Kaya, kendisinden genç duran bir arkadaşıyla, bir
oda büyüklüğündeki meyhanenin penceresi önündeki masada rakı içmekteydi.
Boşalmak üzere olan içki şişesinin ve mezelerin son belirtilerinin üzerine
kadar çökmüş yoğun sigara dumanı sisinin içinden arabesk türü ağdalı bir müzik
inlemekteydi. Kaya da, arkadaş da aşırı sarhoşlardı. Sohbetleri koyulaşmıştı,
ama ikisi de ayrı telden çalmaktaydı. Ne dedikleri anlaşılmamaktaydı.
Kaya’nın konuşma üslubunda şiirimsi vurgular vardı.
“Nevzatçığım… Ben… En çok rakı içmeyi severim…
En iyi hangi mezeyle içildiğini bilmesem de, kendim için sadece tatmak
istediğim şeyleri seçerim… Şarkı kültürü sıfır olsa da sesimin, ben… Bir de
şarkı söylemeyi severim… Bir iki arkadaşla birlikte, kafalarımız iyi ise…”
“Söyle! Çirkinde olsa sesin, söyle…” Nevzat’ın dili
varlığıyla yokluğu bir, işlevini yapamaz halde peltek petek konuşabiliyordu, o
haliyle söyle kelimesini şarkılaştırarak tekrar etti. “söööyyyleee…”
Şarkılı söyleme Kaya da iştirak etti. İkisi birden,
“söööyyyleeee…hiç mi beeenisevmeeedin…” diye bir şarkı tutturdular.
Kaya, “Ben aşıkım… Aşk şişedeki gibi durmuyor,
çarpıyor bir iki yudumda…” dediğinde Nevzat’tan gene şarkılı bir söylem geldi.
“Âşıksın… Âşıksın…sen âşıksın arkadaş…”
Kaya bu defa şarkıya eşlik etmek yerine konuşmasını
sürdürdü. “Ben, böyle olunca derin ve uzak görüşlü oluyorum.”
“Bilirim….Şair gibi adamsındır.”
“Kristal dünyalara vuruluyorum, sabun köpüğü gibi
incecik, içi dışı bir…”
“Şeffaf, şeffaf…şeffafabicim…şeffaf…”
“Yoruma gerek yok, iyi biriyim, yürekli ve
atılganım.”
“Öyleee…”
“Bir tutmayın beni onlarla, şu eşcinsel züppelere
hiç benzemem…”
“Çı-ıh… Ben kefilinim sen in…sen inbe değilsin…”
“Siz de tanıyabilirsiniz beni, gariban duruşumdan.”
“Nerden taniyiimmm, kardişimmm…Sen hayaletsin…
hayalet…yoksun… fiiişşşt… Görünmüyorsun…Hayal peşindesin…anlıyor musun?
Hık!...”
“Ben kendim ödüyorum hayallerimin bedelini…”
“Bok gibi para…öde öde bitiremezsin… Hık!... Altı
yüz elli yedinin….üçünün birinden…hık!...”
“Para biriktirmiyorum hortumlanan bankalarda… Ülkeyi
peşkeş çekenlere oy vermiyorum…”
Nevzat, “Çünkü sen…” dedikten sonra, merak ederek
sordu. “Sahi sen necisin abi? Sağcı mısın?...”
Kaya onu duymadı bile, konsantrasyonunu bozmadan
şiirini devam ettirdi. “Ben kapitalistler gibi değil, bir eşek gibi
çalışıyorum. Ben hayvanlar gibi değil, bir insan gibi yaşıyorum.”
Nevzat ısrarlı, “Solcu musun?” diye sordu.
“Ben ne olduğumun farkındayım ya, benden el âleme
ne!”
Nevzat, bu defa kızdı. “Evet… biliyorum… sen
komünüstsün…”
Birilerine seslenerek, Kaya’yı ihbar etmeye başladı.
“Eyyymilleeet. Bu adam komünüst…”
Kimin ne olduğu, hiç kimsenin umurunda değildi. Bu
ülkede dört yıldaki değişiklik buydu işte; birileri birilerinin komünist
olduğunu duyuyordu ve s.kine bile takmıyordu bunu. Aynı durumda dört yıl önce
cinayetler işleniyordu oysa…
Kaya, şiirini söylemekte ısrar ederek, “Gönlü bol
olmaktır huyum, işte ben buyum…” diye devam ederken;
Nevzat, “başın belada ağabeyciiimmm…seni infaz
edecekler…kim vurduya götürecek faşistler seni…” diye söylendi.
“Başıma ne geliyorsa yasalara uygundur, vukuatın
menbağı bu huyumdur; ektiğim bu ise biçtiğim de budur…”
Hiç kimseye diletemediği şiiri bitirebilmişti.
*
Kaya ve Nevzat, adeta yıkılırcasına yalpalamalarla
meyhane kapısına ilerlediler. Kapı açıktı. Nevzat elini uzattı, kapı kasasının
boşluğunda açılacak bir kapı kolu aramaya başladı, eli sürekli açık kapının
boşluğuna uzanıp uzanıp geri geliyordu. Eline bir türlü tutup çekeceği bir kapı
kolu gelmedi. Sonra bu debelenmeden vaz geçerek ayrıldı kapının önünden. Onun
peşinden hareketlenen Kaya koluna girerek dışarı çıkarttı arkadaşını.
*
Meyhanenin önünde iki arkadaş birbirleriyle komik
temaslar kurarak birkaç adım attıktan sonra Kaya, hatırlamış gibi durdu. “Sen
beni, nereye götürüyorsun abiciğim?”
Nevzat itiraz ederek, “Ben seni götürmüyorum…” dedi.
“Ben kendimi götürüyorum… Nereye götürüyorum… Evime götürüyorum… Hık!”
Kaya, ters istikameti göstererek, “Ama benim evim,
bu tarafta… Değil mi?... Evet… Ben bu tarafa gideceğim…” dedi.
Nevzat, gittikleri istikameti gösterdi; “Ben bu
tarafa…”
“O zaman ben bu tarafa gideyim, sen de bu tarafa…”
Nevzat, “Gel öpüşelim abicim…” dedikten sonra,
Kaya’nın elini tutup, öpmekten çok yalamaya benzeyen hareketlerle onu
yanaklarından öptü. “İyi… Rüyalar… Rüyanda beni gör, tamam mı?”
Kaya’da, “Sen de beni…” dedi.
Ayakta zor durarak, yalpalaya yalpalaya, ayrı
istikametlerde uzaklaşıp yittiler.
*
Canan, söylenerek açtı kapıyı. Her gece ona kapıyı
açarken tekrarladığı cümleyi bir kez daha kurdu. “Allah’ın belası’ Gene mi?”
Kaya da, her gece yaptığı gibi, karısını taklit ederek, “O,o-o!” dedi.
“Ecinni… Ecinninin... bal … damlıyor… gene…“
Antredeki oda kapılarından birinden çıkarak gelen genç Cevat, suratı uyku
mahmurluğu ile asık, “Gece gece bu gürültü de ne yavv… Bişi mi oldu anne?” diye
söylendi.
Oğlunun bu tavrı karşısında ani bir öfke seline kapılan Kaya, onun üstüne
yürüyerek bir tokat attı çocuğa. “Ne diyon sen lan! Hesap mı verecez sana?
Siktirol yatana git, yat sen!”
Cevat, yediği şamarın şiddetinden yanağını tutarak, çocukça duygularla
itiraz etti. “Bişi mi dedik yavv… Gürültüden uyanınca…”
Sözünü tamamlayamadı, çünkü Kaya'nın salladığı ikinci şamar da öteki
suratında patlamış ve o darbeyle yere kapaklanmıştı.
Kaya’nın öfkesi dizginsizdi. “Bi de külhanbeylik mi yapıyorsun bana, ha!”
Yeni bir hamleyle oğlunun üstüne yürüyüp gene darp edecekken Canan
aralarına dalıp kocasını zapt etti. “Ne yapıyorsun Kaya! Delirdin mi? Bir şey
yapma oğluma!”
Kaya, sinirden bağırmıyor da anırıyor gibiydi. “Odasına gitsin! Her şeyde
karşıma dikilmesini istemiyorum onun…”
Canan, “Ne dedi çocuk sana, sarhoş herif sen de…” diye söylenerek oğlunun
koluna girerek kaldırdı, onu odasına doğru iteklemeye başladı. “Odana git
Cevat!”
Oğlunun direnmesini önleyerek zorla odasına soktu. “Gir şuraya!”
Cevat, odasına girerken sonsuz bir nefretle baktı babasına, “bir gün
gelecek, bu adamı geberteceğim!” diye mırıldanarak, kapısını çok sert çarparak
kapattı.