişlere
yetişilemiyordu. "Eğriöz Kültür Mantarı Yetiştiriciliği" bir marka
adı olmuştu."
Yaşlı dedemin hikayesini dinledikçe onun bu yatırımcı
ruhuna sonsuz bir saygı duyuyordum. Babam anlattıkça, daha bir hevesle
dinliyordum. Bu süreçte dedemle ilişkilerinin ne durumda olduğunu merak ettim.
Anlattı:
Yıllar geçiyor, halan bir yandan, ben bir yandan
mektup üstüne mektup yazıyor, tanıdık, tanımadık bir çok insanı aracı yapıyor,
ama gene de köye ziyaretine gelmemize razı edemiyorduk. Tanıdıklardan öğrendik
ki, annem, mektupların içinde yolladığımız,
sizin ve kuzenlerinizin fotoğraflarını büfenin camekanında sıralayıp,
gelen gidene, " bakın, bunlar torunlarım," diye gösterirmiş. O
zamanlar sizin yaşınız da üç, beş... İşte tam o dönemde, İşletmenin müdüründen
gelen kısa bir mektup, babamla ilişkimizin birden bire değişivermesine sebep
oldu. Müdür, o zamanlar henüz Türkiye'de üretimi yapılmayan sis makinalarından
iki adetini Almanya'dan satın almak istediklerini, eğer işçi sinüsü
kullanılarak getirtebilirlerse çok ucuza mal olacağını yazıyordu. Ona cevaben
istediği sis makinalarını kendi sinüsümüzü kullanarak götürebileceğimizi, fakat
babam evine kabul etmediği için oraya gitmeye çekindiğimi yazdım. Gelen cevabi
telgrafta aynen şöyle yazıyordu: "Babanız torunlarını sabırsızlıkla
beklemektedir."
Hemen bir araştırma
yapıp iki tane sis makinesi satın aldım. Birisini halanın, diğerini de benim
pasaportuma işletip, gümrük işlemlerini de hızla tamamlayarak Türkiye'nin
yolunu tuttuk.
Annemle babam büyük bir coşkuyla ilk kez görecekleri
torunlarının heyecanı içinde sabırsızlanırken, biz de uzun yıllardan sonra
onlarla barışıp kucaklaşmanın sabırsızlığında yollar aştık. Sabah gün ışırken
ulaştık köye. Dört torun birden, "dede, nine," nidalarıyla eve
koşuşturdunuz. Fakat sizi kucaklayacak ihtiyarlardan kapı önüne çıkan yoktu.
Kapı önünde kala kaldınız. Bu sessizliği yadırgayarak arabadaki bavullarla
uğraşmayı bir yana bırakıp eve koşturdum. Kapı kilitli değildi, açtım girdim.
Oturma odasına girer girmez o korkunç manzarayla karşılaştım. Annemle babam yer
sofrasının iki yanında yan üstü yata kalmışlar, sanırsınız uyuyorlar, öylece
can vermişlerdi.
Savcısı, adli tıpı derken sofrada ki yiyeceklerin
analizinden ve yapılan otopsilerinden "mantar zehirlenmesinden"
öldükleri anlaşıldı.
Zavallı babacığım merada gezinirken gördüğü bir yaban
mantarının zehirli olmadığına emin olaraktan anneme mantar yahnisi pişirtip
afiyetle yemeye başlamışlar, yemeği bitirmeğe bile fırsat bulamadan o mantarla
zehirlenip ölmüşlerdi.