1
Akşam akşam telefon çaldığında Aynur açtı. “Mert’le
görüşeceğiz,” demişler.
Mert aldı telefonu. “Buy’run!” dedi.
“Bazı propagandalar yapıyorsun. Vazgeç!” diye bir ültimatom
ile muhatap oldu.
Ne propagandası yapmış olabileceğini düşünmeye çalıştı.
Aklına bir şey gelmedi. Bazı kamuoyu yoklamalarında partilerin oy nispetleri
açıklanırken, kararsızlar, ya da tarafsızlar, diye açıklanan grubun bir
mensubuydu. Atatürkçü düşünce dışında hiçbir ideolojiye inanmadı ve Atatürkçü
düşüncelerinin propagandasını da hiç yapmadı, yani bu konularda renksiz bir
kişiliği vardı. İkinci derecenin birinci kademesinde, Ticaret Şefliği yaparak,
her sabah 7:50’de işe gitmek için uyanıp, kahvaltısını aç karınla yaktığı bir
sigarayla yaparak, fabrika lojmanlarındaki evinden yürüyerek beş dakika çeken
işine kadar, yürümekten üşendiği için,
sahip olduğu motosikletle giderek, belki bir boşluk bulurum umuduyla masasının
çekmecesinde daima okuyabileceği bir kitap bulundurarak, buna karşın sekiz saat
sürmesi gereken işinde on-oniki saat, sıçmaya bile vakit ayıramadan yoğun bir
şekilde çalışarak ve müdürü Yılmaz Gün’la cebelleşip durarak ömür tüketen,
Gogol’un kahramanları gibi sıradan bir servis şefiydi... Gazete bayiinin gözünde,
her ay avuç dolusu para ödeyerek iki üç gazete ve dergiye aboneliğini sürdüren
bir entel, İl Halk Kütüphanesi ve Fırat Üniversitesi kütüphanesi görevlilerinin
gözünde bütün klasikleri elden geçirmiş bir kitap kurdu, şehrin kitapevlerinin
tezgahtarlarının gözünde neredeyse her yeni çıkan kitapları satın almak için
maaşının önemli bir bölümünü sarf eden iyi bir müşteri olduğunun farkındaydı
da, dangalakların gözünde ideolojik bir intibaı olduğunu, doğrusu ya,
bilmiyordu.
“Ne propagandasıymış o?”
“Komünizm…”
“Ne komünizmi? Kimsin sen birader?” diye çıkışınca,
karşıdaki ses:
“Kim olduğuma boşver! Sen adımlarına dikkat et! Son
pişmanlık para etmez sonra!” diye tehdit etti.
Sinirlendi. “Ulan kavat oğlu kavat! Sende, beni pişman
edebilecek yürek olsa, adını gizlemezsin!” diye bağırarak telefonu kapattı.
Elazığ’da hiç uyum sağlayamadığı insanların arasındaydı.
Tayin edilip aralarına yollandığı bu insanlar, bir bakıma, Türkiye’nin
benimsenmiş karakterleriydi. Belki de onlarla karakter uyumsuzluğunun nedeni
içindeki aşağılık duygusunun ezginliği ile onlara karşı duyduğu
tedirginliktendi, ya da tam tersi içindeki kibrin kompleksi ile onlara tepeden
bakışıydı. Öyle ya da böyle, bunun nasıl bir duygu olduğunu anlayabilmiş
değildi. Bu insanlar da kendileriyle farklılığını yadırgamaktaydılar. Tayin
edilip aralarına yollanmış oluşu onu bağırlarına basmaları için yeterli
olmamıştı. Sevmediği ve onu sevmediklerini bildiği bu insancıklar, dangalağın
birini dolduruşa getirip üstüne salmış olmalıydı.
Sonra, hıncını ondan çıkartmak ister gibi, santral memurunu
aradı. “Bana bak! Niçin kim olduğu belli olmayan insanları evime bağlıyorsun?
Önce kimsin, diye sor, sonra beni arayıp falan kişi arıyor diye bana haber ver,
ben görüşmek istersem bağla! İsmini vermek istemeyenleri bağlama!”
Evet, Elazığ’da, Elazığlı olmadan Elazığ’da yaşamanın bazı
sıkıntılarını yaşıyordu. Gerçi, Eskişehirli olup da Eskişehir’de yaşamanın
sıkıntılarını da çok yaşadığı için Elazığ’a tayin olmaya razı olmuştu ama
Elazığ’da yaşadığı sıkıntıları Eskişehir’de iken yaşamasına hiçbir babayiğit
sebep olamazdı. Her horoz kendi çöplüğünde öter, dedikleri bu imiş, demek ki...
İnsanın doğduğu yer değil, doyduğu yer derler, ama insanın doğduğu yer doyduğu
yer olmalıydı.
Mesai saat sekizde başlardı ve o sekize on kala uyandı mı
tam sekizde masasında olurdu. Bu saatler dakikasıyla saniyesiyle önemliydi.
Sekize oniki kala uyanmış olsa, o iki dakika için yeniden uykuya dalardı ve her
ne hikmetse tam iki dakika sonra, sekize on kala uyanırdı.
Kapı çalınıp da, karısı açtıktan sonra gelerek onu
uyandırıp, “seni istiyorlar,” dediğinde saat tam yediydi.
Onu istemelerini işle ilgili zannederek, Aynur’u, “mesaim
sekizde başlıyor, gitsinler, sekizde gelsinler,” diyerek başından yollamak
istedi.
Aynur, “ellerinde mahkeme kararı varmış, evde arama
yapacaklarmış,” deyince, bu defa da yataktan fırlayarak kalktı.
“Ne mahkemesi? Ne araması?”
Yatak odasının dışında, evin salonunda tıkırtılar, uğultular
yükselmeye başlamıştı. Oda kapısını açıp baktı, şaşkınlıktan gözleri
yuvalarından fırlayacaktı. Resmi kılıklı, sivil kılıklı, en az sekiz kişi
doluşmuştu salona. Don fanila yanlarına koşturdu.
“Hey!... Ne oluyor burada?... Kimsiniz siz, ne
istiyorsunuz?”
Resmi kılıklılardan fabrikanın güvenlik amiri olan,
“hakkınızda ihbar var imiş şefim. Mahkeme kararıyla arama yapacaklar evinizde,”
diyerek açıklama yapınca adamcağızı azarladı.
“Ne aramasıymış ulan! Bingonun ahırımı burası? Hani nerede
arama yetkinizi gösteren evrak? Ne ile itham ediliyorum? Evimde aranacak olan
ne? Kanuni haklarım yok mu benim? Fabrika müdürlüğü neden izin veriyor böyle
edepsizliğe? Avukatım olmadan olmaz…”
Fabrikanın avukatı girdi araya, yanındaki bir başka
kravatlıyı göstererek, “savcı bey bizzat nezaret edecek aramaya, Mert bey. Ben
de seni temsilen buradayım. Merak etme, ne bulunursa tespit, teslim tutanağı
tanzim ettireceğim. Maalesef hakkında ihbar yapılmış, illegal bilmem ne terör
örgütünün üyesidir, diye.”
Şaşkınlığı had safhadaydı. “Allah, Allah!... Allah, Allah!”
diye söylenerek yatak odasına döndü, üstüne takım elbisesini giyindi, kravatını
taktı. Salona döndü.
O da ne? Savcı ve avukat refakatinde Jandarmalar, sağda
solda ortalığı saçarak arama yapmaya girişmiştiler. Birisi bilgisayarın
kablolarını söküp hard disk kasasını paketlerken, diğerleri kitaplığında ne
kadar Atatürk ve Atatürkçü düşünce ile ilgili, ekonomiyle ilgili, siyasetle
ilgili, başta Çin hakkında olmak üzere Rusya, Venezüella, Küba gibi ülkelerle
ilgili araştırma kitapları varsa diğerlerinden ayırıp toparladılar. Ayrıca
yazarları Nazım Hikmet, Uğur Mumcu, Doğu Perinçek, Erol Manisalı, Erol
Bilbilik, Osman Pamukoğlu, Osman Özbek, Erdal Sarızeybek ve daha birçok
yurtsever araştırmacı, gazeteci, siyasetçi, emekli subay olan kitap varsa
çuvala tıkmaya koyuldular. Allah’tan klasik kitaplara, aşk romanlarına /
öykülerine, aşk şiirlerine, filan dokunmuyorlardı. Çıldırmış olmalıydılar. Ya
da o bütün bunları yaşamıyordu ve bir kabus görmekteydi. Çuvala en az elli
kitabı tıkıldı. Çuvalın ağzı bağlanıp mühürlendi. “Onlar… Çok değerli kitaplar…
İade edecek misiniz?” diye sorduğunda verilen cevap korkunçtu.
“Bunlar iddianamene delil olarak eklenecekler. Hâkime
sorarsın sonra… Mahkemede…”
“Ne yani mahkemeye mi çıkartılacağım?”
“Evet efendim! Gözaltındasınız. Savcılığa sevk
edileceksiniz… Cumhuriyet Savcımız nöbetçi mahkemeye sevk edebilir…”
Evden alacakları her şeyi alıp onunla beraber bir güzel
paketlediler. Daha lojmanın kapısından çıkartılırken, apartman sakinleri
merdivenlere istif olmuşlar, ellerinde bir kabak çekirdekleri noksan,
yorumlarını yapıyorlardı.
“Gördün mü bak, demiştim sana?”
Demiştim sana, diyerek dedikodu yaptığını itiraf eden bu
kadıncağız, bir zaman önce, her gün Aynur ile oturmaya gelerek sıkıcı olmaya
başlayınca, kibarca defettikleri bir komşuydu.
“Ya… Ayağını kesmekte haklıymışsın evlerinden komşum…”
Kovulmamış, onların evinden kendisi uzak durmuş.
Fabrikada çalışan işçiler toplanmışlar lojmanın karşısında,
heyecan içindeler. İki yanında iki jandarma, daha apartmanın dış kapısından
çıkartılırken bir alkış tufanı başladı. Bir komünisti tutuklayan kahraman
Mehmetçik için mi, gözaltına alınışını protesto etmek için mi idi bu alkışlar,
çözemedi(!)
Saatini gözlerinin üstüne kadar kaldırdı, baktı. Saat yedi
elli idi. ‘Uyanma saatim gelmiş’ diye mırıldandıktan hemen sonra gözlerini
açtı; korkunç bir kâbustan uyandı. Görünürde ne savcı, ne avukat, ne
jandarmalar, ne de komşularla işçiler kalmadı.
“Çok aptalca bir rüyaydı,” diye mırıldanarak gülümsedi;
“benim gibi siyasetle hiç işi olmayan biri, başına hiç gelmeyecek şu şeyleri
nasıl olur da rüyalarında görür, bilmem ki!”
Elini yüzünü yıkamak için banyoya gitti.