Allah-u Ekber

ALLAH-U EKBER

Zihinleri ,gönülleri sapkın inanç ve düşüncelerden arındırma

(İlyas Kaplan;Eğitimci,Araştırmacı ,Şair,Yazar)

 

Yüce Allah, insanı yaratmış onu başıboş bırakmamış, varoluş gayesini, kendisine iman etme ve sadece O’na kul olmaya matuf kılmıştır. Bunun için de ona hak yolu gösterecek, doğruyu yanlıştan ayırt etmesini sağlayacak kılavuzlar olarak peygamberler göndermiştir. 

Tevhit inancının sağlam bir zemine oturtulması, tevhit anlayışının değişik yönlerden doğru algılanmasına bağlıdır. Aksi takdirde, “Allah’ın zatında şeriki yok” deyip de, ibadete layık tek hak mabut olduğunu ifade eden ilahlığında veya fiilî icraatlarında bu tevhidi zedeleyecek düşünce ve eylemelere girmek hakikî tevhit anlayışıyla bağdaşmaz.

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den itibaren Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelen bütün peygamberlerin ortak mesajı ise insanları bir olan Yüce Allah’a kulluk etmeye davet etmek ve O’nun dışındaki ilahlara tapmaktan sakındırmak olmuştur.

Kur’an-ı Kerim bu hakikate “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, ‘Benden başka ilah yoktur, şu halde bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 21/25.) buyurarak dikkat çekmektedir.

Peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği ortak mesajın adı tevhiddir. İmanın özü olan tevhid, en genel manasıyla “Yüce Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde yegâne ve tek olması” demektir. Bunun, İslam literatüründeki karşılığı kelime-i tevhiddir. “La ilahe illallah Muhammedün resulüllah” cümlelerinden ibaret olan kelime-i tevhid, İslam inanç esaslarının özünü oluşturan iki temel üzerine kurulmuştur.

Bunların ilki, Allah’ın varlığını ve birliğini ilan etmekte, ikincisi de O’nun kullara vahyini tebliğ eden nübüvvet zincirinin son halkası Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini vurgulamaktadır.

Kâinatı yaratan ve yöneten en yüce varlığın mevcudiyeti inancı insanın selim fıtratının önemli bir özelliğini teşkil ettiği gibi (er-Rûm 30/30)  O’nun bir ve tek oluşu kanaati de beşer türünün ayrılmaz bir vasfıdır.

Bezm-i elestte yaratılışları sırasında Allah ile insanlar arasında yapılan sözleşmede âdemoğullarının şirke düşmemeleri de şart koşulmuştur (el-A‘râf 7/172-173).

 Kur’an’da putların onlara tapanlar tarafından “Allah katında şefaatçiler” diye nitelendirildiği (Yûnus 10/18) ve putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağı (ez-Zümer 39/3) vehmini taşıdıkları ifade edilmiştir.

Yine Kur’an’da insanların selim fıtratlarına, vicdanlarına hitap edilerek tabiatın yaratılışı ve insan hayatının devamına elverişli hale getirilmesinin hangi varlık tarafından gerçekleştirildiği sorulurken şuurun perdelenmesine fırsat vermeyen dehşetli bir olaya mâruz kalan bir kimsenin kimden yardım istediği, bu kişinin feryadına hangi varlığın cevap verdiği de sorulur.

Böylece şirkin insanın ruh yapısında iğreti bir psikolojik halden ve bir dejenerasyondan ibaret olduğu vurgulanır (en-Neml 27/60-64). Bir âyette insanlara tebliğ edilmek üzere her peygambere, Allah’tan başka hiçbir ilâhın bulunmadığı ve sadece O’na ibadet edilmesinin gerektiği yolunda vahiy gönderildiği belirtilir (el-Enbiyâ 21/25).

 Diğer bazı âyetlerde Nûh, Hûd, Sâlih ve Şuayb’ın kendi kavimlerine tevhid inancını tebliğ ve telkin ettikleri haber verilir (el-A‘râf 7/59, 65, 73, 85).

İslamiyet’in ortaya çıktığı zaman diliminde Yüce Allah’ın varlığı ve birliği konusunda yeryüzünde farklı inançlar bulunmaktaydı. Bir tarafta kökeni itibarıyla tevhid üzerine kurulu olan Yahudilik ve Hristiyanlık vardı.

Ancak bu dinler, ilk ortaya çıkışları itibarıyla vahye dayalı olmasına rağmen zaman içerisinde kendi müntesiplerince tahrif edilerek Allah’ın birliği ilkesi ihlal edilmiştir. Bu bağlamda Hristiyanlar teslis inancını benimseyip bunun bir parçası olarak Hz. İsa’yı “Allah’ın oğlu”; Yahudiler ise Hz. Üzeyir’i “Allah’ın oğlu” olarak nitelendirmişlerdir.

Yüce Allah ise her iki görüş sahiplerinin tevhid ilkesinden saptıklarını haber vererek kâfir olduklarını açıkça bildirmiştir. (Maide, 5/72- 73; Tevbe, 9/30-31.)

Diğer tarafta, Allah’ın katında aracı olacakları iddiasıyla tahtadan, taştan yapılmış putları ilah edinenler vardı. Aynı şekilde tabiata ya da tabiatın parçası olan ay, güneş, yıldız gibi gök cisimleri ya da ateşe kutsallık atfeden topluluklar mevcuttu.

Bu gruptaki toplulukların büyük kısmı taptıkları veya yücelttikleri bütün putlardan üstün bir ilahın varlığını da kabul etmekteydiler.

Nitekim Kur’an-ı Kerim, putperest bir topluluk olan cahiliye Araplarından bahsederken şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan tereddüt etmeden, ‘Onları sonsuz güç ve ilim sahibi yarattı.’ diyeceklerdir.” (Zuhruf, 43/9.)

İslâmiyet’in ve diğer ilâhî dinlerin inanç esaslarına göre Allah’tan başka bir varlığa yaratılmışlık üstü bir konum verilmesi, ona hayatında veya ölümünden sonra yaratılmışlık üstü saygı gösterilmesi tevhid ilkesini bozan davranışlardandır (krş. eş-Şûrâ 42/13).

Bu sebeple Hz. Peygamber kabir ziyaretini yasaklamış, daha sonra buna müsaade edip kabirlerin temiz tutulmasını öğütlemekle birlikte kabirlerin ibadet yeri haline getirilmesini ve orada hayvan kesilmesini menetmiştir .

Yine tevhid inancını koruyup şirk tehlikesini ortadan kaldırma bağlamında Allah’tan başkasının üzerine yemin edilmesi yasaklanmış  ,Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etinin yenmesi haram kılınmıştır.

Resûl-i Ekrem’in geçmiş peygamberler dahil bütün insanların en faziletlisi olduğu hem naslar hem ümmetin icmâıyla sabittir. Allah’ı sevmek ve O’nun affına erişmek için Peygamber’e uyulması emredilmiş, Resûlullah’a itaatin Allah’a itaat mânasına geldiği belirtilmiştir (Âl-i İmrân 3/31; en-Nisâ 4/80).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı insan üstü vasıflarla övdükleri gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın bir kuluyum; benim için O’nun kulu ve resulü deyin” (Müsned, I, 23, 24, 47, 55; Buhârî, “Enbiyâʾ”, 48; Dârimî, “Riḳāḳ”, 68).

Allah’ın birliği konusuna akaid/kelâm literatürü içinde ilk defa yer veren kişi Ebû Hanîfe olmuştur. Dört halife döneminden itibaren hızla gelişen fetihler sonunda kendilerini İslâm dünyası içinde bulan, çeşitli inanç ve düşüncelere mensup insanlar arasında çok tanrılı sistemi, ayrıca antropomorfizmi benimseyen gruplar mevcuttu.

Ebû Hanîfe, Cenâb-ı Hakk’ın ortağı bulunmaması anlamında bir olduğunu, cisim ve arazlardan teşekkül etmediğini, denginin veya zıddının bulunmadığını, kendisiyle diğer varlıklar arasında benzerlikten söz edilemeyeceğini ifade etmiştir (el-Fıḳhü’l-ekber).

Mâtürîdî , delil olarak geçmiş zamanda yaşayan insanların büyük çoğunlukla tabiatı yaratan ve yöneten bir yaratıcının varlığına inandığını söylemiş, bunların içinde çok tanrı inancını benimseyenlerin de aslında tek tanrının mevcudiyetini kabul ettiğini, diğer ilâhları şefaatçi saydığını belirtmiştir.Esasen insanlık tarihinde ciddiye alınacak birinin tanrılık iddiasında bulunduğu ve peygamber gönderdiği görülmemiştir.

İslam’ın esası olan tevhide tezat teşkil etmekteydi. O’nun ortağı, eşi ve benzeri yoktur İslam’ın tevhid ilkesi, onu diğer din ve inançlardan ayıran en önemli vasfıdır.

Allah’a nisbet edilen birlik “herhangi bir sayı dizisinin ilk basamağı” anlamına gelmeyip “cüzlerden mürekkep bir varlık olmayan, benzeri ve dengi bulunmayan, yegâne tapınılacak varlık” demektir.

Yüce Allah’ın evreni yarattığını ve kudret sahibi olduğunu itiraf etmekle birlikte putları, kendilerini Allah’a yaklaştıracak, onlara iyilik verecek ve onları kötülüklerden koruyacak aracılar olarak görüyorlardı. (Yunus, 10/18; Zümer, 39/3.)

Bu durum ise bütün kemal sıfatlara sahip olan, her türlü noksandan münezzeh olan Yüce Allah’a zatı, sıfatları veya fiilleri konusunda ortaklar ihdas etmek anlamına gelmekteydi.

Tevhidin çeşitleri ulûhiyyette tevhid, rubûbiyyette tevhid başlıkları altında ele alınabilir.

1. Ulûhiyyette Tevhid. Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir, yegâne ve benzersiz olduğunu benimsemektir. 

a) Zâtta tevhid. Allah’ın zâtı kendisi demektir. O’nun zâtında tevhid kendisini tek ve yegâne kabul etmek anlamına gelir. Aslında bu özellik insanın fıtratında mevcuttur. Ancak bilgisizlik ve olumsuz etkenler kişinin bu niteliğini örtebilmektedir.

“Küfr” kelimesinin sözlük anlamı da “örtmek”tir. İslâm tarihinde, İslâm dairesinin dışında bulunmakla birlikte müslüman olduğunu ileri süren çok az kimse tanrılık iddiasında bulunmuş, fakat bu iddiaların hiçbiri ciddiye alınmamıştır. 

b) Sıfatlarda tevhid. Sıfat Allah’ın zâtına nisbet edilen bir mânadır. Sıfatların bir kısmının âcizlik, eksiklik ve yaratılmışlık özelliği taşıdığından zât-ı ilâhiyyeden nefyedilmesi (selbî, tenzihî), bir kısmının da kemal ifade ettiği için zâta nisbet edilmesi (sübûtî) gerekir 

Varlığı başkasından değildir, varlığının başlangıcı ve sonu yoktur; ebedî hayatla diridir, bilendir, güç yetirendir gibi. Bunlarda tevhid tenzihî sıfatları başkasına nisbet etmemek, sübûtî sıfatlarda ise Allah ile yaratıklar arasında benzetme yapmamakla olur.

Bu çerçevedeki tevhidi gerçekleştiren bir mümin Allah hakkında O’nun şanına yakışacak saygılı ve ölçülü ifadeler kullanır; hiçbir insana beşer üstü özellikler nisbet etmez, hiçbir nesneye kutsiyet atfetmez.

Tarihte pek az mensubu olan Müşebbihe’nin sıfat anlayışı müslümanların genel tevhid anlayışının yanında bir önem taşımaz. Ancak bir kısım tarikat mensuplarının mürşid kabul ettikleri kişilerin gaybı bildiği yolundaki iddiaları gaybı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini bildiren âyetlerle (meselâ en-Neml 27/65; el-Cin 72/26) bağdaşmaz. 

c) Fiillerde tevhid. Fiilî sıfatlar Cenâb-ı Hakk’ın kâinata yönelik tasarruflarını ifade eder. Kâinatı ilkin var eden, geliştiren, değiştiren ve bu eylemleri her an devam ettiren Allah’tır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Esmâ-i hüsnânın yarısından fazlası insanla ve kâinatla ilgilidir.

2. Rubûbiyyette Tevhid. Allah’tan başkasına tapmamak ve sığınmamak demektir. Buna ibadette tevhid veya amelî tevhid de denir.

 Ulûhiyyette tevhid zihnî bir fonksiyondur ve imanın teorik yanını oluşturur; rubûbiyyette tevhid kalbin ameli olup imanın gönül hoşluğuyla kabulünü teşkil eder. İman bu ikisinin birleşmesinden meydana gelir.

Amelî tevhid kişinin kalbiyle Allah’ı sevmesi, davranışlarıyla bu sevgisini ispat etmesidir. Ulûhiyyette tevhid insanın fikir hürriyetini, ibadette tevhid ise duygu hürriyetini sağlar.

Rubûbiyyette tevhide zarar veren şeylerden biri Allah rızası için olması gereken amellerin ve ibadetin gösteriş ve dünya menfaati için yapılmasıdır (riya).

Her iki çeşidiyle tevhid akîdesinin zihinlerde ve gönüllerde yerleşmesi için Kur’ân-ı Kerîm’de birçok kavram ve ifade ile tevhid inancı tebliğ edilmiş, sözlü ve fiilî sünnet de bunu desteklemiştir.

Kelime-i tevhid / kelime-i şehâdet, tekbir ve tesbih müslümanların hayatında en çok tekrar edilen tevhid metinleridir. Günde beş vakit ezan okunmakta ve kāmet getirilmektedir; namazların içinde ve bitiminden sonra alınan tekbirlerin sayısı 450’ye yaklaşmaktadır.

Ayrıca ramazan ve kurban bayramlarında, hac ibadetinin yerine getirilmesi sırasında Allah’ın yüceliğinin ilân edilmesi tevhid inancına, dolayısıyla müslümanın düşünce ve duygu özgürlüğüne yapılan vurgulardır.

Allah’ın zâtını idrak etmek mümkün olmadığı gibi sıfatlarının mahiyetini anlamak da mümkün değildir. Çünkü insanın nesne ve olayları algılayıp tanıyabilmesi madde dünyasıyla sınırlı beş duyunun verilerine bağlıdır. Bilgi vasıtalarından kabul edilen haber de duyu algılarının naklinden ibarettir. Akıl ise ya doğrudan veya dolaylı biçimde elde edilen duyu bilgilerini değerlendiren bir mekanizmadır.

Bundan hareketle İslâm tarihinde âlimler bu konuda iki gruba ayrılmıştır. Bir grup tevhid ilkesini titizlikle korumak için tenzihî sıfatlara ağırlık vermiş, diğeri Allah’ı insanın anlayış alanına yaklaştırabilmek için sübûtî sıfatlara vurgu yapmıştır.

Bununla birlikte tenzih taraftarları hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk’ın sadece zihnî bir varlık olduğunu söylememiş, diğer grup da zât-ı ilâhiyyeye âcizlik, eksiklik ve yaratılmışlık sıfatlarını nisbet etmemiştir. Böylece müslümanlar Allah’ın varlığı ve birliği inancını zihinlerinde ve gönüllerinde yaşatmış, bunu ibadet ve davranışlarıyla göstermiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in hak din olan İslâmiyet’in -müşriklerin hoşuna gitmese de- bütün dünya dinlerine hâkim kılınacağı (et-Tevbe 9/33) ve Muhammed ümmetinin orta yolu izleyen ölçülü ve dengeli bir toplum olup hakikatin şahitlerini ve canlı örneklerini teşkil edeceği (el-Bakara 2/143) şeklindeki beyanı fiilen gerçekleşmiştir.

Bazı tarikat mensuplarının mürşidlerine karşı gösterdiği aşırı saygının tevhid inancını zedelediği yolundaki kanaatlerde doğruluk payı bulunmakla birlikte bu husus sözü edilen genel tevhid akîdesinin sınırlarını aşmamaktadır.

Bunda, kelâmın ve özellikle fıkhın mistik özelliklerinden tecrid edilerek sadece zihne ve pratik hayata hitap eden disiplinler haline getirilmesinin payı bulunmaktadır.

Kur’an’da Allah’a nisbet edilen kayyûm, evvel, âhir, zâhir, bâtın sıfatlarında müşahhas muhtevaların bulunduğu yönündeki iddia  ,söz konusu kelimelerin gerek sözlük anlamları gerekse yer aldıkları bağlam içindeki muhtevaları bakımından isabetli değildir.

Yine bazı Batılı yazarların ileri sürdüğünün aksine hacca giden müslümanların orada Kâbe’ye tapınmaları da söz konusu değildir .Nitekim, “Mescidler Allah’ındır; öyleyse oralarda Allah’la birlikte başka bir şeye tapmayın” meâlindeki âyette (el-Cin 72/18) her türlü rubûbiyyet şirki yasaklanmıştır.

Tevhid inancının zıddı ise Yüce Allah’a ortak koşmak anlamına gelen şirktir. Kur’an’da “büyük bir zulüm” olarak nitelenen (Lokman, 31/13.) ve asla bağışlanmayacağı belirtilen (Nisa, 4/48.) şirk, “Allah’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde veya O’na ibadet edilmesinde ortağı, dengi yahut benzerinin bulunduğuna inanmak.” demektir.

İnsan, henüz ruhlar âlemindeyken (elest bezminde) Yüce Allah ondan söz almış ve şirk başta olmak üzere kişiyi dalalete sevk eden bütün yanlış girişimlerden, inançlardan ve kabullerden uzak durmasını öğütlemiştir. (Araf, 7/172-173.)

Buna karşılık insanoğlu bazı dönemlerde Yüce Allah’a verdiği bu sözü unutarak onun uluhiyetine ortaklar koşmuş, kendisine başka mabutlar edinmiştir. Bazen ise Yüce Allah’ı bilip tanımakla beraber O’nun katında kendisine şefaat edecekleri iddiasıyla (Yunus, 10/18; Zümer, 39/3.) putları ilah olarak benimsemiştir.

Buna karşılık Rabbimiz, insanların zihinlerini ve gönüllerini bu sapkın inançlardan arındırmak amacıyla vahyin merkezi/odağı konumunda olan tevhidi hatırlatarak onları şöyle uyarmıştır:

“İlahınız bir tek İlah’tır; O’ndan başka ilah yoktur.” (Bakara, 2/163.);

“İşte bu Allah sizin Rabbinizdir. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin...” (Enam, 6/102.)

Allah’ın benzersiz oluşu vurgusu, Kur’an’ın temel öğretilerindendir. Bu bağlamda O, yaratılmışlara has olan yorgunluk, noksanlık, acziyet gibi sıfatlardan münezzeh olduğu gibi O’nun varlığının başlangıcı ve sonu da yoktur.

Kendisine bir mekân nispet edilemeyeceği gibi O’nu belli bir zamanla sınırlandırmak da muhaldir. Bütün bu hakikatlerle birlikte insanoğlu, yaratıcısının zatı ve mahiyeti hakkında zihnî bir meşguliyet içerisinde olmuştur.

Ancak kulların zihnine gelen hiçbir tasavvur Yüce Allah’ı ifade edemez. Çünkü O, insanın düşüncelerine yansıyan bütün suretlerden münezzehtir, beridir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “O’na benzer hiçbir şey yoktur.” (Şura, 42/11.) buyurularak hem Yüce Allah’ın hiçbir yaratılmışa benzemediği hatırlatılmakta hem de sınırlı bir algıya sahip olan insanın, O’nun zatını tam olarak betimlemesinin mümkün olmadığına işaret edilmektedir.

Bununla beraber Rabbimiz, tevhid ilkesini en veciz ifadelerle ortaya koyan ve Hz. Peygamber tarafından da Kur’an’ın üçte biri mesabesinde olduğu belirtilen İhlas suresinde zatını ve sıfatlarının bir kısmını şöyle tanıtmaktadır: “De ki: O, Allah’tır, tektir. Allah sameddir (O hiçbir şeye muhtaç değildir, ama her şey O’na muhtaçtır). Doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.” (İhlas, 112, 1-4.)

Kâinatın yaratıcısı O’dur İslam’ın, insanın hayatına yerleştirmek istediği tevhid düşüncesi, sadece Allah’ın zatı ve sıfatlarında bir oluşuyla sınırlı değildir. Yüce Allah’ın, fiillerinde de tek ve eşsiz olduğunun bir inanç olarak kabul edilmesi Kur’an’ın kalplere nakşetmek ve zihinlere yerleştirmek istediği bir başka husustur.

Kâinatı yoktan var eden, onu kendi hâline bırakmayıp her an ona müdahalede bulunan O’dur. O’ndan başka tüm varlıklar yaratılmıştır ve O’nun hükümranlığı altındadır. Mülk O’nundur ve bu mülkte tasarruf kendisine aittir.

Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde yeryüzünün ve göklerin yaratılışı zikredilmekte (Araf, 7/54; Furkan, 25/59; Rum, 30/8.), evrendeki mükemmel düzene dikkat çekilerek (Ankebut, 19-20; Mülk, 67/3.) Yüce Allah’ın fiillerinde eşsiz oluşu vurgulanmaktadır.

Allah’ın birliğinin kâinattaki düzen üzerinden ifade edildiği en bariz örnek ise “burhân-ı temânu’” olarak isimlendirilen delildir. Bu delil Kur’an’ın “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin göğün düzeni bozulurdu. Demek ki arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiya, 21/22.) ayetine dayanmaktadır.

Bir taraftan Yüce Allah, yarattığı evrende yegâne düzen sağlayıcı olarak kendisine işaret ederken diğer taraftan Yüce Allah’a ait olan bu fiilin başka ilahlara isnat edilmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Böyle bir durumda yeryüzünün ifsat olması ve yaşanılmaz hâle gelmesi kaçınılmaz olacaktı.

Kendisine doğuştan bahşedilen temiz fıtrata (Rum, 30/30.) ve sağlıklı bir akla sahip olan her insanın tabiatında tek ve eşsiz olan bir ilahın varlığını kabul etme eğilimi vardır. Hz. Peygamber, başta aile olmak üzere çevresinin müdahalesi olmaksızın her insanın, Rabbimizi tanıma kabiliyetiyle donatıldığını haber vermektedir. (Müslim, Kader, 22.)

İnsana doğuştan verilen fıtrat, sadece Allah’ın varlığını anlamaya değil, O’nun bir ve tek oluşunu da bilmeye yatkın bir vasıf olarak insana lütfedilmiştir. 

Nitekim ayetlerde insanların selim fıtratlarına hitap edilerek evrenin yaratılışı ve insan yaşamına elverişli hâle getirilmesi Allah’ın yaratmadaki birliğinin bir delili olarak hatırlatılmaktadır:

“Peki gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren kim?... Peki yeryüzünü yerleşmeye elverişli kılan, vadilerinden nehirler akıtan, yerde sarsılmaz dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan kim? Allah’tan başka bir tanrı mı? Doğrusu onların çoğu gerçeği bilmiyorlar.” (Neml, 27/60-61.)

Kulluk edilmeye layık olan yegâne varlık O’dur İnanç alanındaki tevhid, ibadetlerde de tevhidi zorunlu kılar. İbadetlerde tevhidi sağlayacak olan ise ihlastır. Yani yüceltilmeye, kullukta bulunulmaya, boyun eğmeye layık olan tek varlığın Allah olduğu bilinciyle hareket etmektir.

Yüce Allah’ın kendisine kulluk etmek üzere yarattığı insanın, dini sadece O’na has kılması, içtenlik ve samimiyetle ibadetlerini yerine getirmesi Kur’an’ın açık emridir. “Öyleyse içten bir inanç ve bağlılık göstererek sadece Allah’a ibadet et.” (Zümer, 39/2; Beyyine, 98/5.) ayeti bu hakikati beyan etmektedir.

Bu emre aykırı biçimde yerine getirilen bir amel, nicelik itibarıyla ne kadar fazla olursa olsun Allah katında hiçbir değer ifade etmeyecektir. Bunun içindir ki her namazda tekrar edilen Fatiha suresinin “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” ayeti Allah dışında başkasına kulluk yapmayı men etmekte ve insanın Yaratıcısına karşı sorumluluğuna işaret etmektedir.

İbadetlerde tevhidin ruhu ihlastır. İhlas ise sadece Allah’ın rızasını gözetmektir. Bunun karşıtı ise gösteriş ve başkalarının hoşnutluğunu amaçlamak anlamına gelen riyadır.

Allah’ın rızasının yanına başka gayeler ilave etmek anlamına gelen riya, Hz. Peygamber tarafından “şirk-i hafî (gizli şirk)” olarak nitelendirilmiştir. O (s.a.s.), dinin, her şeyden önce Allah’a karşı samimiyet anlamına geldiğini müminlere hatırlatarak Müslümanların riyaya karşı dikkatli olmalarını öğütlemiş (İbn Mace, Zühd, 21.), ibadetlerde tevhidi zedeleyebilecek her türlü tutumu müminlere yasaklamıştır.

Netice olarak tevhid, Yüce Allah’ın, uluhiyetinde, rububiyyetinde ve fiillerinde hiçbir benzerinin veya ortağının bulunmadığını, en kemal sıfatlara sadece O’nun sahip olduğunu hatırlatan en temel İslami prensiptir.

Bütün peygamberlerin insanlığa sunduğu ortak çağrı olan bu prensip, şirkin karanlığında yolunu arayan insanlık için bir kandil, inkârın bataklığına saplananlara bir kurtuluş reçetesi, çorak gönüllere ise ab-ı hayattır.

Tevhid, insanın, Allah’ın dışındaki tüm ilahları bir kenara bırakarak sadece O’na teslim olması ve yalnızca O’na kulluk etmesidir. Bu yönüyle tevhid, Yüce Allah’a bağlılığın, teslimiyetin ve sadakatin en mükemmel göstergesidir.

---

*TDV İslam Ansiklopedisi

*Seyyid Şerîf el-Cürcânî, et-Taʿrîfât (nşr. İbrâhim el-Ebyârî

*Müsned

**Heyet, Hadislerle İslam

*Ebû Hanîfe, el-Fıḳhü’l-ekber 

*Kindî, Resâʾil

*Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd (nşr. Bekir Topaloğlu – Muhammed Aruçi)

*Fârâbî, el-Medînetü’l-fâżıla (nşr. Albert Nasrî Nâdir)

*İbn Sînâ, en-Necât

*İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, eş-Şâmil fî uṣûli’d-dîn 

*İbn Rüşd, el-Keşf 

*Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm min ʿibârâti’l-İmâm

*M. Fâris Berekât, el-Câmiʿ li-mevâżîʿi âyâti’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm

* Bekir Topaloğlu v.dğr., İslâm’da İnanç Esasları

*İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü

*Bekir Topaloğlu, “Allah”, DİA

*D. B. Macdonald, “Allah”

*Hayati Hökelekli, “Fıtrat”

*İbn Mace

* Ebu Davud

*Dr. Mehmet Nur AKDOĞAN

*GÜNDEM Aylık Dergi

*Mustafa Sinanoğlu, “Şirk”

 

( Allah-u Ekber başlıklı yazı redfer tarafından 23.03.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.