AHLAKİ YOZLAŞMADA KENTLEŞMENİN ROLÜ


İnsanların yaşadığı her yerde ve her zamanda ahlakî yozlaşmadan şikâyetler olmuştur. Tarihin, insanların bu konuda yaşadıkları iniş çıkışlardan ibaret olduğunu söylesek abartmış olmayız. Bilebildiğimiz peygamber hayatları, insanlığı her seferinde içine düştükleri bataklıktan çıkarma uğraşları ile geçmiştir. Özellikle değişimlerin hızlı yaşandığı dönemler, kayıtlanması ve düzeltilmesi zorluklarla dolu sapıklık ve ahlaksızlıkları barındırmışlardır.
Bizim de içinde yaşadığımız bu dönem, her yönüyle baş döndüren bir hızla değişen bir dünyayı ve hayatı kapsamaktadır. Hem kentleşme ile büyük bir nüfus göçü yaşanmakta, hem de müthiş bir hızla dünya küçülmekte farklı hayatlar evimize girmektedir. Örf, adet ve geleneklerin bu hıza ayak uydurmaları neredeyse imkânsız görünmektedir. Sürekli bir arabesk hayattan bahsedilmektedir. Güncel, değişken ve yoz diyebileceğimiz bir hayat tarzı toplumu kuşatmaktadır.
Toplumun benimsediğini varsaydığımız ahlak ilkeleri bireylere ulaşamamakta, ulaşsa bile yaptırıcı bir etkisi bulunmamaktadır. Kentlerdeki insanlar kendilerini bağlardan kurtulmuş ve özgür hissetmekte, ama aynı zamanda yalnız bir hayatın içine itilmektedir. Onlara ait oldukları kültür ve toplum hatırlatıldığında kuru bir bağlılıkla şoven bir duruşla geçiştirilebilecek bir çözüm varsayılmaktadır. Başkalarına karşı var oluşumuz, kimliğimiz çok belirsiz ve ancak slogan diyebileceğimiz bir milliyetçilik içinde aranmaktadır.
Bizim toplumumuzun bu konudaki sıkıntıları bir kat daha fazladır. Çünkü kültür ve gelenekler sözlü ve fiilî bir aktarımla var olmuşlardır. Açıp okunacak yazılı kaynaklar çok olmadığı gibi, olanları da okuma alışkanlığı bulunmamaktadır. Elbette ahlak yaşanılır. Ahlak hayatın içindedir. Sorgulaması da hayatın içinde yapılır. Bu yüzden yazılı olmayan sözlü aktarımları da önemlidir. Ancak belirli bir aile ve ahlak geleneği kalmamışsa ne aktarılacaktır.
Kırsal kesimde yaşayanların ve kentlerde yaşayanların bir hayat, aile ve ahlak anlayışları vardı. Yüzyıllar içinde oluşmuş bu değerler kuşaktan kuşağa aktarılarak belli bir kültür ve ahlak anlayışı oluşmuştu. Millet olarak en çok bu yönümüzle temayüz etmiş, başka hayatları ve kültürleri etkilemiştik.
Hayat tarzımızın özünü dinimiz ve tabii ki, Kur’an oluşturuyordu. İster kentte ister köyde yaşayalım temel değerler aynı kaynaktan geliyordu. O değerleri hayat şartlarımıza uygun hale getirip yaşanılır hale getirerek kültürümüzü oluşturmuştuk. Bugün o değerler yine var olmasına rağmen yaşanabilir bir kültür, ahlak ve gelenek oluşturamamışsak, hızlı değişime ayak uyduramadığımızdandır.
Genelde bizim aile yapımız ataerkil olarak nitelense de kültür ve gelenek bakımından daha çok anne merkezlidir. Hem değişim ve moda kadın üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılır, hem de en zor ve geç değişim yine de kadınlar arasında olur. Kadınlar erkeklere göre daha muhafazakârdırlar. Köylere giderseniz her şeylerin değiştiğini ancak kadınların kıyafet ve hayatlarının daha yavaş değiştiğini görürsünüz. Belki bu yüzden Türkiye’de kavga hep kadınlar üzerinden yapılmaktadır. Kadınlar hedef kitle olarak ele alınmaktadır. Oradaki değişim diğer yönlere daha çabuk yansıyacaktır.
Köyden kente gelmiş bir ailenin ferdi olarak, bu değişimi gözlemlediğimi zannediyorum. Annemin ilk komşuları gerçekten kentli olan bir aile idi. Annemin ve tabii bizim hayatımızda önemli yeri olan bu ailenin merkezinde bir kadın vardı. Bilge ve Osmanlı bir kadın. Kent hayatının gelenek ve kültürünü ondan öğrenmiştik. Kentte aile olacak bir kadın ya da erkek hangi kurallara uymalı öğüdünü ondan dinlemiştik. Kentte esnafın sanatkârın ve tüccarın da uyması gereken kurallar vardı. Bunlar da usta çırak ilişkisi içerisinde aktarılıyordu.
Ne zaman ki, birden göç dalgası yoğunlaştı. Kent hayatı diye bir şey kalmadı. Kentin o kültürü küçük ve dar bir alanda yaşanılır hâle geldi. Köylerde var olan örf ve adetler de kalabalık içinde kayboldu. Kentleşme yabancılaşmanın ve yozlaşmanın başka bir ifadesi haline geldi.
Yaşanılan ahlakî çöküntüyü anlatmak çok zor. Bugün daha da yoğunlaşan çöküntü, gerçekten dayanılamaz boyutlara ulaştı. Ancak bu yeni bir dalganın eseri gibi gözüküyor.
Şunu görmemiz lazım. Toplum bu yozlaşmayı ve ahlaksızlığı onaylamıyor. Buna karşı direniyor. Belki yeni muhafazakârlık diyebileceğimiz görüşler ve çevreler, bu sıkıntıyı en çok yaşayan çevreler oldu. Şehirlerin kenar semtlerinden bir dalga halinde özüne dönme ve aileyi koruma anlamında bir kıpırdanma oldu. Yine aynı değerlere dayanarak toplumu yeniden yapılandırma anlamında bir hareket oluştu. Dernekler, vakıflar, cemaatler, tarikatlar vasıtasıyla insanlar yeniden kendi değerleriyle buluştular. Yine de bütün bunlar toplumsal bir sinerji oluşturamadılar. Toplumun tamamını etkileyen örfler ve gelenekler meydana getiremediler. Düğünlerden tutun hayatımızın bütün alanlarına ulaşan ve geçmişte oluşmuş değerler ve gelenekler oluşturulamadı. Bu muhafazakârlık ancak toplumun ancak bir kesimini etkiledi. Özellikle kadınların bu konuda yine öncü olduklarını ve başörtüsü konusunun bu kadar önemli hâle gelmesini de burada not etmeliyiz.
Hızlı kentleşmeye ayak uyduramayan ve bocalayan toplumumuz, şimdi küreselleşmenin vurduğu dalgaları savuşturmaya çalışıyor. Yeni durum, öncekinden daha kuvvetli bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Artık ne annelerin, ninelerin ne de hocaların sözünü dinleyen yok. Bebekliğinden itibaren hayatı klonlanmış bir nesille karşı karşıyayız. Teknolojinin evimizin en mahrem yerinde bizim çocuğumuza bizden daha yakın ve etkin olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Kendimizi ve çocuklarımızı tehlikelerden korumamız çok zor. Her gün manşetlere taşınan sapıklık ve ahlaksızlıklar karşısında ürkmek ve korkmaktan başka bir şey düşünemiyoruz.
Bütün bu yaşananlar aynı zamanda küresel bir sistemin iflasının göstergeleri. Yalnız bizim değil tüm dünya insanlığının bu çürümüşlükten çıkarılması gerekiyor. Ahlaksız bir mekanizmanın kıskacında kıvranan insanlığa bu mekanizmadan bağımsız bir çözüm aranması gerekiyor.
Toplumsal direncimizden, kendi değerlerimiz üzerinde küresel bir çözüm üretebilme arzumuzun varlığını hissediyorum. Bu çözüm mekanizmaya mahkûm bir insan profili yerine mekanizmayı kontrol eden bir insan modelini öngören kendi medeniyet çizgimiz içinde, insanlığa alternatifsiz olmadığını ispatlayacaktır.



( Ahlaki Yozlaşmada Kentleşmenin Rolü başlıklı yazı ahmet-ilhan tarafından 6.07.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.