Akıl Vahiy İlişkisi Ve Tarihi Süreci

AKIL VAHİY İLİŞKİSİ VE TARİHİ SÜRECİ

(İlyas KAPLAN-İlahiyatçı,Araştırmacı,Yazar)

 

İslam Dini, Arap Yarımadasında sade ve basit bir hayat içinde doğmuş ve ilk dönem itibariyle de toplum yaşamında önemli problemleri olmamıştır. Ancak fetihler yoluyla dışa açılan Müslümanların yabancı kültürlerle karşı karşıya gelmesi, özellikle fethedilen topraklardaki halkın yönetilmesi meselesi, dini, siyasi ve kültürel yönden ciddi problemler oluşturuyordu.

Kadim medeniyetlerin mirası, eski din ve düşünce ekollerinin etkisi, yeni fikirleri de harekete geçiriyordu. Öyle ki coğrafyanın farklı bölgelerinde yeni Müslümanlık anlayışları ortaya çıkıyordu. Böylesine karmaşık bir hal alan toplumda doğru bir din algısı ve sağlam bir İslam anlayışı ortaya koyma zarureti kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

Bununla birlikte, bilhassa Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde ortaya çıkan karışıklıklar sonucu baş gösteren olaylar ve yeni durumlar, bazı itikadi ve fikri problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, teorik konuların uygulamaya konulmasında derin problemler oluşturuyordu.

Bu çerçevede iman-amel ilişkisi, bir başka ifade ile amelin imana dahil olup olmayacağı konusu ile bütün bu olup bitenlerin ilahî bir takdir sonucu mu yoksa insanların özgür iradeleri ile yaptıkları davranışlar neticesinde mi oluştuğu şeklindeki problemler dönemin en belirleyici konuları olarak ortaya çıkıyordu.

İtikadi,siyasal ve sosyal yansımaları bulunan bu sorular karşısında Haricîler, büyük günah işleyenin kâfir olduğunu söyleyerek bu durumdan insanın kendisini sorumlu tutuyordu. Mürcie ise, büyük günah işleyen hakkında hüküm vermekten kaçınmayı öğütlüyor ve böyle bir kişinin kaderini Allah’ın tayin edeceğini ifade ediyordu.

Bu tartışmalara Mutezile de insanın fiillerinde özgür ve sorumlu olduğunu savunan düşüncesiyle katıldı. Büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mümin olabileceğini söyleyen bu fırka, günahkâr kişinin iki durum arasında bir yerde (menzile beyne’l-menzile) olabileceği hükmünü ortaya koyuyordu.

Müslümanların gerek kendi aralarındaki ihtilafları gerekse yabancı kültürlerle olan tartışmaları farklı anlayışların doğmasına sebep oldu. Bu durum, islam kelâmında aklî tefekkür için bir tahrik unsuruna dönüştü.

Esasen Müslümanların kendi aralarındaki tartışmalarda kullandıkları naslardan (Kur’an ve hadis metinleri) hüküm çıkarma ve akıl yürütme yöntemi, yabancıların inançlarını alt etmede yeterli görülmedi. Bu noktada bilhassa Mutezile hareketi hak din olarak İslam’ı savunmak ve karşıt görüşleri çürütmek amacıyla yabancı kültürlerle temasa geçme ve onların kullandıkları kadim Yunan düşüncesi ve biliminden yararlanma yoluna gitti.

Bu süreçteki tartışmalar, İslam inançlarını aklî temeller üzerinde savunmaya çalışan kelâm ilminin bir disiplin haline gelmesine, Mutezilenin ise bir hareket olarak gelişmesine yol açtı.

Mutezileyi başlangıçtan beri farklı kılan özellik, onların Allah’ın fiillerinin akla uygun olması gerektiği konusundaki düşünceleridir. Bu iddialarını da vahyi göz ardı etmeksizin aklî olarak ispat etmeye çalışmalarıdır. Bu bakımdan onların, iyi ve kötünün gerçekliğinin Allah’ın emirleriyle, yani vahiyle tayin edilen itibari ya da keyfî kavramlar olmadıkları, fakat sırf akılla tayin edilen iki aklî kategori olduğunu iddia etmeleridir.

Nitekim bu öncülden yol alan Mutezile, Allah’ın akla aykırı bir şeyi emretmeyeceğini ya da yarattıklarının iyiliğini düşünmeksizin bir şey yapmayacağın ileri sürmüştür. Aksi halde bu bir manada Allah’ın hikmet ve adaletini tehlikeye sokacaktır.

Mutezileye göre Allah’ın adâleti gereği bir şeyin iyi ya da kötü oluşu Allah’ın o şey hakkında iyi ya da kötü demiş olmasıyla ilişkili değildir. Çünkü iyilik ya da kötülük varlıkların özlerinde bulunur. Bu sebeple insan aklı şeylerin iyi ya da kötü olduğunu kendi başına anlayabilir. Onların iyi ve kötü olduklarını belirtmek için bir kısım kanunlara ihtiyaç yoktur.

Bu da eşyanın iyi ve kötü oluşunun açık olduğunu ve böyle olduklarını ortaya koymak için şeriattan delil getirmeye ihtiyaç olmadığını gösterir. Mutezilenin bir diğer temel ilkesi olan Allah’ın birliği (tevhid) konusuna gelince bu prensip de öncelikle Allah ile yarattığı varlıklar arasındaki her türlü benzerliği reddederek 0’nun yarattıklarına karşı mutlak manada aşkın ve müteal olduğu fikrini tasdik ve kabul etme gereğini ifade etmektedir.

Bu anlayış onları bir yandan Allah’a insanî nitelikler atfeden her türlü eğilimi reddetmeye götürürken diğer yandan böyle bir düşünce onları Kur’an’da Allah hakkında kullanılan insan biçimci ifadelerin sembolik olarak yorumlanmaları için tevil edilmeleri gerektiği görüşüne sevk etmiştir.

Mutezilenin vahyi bilgiyi hakikat pınarı olarak görmekle birlikte iyi ve kötünün vahiy olmadan da bilinebileceği şeklindeki düşünceleri, Kur’an’da literal olarak ifade edilmesine rağmen Allah’a atfedilen birtakım sıfatları yoruma tabi tutmaları ve Allah hakkında kullanılan insan biçimci (anthropomorphic) ifadelerle beraber ahiret hayatı ile ilgili tabirleri mecazi ve sembolik olarak yorumlayıp aklen tevil etmeleri, onların akla yükledikleri misyon ve ona duyulan güvenle ilişkilidir.

Akla en çok değer veren kelâm ekolü olarak şöhret kazanan Mutezile bilginlerinin akılla alakalı tanım ve yaklaşımları göz önünde bulundurulduğunda,onların aklı kesin bir bilgi kaynağı olarak gördükleri, vahiy karşısında akla birinci dereceden yer verdikleri ve dolayısıyla vahyin yokluğunda da aklı, hakikati kavramada sorumlu tuttukları açıkça görülebilmektedir.

Hakikatin akıl yoluyla bilinebileceğini savunan ilk kişi, Mutezilenin kurucusu olarak bilinen Vasıl b. Ata’dır. Mutezilenin Bağdat Ekolüne mensup olan ve Yunan felsefesine vukufiyeti ile bilinen Sümâme b. Eşras (ö. 213/828) ilk defa aklî bilgiyi dinî bilginin önüne geçiren kişi olarak gösterilmektedir.

Aynı şekilde felsefeye vâkıf olan ve Basra Ekolüne mensup bulunan Ebu’lHuzeyl el-Allâf (ö. 226/840) ise aklı, insanın kendisi ile çevresindeki canlı-cansız bütün varlıkları ayırt edebildiği zorunlu bilgi vasıtası olarak tanımlamaktadır.

Cahız’a (ö. 255/868) gelince 0 da diğer mutezili alimler gibi hakikati bulmada aklı delil olarak görmekte ve şöyle ifade etmektedir: "Gözünün gösterdiğine değil, aklının gösterdiğine itibar etmelisin. Her şey için iki hüküm söz konusudur: Duyuların vermiş olduğu zahiri hüküm ve aklın verdiği bâtıni hüküm. Çünkü her iki halde de akıl hüccettir.

Mutezilenin dinî konularda vahye verdiği değeri akla da vermiş olması ve kimi zaman aklı hakem olma noktasında vahyin önüne geçiren tutumu birtakım tepkilere yol açmış böylece bu hareket ve düşünce tarzı özellikle Ehl-i hadis ve bazı fukahanın şiddetli eleştirilerine maruz kalmıştır.

Mutezilenin yaşadığı çağın anlayışının ilerisinde olan bu düşünceleri heteredoks (Batıni-selefi) çevreler tarafından anlaşılmadığı için yoğun tepkilere maruz kalmıştır. Bunun üstüne bazı mezheplerin kendi düşüncelerini daha makul gösterme çabasıyla Mutezileyi aşırı akılcılıkla suçlamaları İslam Dünyasında gelişmekte olan akli ve felsefi ilimlerin hızını azaltmıştır.

İslam dünyasında kelamdan felsefeye geçişte mutezile alimlerinin ilim ve hikmete sunduğu katkı yadsınamayacak yetkinliktedir. Mezheplerin çoğaldığı ve mezhep taassubunun yoğun olarak yaşandığı dönemlerde İmam Şafii’nin (ö. 204/819) Mutezileye ve dolaylısıyla bütünüyle kelâm ilmine karşı takındığı tavır, selefi olarak bilinen İmam Mâlik ve Ahmet b. Hanbel’den çok ta farklı değildi.

Onun kelâma dalmak hususunda mezhebinin esası, kelâma giren hiç kimsenin felâh bulamayacağı ve halkı kelâm ilmi tahsil etmekten şiddetle sakındırma üzerine kuruluydu. Vahiy bilgiyi ya da dini, mutlak otorite olarak kabul eden ve bunun kesinlikle sorgulanamayacağını bildiren Şafii, bazı ayetlere dayanarak, insanların kendi başlarına bir bilgi sahibi olamayacaklarını ve insanlardaki bilginin ise yalnız Allah’ın öğrettikleri sınırlı olduğunu kaydetmektedir.

Böylece ona göre insanların bu öğretilen ilimle yetinmeleri ve başka bir şeye bağlanmamaları gerekmektedir. Zira ilim, belli bir hiyerarşi içerisindedir ve bunun en üst basamağını Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünneti oluşturmaktadır.

Kur’an bilmeyenin âlim olamayacağını onu bilenin de cahil olamayacağını ifade eden Şafii, insanların neyin âdil, neyin âdil olmadığının bilgisine ancak vahiyle ulaşabileceğini belirtmektedir. Hakikatin bilgisinin ancak Allah’tan bir nas yahut 0’ndan bir işaret yoluyla elde edilebileceğini savunur. Zira ona göre Allah Teâlâ hakikati Kitaba ve Sünnete koymuştur.

 “Ehl-i hadis” olarak bilinen anlayışın temsilcilerinden olan Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) dönemi kelâm tartışmalarının zirve yaptığı ve Mutezilenin güçlü olduğu dönemi ifade etmektedir. Zira Abbasî halifeleri Me’mun (ö. 813), Mu’taslm (ö. 841) ve Vâslk (ö. 846) dönemlerinde mutezili görüşler devletin resmi politikası haline gelmiş ve bu uygulamalara karşı çıkan bazı kimseler takibata uğrayabilmişlerdir.

Nitekim Ahmed b. Hanbel, Mutezilenin benimsediği "Kur’an’ın yaratılmış olduğu" görüşüne karşı çıkmış, bu sebeple gözetim altında tutularak işkenceye maruz bırakılmıştır.

Ehl-i hadis içerisinde yer alan Buhârî (ö. 870), İbn Kuteybe (ö. 889) ve Ebu Said ed-Dârimî (ö. 893) gibi kelâm ilmi ve yöntemini eleştirenler arasında, kuşkusuz Ahmed b. Hanbel'in özel bir yeri vardır.

Kaynaklar Ahmed b. Hanbel'in kelâm karşıtı söylemleri bulunmaktadır. O, kelâm ilmi yapan bir kimsenin felah bulamayacağını belirtmekte ve kelâmdan şiddetle uzak durmayı tavsiye etmektedir.

İslam toplumunda mezhep çatışmalarının yaşandığı dönemlerde nasları doğru yorumlama ve yaşanan hayatın problemlerine doğru çözümler getirme arayışları hız kazanmıştır. Hüküm verme konusunda her rivayeti delil olarak kabul etmeyen, dinî hükümlerin gerekçesinin (illet) çoğunlukla akılla kavranabilen hususlar olduğunu kabul eden, illet ve gerekçeleri bilinen hükümlerin benzerleriyle kıyas edilebileceğini savunan, bu yöntemleri kendi anlayışıyla birleştiren, naslardaki temel amaçların tespit edilmesine önem vererek, dinî metinlerin tutarlı bir şekilde yorumlanması gereğine inanan anlayışlar da ortaya çıkmıştır.

Yaşanan bu zor süreçte İmam Azam Ebu Hanife, Müslüman toplumda, itikat, ibadet ve ahlâk konularını genel ilkelere bağlayarak fikirlerin ve inançların doğru anlaşılması için yöntemlerin gelişmesine öncülük etmiştir. Akıl ve akletme eylemi gerçek anlamını duyularla algılanamayan metafizik alana ait bilgileri kavramakta bulur.

Metafizik düşüncenin en temel problemleri inanç konularıdır. Bu yüzden İmam Azam’ın inanç konuları arasında iman kavramını nasıl bir tanımla ele aldığını görmek ve anlamak gerekir. Çünkü iman etme eylemi, insanın en kararlı tavrıdır. Ebu Hanife imanı: “kalbin tasdiki ve marifeti” şeklinde tanımlayarak, bütün inanç evrenini bu temel üzerine inşa eder.

Ona göre iman, öncelikle Allah’ı kalbi bir tasdikle bilmektir. Ebû Hanife’nin dini görüşlerinin, yaşadığı yüzyılı aşarak çağlar ötesine geçmesi, içinde yaşadığımız çağda bile hâlâ güncel değerini korumasının yegâne sebebini, onun, akıl-din ilişkisi konusunda izlediği yöntemde aramak gerekir.

Ebû Hanife düşüncesinde akıl önemli bir yer işgal eder. Bu konuda o, akla olması gereken değeri vererek, düşünce sistemini Kur’an, doğru haber ve akletme üzerine kurmuştur.

Ona göre, dini inancın malzemeleri vahiyden çıkarılır. Aklın görevi ise, bu malzemeleri doğru bir şekilde yorumlamaktır. Diğer taraftan, Ebû Hanife’nin, metafizik konuları analitik yargılara bağlı olarak evrensel bilgi düzeyinde anlaması, modern çağın sistem kurucu filozofları ile bütünleştiğinin bir göstergesidir.

Onun, aklın tümel olarak kavradığı kimi konuları, özeller (tikel) düzeyinde sentetik yargılardan hareketle vahye dayandırması, akıl vahiy ilişkisini dengeleme açısından büyük anlamlar ifade etmektedir.

Ebû Hanife, her ne kadar kendi çağında aklın önemini hafife alan ve aklî düşünce girişimlerini mahkûm eden zihniyetler olmasına ve bunların kendisine de karşı çıkmalarına rağmen, akletme (re’y) konusunda hiçbir zaman ödün vermemiştir. Bir hakikat araştırıcısı olarak o, her zaman kimden gelirse gelsindoğrunun fâiline değil, fiiline/eylemine bakmayı başarmıştır. Doğru bildiği görüşlerini her zaman ve her şartta, dönemin siyasetçilerine karşı sivil itaatsizlik şeklinde yorumlanmış olsa bile savunmuş ve arkasında durmuştur.

Ebû Hanîfe, her ne kadar ehli hadis tarafından, dini doğru anlamada re’yciliği bir yöntem olarak benimsemesinden dolayı, bir din mucidi (!) şeklinde suçlanmış olsa da Hadislerin anlaşılmasında geliştirdiği yönteme bakılırsa, ona haksızlık edildiği açığa çıkacaktır.

Onun Hadisleri Kur’an’a arz ederek kritiğe tabi tutma metodu, günümüzde, dini ilimler alanında yeni yöntem arayışlarının yapıldığı bir dönemde, çözüme yönelik olarak heyecan yaratıcı bir çıkış yolu bulmaya hizmet edebilir.

Ortaya koymaya çalıştığımız bu düşüncelerden de anlaşılacağı üzere bir problem olarak akıl-vahiy ya da akıl-sem’, akıl-nakil, akıl-haber ilişkisi meselesi İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren tartışılagelmiş ve özelikle fetihler sonucu Müslümanların yabancı din ve kültürlerle karşılaşmasıyla birlikte konunun boyutları genişlemiş ve mesele daha farklı açılardan değerlendirmeye tabi tutulmuştur.

Nitekim İslâm toplumu içerisinde ortaya çıkan farklı ekollerin akıl-vahiy ilişkisine yaklaşımlarındaki çeşitlilik ve bakış açısı bunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte özelikle kelâm ilminin mümessilleri konumunda bulunan Mutezilenin çok çeşitli sonuçlar doğuran tevhid ve adâlet prensiplerini vazediş tarzları, yabancı akım ve görüşlere karşı rasyonel düşünceleri savunma çabalan ve böylece aklen nübüvvetin gerekliliği ile Kur'an’ın akla uygun olduğu şeklindeki tezleri ilk defa Kindî ile birlikte İslam felsefesinde çok farklı ve detaylı bir biçimde ele alınıp işlenecek olan akıl-vahiy ilişkisi probleminin bir anlamda temelini oluşturmuştur.

Bunun yanı sıra konunun islam felsefesi içerisinde bir problem olarak ele alınmasında bilhassa tercümeler yoluyla Arapça ’ya aktarılan Yunan kaynaklı bilim ve felsefelerin de derin etkileri olmuştur. Bu etki bir yandan akıl-vahiy ilişkisi meselesinin filozoflar tarafından ele alış tarzında ortaya çıkarken, öte yandan daha önceki dönemlerden ayrı olarak problemin epistemolojiden ontolojiye kadar çeşitli yönleri gözetilerek sistematik bir biçimde ortaya konulmasını sağlamıştır.

"Osmanlılarda felsefe yoktur" iddiası, iki şekilde anlaşılabilir. Ya gerçekten Osmanlıda felsefe yoktur ve bizim fikir anlamında çektiğimiz sıkıntıların bundan kaynaklandığı düşünülebilir. Ya da felsefi miras var olmakla birlikte, problem, onun gün yüzüne henüz çıkarılmamış olmasıdır ki bu sebeple fikir anlamında sıkıntı çekilmektedir.

Osmanlı bilim ve kültür yapısı içinde felsefenin konumu, henüz yeterince işlenip tam olarak açığa çıkarılmışmış değildir. Osmanlı Devleti’nin düşünce dünyasını, fikir akımlarını ve bilim adamlarını araştıran çalışmaların henüz yeterli seviyeye ulaşamamış olması buna bir neden olabilir. Oysa her milletin, kendi toplum yapısına uygun bir tarzda ilme yatkınlığı ve isteği elbette vardır.

Milli bir kaynakça merkezi oluşturulduğunda mevcut eserlerle beraber yapılacak yeni bilimsel araştırmalar, Türk Milletinin nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğunu belirlemek mümkündür.

Osmanlıda felsefenin her dönem var olmuştur. XIV. yüzyılda tarih sahnesine çıkarı Osmanlılar, İslam düşüncesini XII. yüzyıldan itibaren içine düştükleri duraklama dönemin sonrasında devralmışlardır. Elbette ki bazı dönemlerde Osmanlı medreselerinde Akli ve felsefi ilimlere, ders programlarında daha az yer verildiği tarihsel bir gerçekliktir.

Ancak Osmanlıda özellikle Farabi, İbn Sina, gazali ve Fahrettin Razi gibi filozofların eserleri üzerine felsefi çalışmalar yapılarak felsefe üretilmiştir. Burada altını çizmek istediğimiz konu, XII. Yüzyıldan itibaren akli ve felsefi ilimlerin duraklama dönemine girmesi, bu ilimlerin Anadolu coğrafyasında yoğunlaşmasını sağlamıştır.

İslam Felsefesi Selçuklulardan sonraki süreçte bir yönüyle “Hermetik” düşünceyle birleşerek daha doğuda Batıni anlayışın etkin olduğu bölgelerde “İrfani felsefe” adıyla bugün İran’da devam eden “İsfahan Ekolü” nün gelişmesine imkan verirken, diğer yönüyle Osmanlıda felsefe hareketlerinin başlamasına katkı vermiştir.

Gerek Osmanlı düşüncesinin gerekse İsfahan ekolünün gelişme serüveninde benzer ve farklı yanlar olduğunu söylemek mümkündür. Benzer yanları, başlangıçta Meşşaî felsefe ve bu felsefeyi sürdüren filozofların düşünceleri üzerine felsefelerini kurmaya çalışmış olmalarıdır.

Ayrıldıkları yön ise Osmanlı alimleri dini düşüncelerini realize etmek için kullanırken, İsfahan ekolü, batıni ve Şii geleneğin etkisinde kalarak “masum İmam” anlayışının gölgesinde felsefe yapmaya çalışmıştır.

 

 

( Akıl Vahiy İlişkisi Ve Tarihi Süreci başlıklı yazı redfer tarafından 11.02.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.