Bahçenin arka duvarından, arka taraftaki evin bahçesinden
yükselen incir ağacının gür dalları ve koca yaprakları arasında örülü gibi
duran yemişler görünüyor. Onlardan yiyebilmeyi öyle canım çekiyor ki…
Arka duvarın üstüne çıkıp da bir kol uzaklığında
uzanıversem, ceplerimi incirle dolduracağım; gel gelelim bahçede sabah akşam
ürüyen kalın sesli bir köpek var. Köpeği hiç görmedim, ama sesinin gürlüğüne
bakılırsa eşek kadar bir şey olmalı. Onun korkusundan duvara tırmanmaya bir
türlü cesaret edemiyorum.
Birkaç gündür kendi bahçemizde bahçıvanlık yapıyorum.
İngiliz çimi tohumları ile rengarenk çiçek fideleri ektiğim bir köşede yaptığım
peyzajı canlandırmak için uğraşıyorum. Gözlerim, arada sırada incirlere kaymaya
devam ediyor. İncirlere her bakışımda da aklıma köpek geliyor. Fakat, son iki
üç gündür sesini hiç duymadım onun…
“Evde değiller mi acaba?”
İşte bu soruyu sormamalıydım. Merak yaratan bir soru çünkü…
Hırsızlık, köpeğin ve ev sahibinin evde olmadığı zamanlar
yapılmayacaksa, daha ne zaman yapılacak?”
Soru, sorular doğuruyor…
“Cesaretin yok mu, yoksa?”
Bu en son soru, en tahrik edici soru oluyor.
Duvarın dibinde yere uzatılmış merdiven de, yattığı yerden
el sallamakta: “Hu, hu! Ben buradayım!”
Tahrikler büyük olunca, yarattığı hırs da büyük oluyor. O
hırsla çok kolay gaza gelirim ben…
Merdiveni kucaklar kucaklamaz dikiyorum duvara, üstüne
tırmanıyorum.
İste! Bir aydır imrenerek baktığım incirler hemen orada,
yarım metre ötede ve aşağıda ki bahçede ne it var ne in var; bir tek cin var, o
da benim. Üredikleri dalın ucunu tutup kendime doğru çekersem, dalla birlikte
onlar da önüme gelecekler. Bir türlü dalın ucundan tutamıyorum ki!
Nur görmüş duvara tırmandığımı, koşturarak geliyor.
Terliklerinden biri ayağında, diğeri elinde.
“Çabuk in aşağıya!”
Elinde ki terliği, az sonra yapacaklarının provası olarak
kafama doğru sallayıp durmakta.
“İn! İn dedim sana oradan! Çabuk!”
Nasıl ineyim? Karım aşağıda bekliyor… Hayır, inmem, inemem…
Nur bu defada merdiveni çekiyor duvardan, “madem kal duvarın
üstünde de, aklın başına gelsin!” diyerek uzaklaşıyor.
Aklı sıra aynı şeyleri tekrar etmeyeyim diye gözümü
korkutacak. İyi de, şimdi bunun sırası mı?
Ama buraya kadar tırmanmışken incirleri yolmadan da inemem
ki! O hırsla bir hamle yapıp yakalıyorum dalın ucunu. Dalın ucunu yakalayamamış
olsam aşağıya düşeceğim, daldan kuvvet alarak zar zor kuruyorum dengemi.
Tam o anda köpek de koşturup gelmez mi? Mübarek hayvan tıpkı
tahmin ettiğim gibi bir eşek! Başlıyor havlamaya; hem havlıyor, hem duvarın
üstüne üstüne sıçrıyor. Dişleri neredeyse pabuçlarıma değecek. Bacaklarımın
bağı çözülüyor, tir tir titremeye başlıyorlar. Dengem bozuluverecek de,
Malkoçoğlu’nun atı Küheylan’ın sırtına kale surlarından atlaması gibi, köpeğin
sırtına uçuvereceğim. Bir yandan geri kaçmasın diye dalın ucunu bırakmazken,
eve gitmiş olan Nur’a seslenmekteyim “Nur karıcığım! Tamam, ineceğim, merdiveni
daya!”
Köpeğe mama olmaktansa, Nur‘un terliğini yemeğe razıyım. Nur
ise tınmıyor bile… Köpek ise her seferinde biraz daha yukarı zıplamaya
başlıyor. Bacağımı ha kaptı ha kapacak. Bağırıp çağırıyorum, Nur’u ikna
edemiyorum. Çaresi yok! Kendimi duvardan aşağı sarkıtıp salıvereceğim yere. Üç
metreden beyin üstü düşmüş olsam ne olur!
Hiç değilse birkaç tane incir kopartayım da öyle ineyim
bari!
Kendimi sağlama alarak asılıyorum dala. “Çıtırt!”
DİKKAT! Bu birinci “çıtırt!”sesi. İkincisini az sonra
duyacağım.
Evet, asıldığım dal ağacın gövdesine tutunduğu yerden
kırılıp bana doğru gelmeye başlıyor. Onu bırakıp, tutunacak sağlam bir dal
ararken, o ait olduğu bahçeye düşüyor, ben kendi bahçemize.
Kendimi sarkıtıp inmek yerine kestirme yoldan iniyorum
bahçeye, ne var ki bu inişte hesaplayamadığım şey karımın duvardan alıp yere uzattığı
merdiven oluyor. Onun üstüne öyle bir düşüyorum ki, sağ kolumdan az önce dikkat
çektiğim ikinci “ç ıtırt!”sesi yükseliyor.
Sonra kırılan kolumdan beynime akan acıyı hissetmeye
başlıyorum. Daha sonrada da avazım çıktığı kadar bağırmaya...
“Kolum! Ah kolum !Uff! Off!.. Çok acıyor…”
Nur, evden çıkıp, koşarak geliyor. Bu defa terlikleri
ayağında. “Delirdin mi sen? Öyle düşülür mü o duvardan!” diye bağırmakta.
Canım acımasa, “ya nasıl düşülür?” diye soracağım ona.
Bir hafta kadar sonra, kolumu sarmalayan alçı ile gölgeye
çektiğim bir sandalyede pineklerken, arka bahçeden incir ağacına uzanan
sırıkları görmeye başlıyorum. Sırıkların ucu üç çatallı, incirler o çatala
sokuluyor, sırığı çevirerek inciri kopartıyorlar, kopan incir sırığın çatalları
arasından alınarak toplanıyor. Oltayla balık avlar gibi, incir avı. İncirlerin
balları akıyor, benim ağzımın sularıyla beraber. Bir iki saat içinde o devasa
ağaçta bir tek yemiş bırakmadan hepsini topluyorlar.
Bir dahaki yıl, aynı sırık sistemini imal ederek, kolumu
sağlama almaya, hırsızlığı öyle yapmaya karar veriyorum.
Akşam olduğunda arka komşu elinde bir tabak dolusu incirle
kapımızı çalıyor. “Komşu göz hakkı…” diyerek incirleri Nur’a teslim ediyor.
İçeride dikildiğim kapı aralığından, "Keşke bir hafta
önceden haberim olsaydı bu ikramın yapılacağından..." diye laf atıyorum.
Komşu, ne diyor bu şapşal, der gibi bakıp, bir şey
anlamadığı halde gülümsüyor.