Rüzgâr çok şiddetli esiyordu. Toz toprak birbirine karışmıştı. Hava da uçuşan poşetler uçurtmaları andırıyorlardı; yükseğe, daha yükseğe, en yükseğe. Gezegenimizin yedi katmanını da geçip uzaya belki. İlçe marketinin isminin üzerinde yazılı olduğu orta boy poşetin uzay macerasını izlemek isterdi. Bu poşetler doğada baya bir zaman yok olmuyorlardı değil mi? Aslında hepsi uçsalar, gezegenin yedi katmanını aşsalar ve daha sonra güneşin çekim kuvvetine kapılıp yanıp yok olsalar. Sonra ne mi olsa? Gezegenimiz daha yeşil, daha mavi olsa mesela. Otomobillerinden egzozlarından sabun balonları çıksa, fabrika bacalarından çiçek kokuları olmaz mı? Hayal dünyasının sarhoş eden havasını teneffüs ediyordu rüzgârın yaptıklarını izlerken.

 

Bilmediğimiz ne kadar da çok şey var bu dünyada. Ne kadar çok şey gizleniyor toplumlardan. Sırf birileri daha çok para kazansın diye yeryüzünün sunduğu nimetler nasıl pazar mallarına dönüştürülüyor bir bir. Evet evet birileri jakuzide keyif sürerken Mert babaannesinin abdest aldığı ibriği alıp mahalle çeşmesine doğru yollanıyor. Yine sular kesik olduğundan ve evde yalnız içecek kadar su bulunduğundan; yaşasın mahallenin suyu hiç kesilmeyen çeşmesi. Çeşmenin başındaki yaşlı salkım söğüt ağacı ve ağacın hemen arkasındaki kendine market diyen mahalle bakkalı da yaşasın. Bakkalda satılan çikolatalar, gofretler, dondurmalar, çikletler de yaşasın. Mert’in babası da yaşasaydı keşke. Sigortasız çalıştığı fabrikada yirmi tonluk römorkun altında sıkışmasaydı. Fabrika patronu biraz daha zengin olsun, fabrika patronunun çocukları Avrupa’da kolejlerde daha rahat okusun, fabrika patronunun karısı konken partilerinde daha yüksü bahse girebilsin diye keşke ölmeseydi. Belki o zaman babaannesinin abdest ibriğini taşıyan Mert’in ayakkabıları yırtık pırtık olmazdı. Belki o zaman Mert istediği zaman çikolata yiyebilirdi. Belki o zaman rüzgârda bir uçurtma havalandırabilirdi gökyüzüne.

 

Yeryüzünde adalet aramak maharet değil ki, bulmak maharet oldu çağımızda. Akıllı telefonlarıyla dünyanın bir ucuyla saniyeler içinde iki lafın belini kırmak maharet değil ki aslında. Asıl maharet ben nasıl insanlığa ve dünyaya daha faydalı olabilirim sorunusun yanıtlarını aramakta. O meşhur bakanın kardeşi çalıştı çabaladı oda başkanı seçildi mesela. Her gün özel otosuyla iki adımlık yola çıkıp ofisine gidiyor ve derin derin düşünüyor; ‘’Acaba daha fazla nasıl soyabilirim üyelerimizi? Acaba daha fazla nasıl kandırabilirim devleti? Acaba daha fazla nasıl artırabilirim banka hesabımı. Bugüne bugün koskoca oda başkanıyım. O projeden almış bin avro yürüttüm. Kimsenin ruhu bile duymadı, duyan ruhları susturdum, millete kan kusturdum. Daha fazla nasıl kazanabilirim acaba? Bazen hiç çalışmıyor gaz tenekesi.’’ Belki de hiç ölmeyeceğini düşüyor oda başkanı, belki de kendini çok akıllı zannediyor. Ahmaklığının farkında değil, toplumuna verdiği zararın farkında değil.

 

Kim farkında ki zaten? Mahallenin pire torbası boris mi? Tüyleri dökülmüş bitten pireden. Boğazında mavi sicimden bir ip. Mahallenin çocukları mütemadiyen peşinde. Bazen bakkalın, bazen kasabın önünde. Mahallenin sahipsiz iti boris. Farkında olsaydı ülkenin tanınmış işadamının kızının fifi adında bir köpeğinin bin dolarlık taslarda kuzu ciğeri yediğini yine dolanır mıydı çöplüğün yamacında? Bilseydi on bin dolarlık saten nevresimin üzerinde sahibiyle birlikte yattığını fifinin, acaba o mahalledeki metruk binanın yakıntılarında yine yatar mıydı? Zavallı boris..

 

Rüzgar yağmur mu getirecek, kapkara bulutları mı götürecek? Şu poşetleri alsa götürse keşke…

( Rüzgar başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 8.04.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.