Bizde meşhur bir laf vardır. “Karının kırığını koca, bacının kırığını abi getirir,” derler.


Evvelden ben bu arkadaşımızın evinin nerede olduğunu bilmezdim. Karısı kimdir, nasıl bir şeydir, aklımın ucundan bile geçmezdi. Ta ki, arabama birkaç şişe bira koyup ‘balık avına’ gitmeye hazırlanırken yanıma gelip, “illaki ben de geleyim,” diye tutturduğu güne kadar. Benimkilerin yanına birkaç şişe bira daha katıp bunu da aldım arabaya, şehir dışında bir gölet kıyısına götürdüm. Su kenarında sallama oltaları dizip, bir gölgeye oturduk. Temiz hava, muhabbet, bira filan derken iyi vakit geçirdik sayılır. Arada oltaların zili çaldıkça koşturup oltaya takılmış balığı kıyıya alarak akşamı ettik. Yakaladığımız on, on beş parça balığı evine götürmesi için ona verdim.


Dönerken, “evin neredeyse bırakıvereyim istersen,” dedim,


“Olur” dedi. Yolu tarif etti.


Götürdüm.


Kapısının önüne vardığımızda tutturdu, “eve gel de bu balıkları benim karı kızartıp bir güzel çilingir sofrası kursun, hep beraber yiyelim!” demeye.


Ne kadar, “olmaz, rahatsızlık vermeyeyim,” dedimse de kolumdan çekiştire çekiştire soktu beni eve.


Eve girdiğimizde bizi karşılayan kadını gördüğüm an çarpılmışa döndüm. Yarabbi, bir kadın bu kadar mı güzel olur! Kadın demek bile yanlış bir ifade, on yedi, on sekizinden fazla göstermeyen bir taze afet. Tabii ki, minyon tipinden dolayı böyle gösteriyordu, zira su kenarındaki sohbetimizde “on iki yıllık evliyim,” demişti adam; beş, altı yaşında bir çocuk almayacağına göre kadının yaşı otuz civarında olmalıydı. Zaten kocası da otuz beşindeydi, benden küçüktü ikisi de…


“Yenge hanım, rahatsızlık vermek istemedim, ama kocanız ısrar etti,” diyecek oldum.


Kadıncağız daha ağzını açmadan, adam, “rahatsızlık vermek de neymiş, sen benim şeref konuğumsun, geç otur şöyle,” diyerek beni evin salonundaki yemek masasına oturttu. Karısına, “balıkları temizleyip kızartıver! Dolaptaki rakıyı da getir de, ufaktan ufağa demlenelim biz!” diye emretti.


Kadının sesini ilk kez o an duyabildim. Kocasına, “Dolaptaki rakıyı dün gece içtin ya, rakı mı kaldı?” diye çıkıştı.


Adam, “Doğru ya, dün gece içtiydim. Ben şimdi bir koşu gidip yenisini alır gelirim,” diyerek ayaklandı.


Evde karısıyla beni yalnız bırakıp gitmesinin uygun olmayacağını düşünerek, “sen otur, ben alıp geleyim!” dedim.


Ona da itiraz etti. “Ne demek! Ben varken misafiri tekel bayiye yollamak yakışır mı bana?” deyip, ısrarımı sürdürmeme fırsat bırakmadan çıktı, gitti.


Onun ardından kadın da benim yanımda durmak istemediğinden, “siz oturun, ben balıkları hazırlayayım,” diyerek mutfağa geçip kapısını örttü.


İçimden, “Aferin!” dedim kadına. Kocasının dangalaklığına karşın o mesafesini korumak istiyordu. Böyle bir kadına kolay kolay askıntı olunamazdı. Benim de öyle bir niyetim yoktu zaten, şeref konuğu diye ağırlandığım bir evde böyle bir ahlaksızlığı yapmak bana yakışmazdı.


Zaten adam da beş, altı dakika sonra elinde yetmişlik iki şişe rakıyla geri geldi. Rakıları masaya bırakırken, “az yalnız bıraktım, kusuruma bakma ne olur!” dedi.


“Sorun değil,” dedim gülümseyerek.


Oturmadı. “Ben mutfağa bir bakayım, balıklar ne alemde…” diyerek karısının yanına gitti. Çok geçmedi, elinde bir sahana koyduğu buz küpleri ve dört rakı bardağıyla geri geldi. “Balıklar oluyor,” dedi. “Turpu dilimlesin mi, rendelesin mi?”


“Fark etmez,” dedim.


“Tamam! Sen bardaklara rakıları koyarken ben bir şeyler getireyim,” diyerek mutfağa döndü.


Tekrar geri geldiğinde bir tepsi içindeki tabakları önüme dizdi. Yoğurt, peynir, meyve, çerez, söğüş turp, hıyar.. Bardakları rakıyla doldurup sulandırarak birer parça buz kattım.


Kendi rakı bardağını kaldırıp benimkiyle tokuşturarak, “şerefe!” dedi.


Ben de, “Şerefe!” diyerek ona eşlik ettim.


Sohbet etmeye başladık.


“Senin mekanın bu vilayette bir eşi benzeri daha yok, yeri de senin mi?” diye bir soru sordu bana.


“Benim,” dedim.


“Eskiden sinemaydı orası, değil mi? Film seyretmeye giderdik oraya…”


Şehrin merkezi bir yerinde, ayakaltında, bol müşterili bir birahanem vardı. Eski bir sinema salonundan devşirme koca bir salon. Peder bey sinemacıydı. O rahmetlik olup da iş bana intikal edince kapattım sinemayı hemen, şöyle bir tadilat yapıp meyhaneye devşirdim.


“Sinema karın doyurmuyor,” dedim. “Yapımcı, dağıtımcı, belediye, vergi, işçi derken sinemacılık boşa kürek çekmekten başka bir şey değil…”


Oysa bir tek bira fıçısından, sinemada bir günde üç matineden kazandığımdan daha çok kar elde ediyordum. Gün geliyor yirmi, yirmi beş fıçı bira sattığım oluyordu. Ruhsatım her ne kadar ‘birahane’ olarak tanzim edilmiş olsa da her tür içkiyi, mezeyi ve ızgara türü yiyecekleri de satıyorduk.


Adamla tanışıklığımız da sık sık meyhaneme gelmesindendi. Diyebilirim ki, iş ve uyku dışındaki tüm zamanını sahibi olduğum meyhanede geçiriyordu. Parası olsa da, olmasa da her gün uğruyor, bir otuz beşlik rakıyı iyi etmeden evine gitmiyordu. SEKA Kâğıt fabrikasında vardiyalı çalışan bir işçiydi. Veresiyesine sağlamdı, maaşını aldığı gün gelip hesabını kapatırdı.


Güzeller güzeli karısı hazırladığı balıkları getirip önümüze servis ettiğinde ikinci kadeh rakıları içmeye başlamıştık. “Zahmetler verdik yenge hanım, sağ olun!” dedim.


Bir cevap vermedi, ama göz ucuyla bana bakarak gülümsediğini fark ettim. Sessizce mutfağına döndü.


Hayatımda bu adamcağızdan daha dertli bir başkasını dinlemek zorunda kalmış mıyımdır, hatırlamıyorum. Her içtiğimiz kadehte çenesi biraz daha açılıyordu. Uzun bir süre, iş yerindeki problemlerini anlattı, bir kulağımdan girdi, öbür kulağımdan çıktı hepsi. Dili ağzını kaplayan bir et parçası haline dönüşmüş, konuştuğu sözcükleri telaffuz edemez olmuştu, pelte pelte konuşmaya başlamıştı. Sık sık tekrarlar yapıyor, bir anlattığını sil baştan yeniden anlatmaya çalışıyordu. Benim aklımsa kendini mutfağa kapatarak bizden uzak durmaya çalışan karısındaydı, içkinin etkisi arttırdıkça o güzelliği bir kez daha görme arzum da artıyordu.


Masadaki limonlar suyunu çekmişti, sıkılmaktan bir kabuğu kalmış limonu ele alıp güya sıkmaya çalıştım, suyu çıkmayınca da, “limon var mıdır acaba?” diye sordum.


Karısına seslendi. Koşturup geldi kadıncağız. “Masaya niye yetecek kadar limon kesmedin ulan!” derken ahlaksızca bir küfür tümcesi kullanıp ekledi. “Çabuk limon kesip getir!” Kadıncağız onun bu kabalığından korktuğunu belli eden bir telaşeyle mutfağa döndü. 


Bu ani öfke patlaması karşısında ne yapacağımı şaşırdım. “Küfüre, hakarete gerek yoktu birader!” diyerek kaşlarımı çattım.


“Sen karışma patron! Bunların anladığı dil budur…”  diye bir şeyler geveledi. Kafası kocaman olmuş, omuzlarının üstünde tutamıyor ve sık sık masaya düşürüyordu.


Bu saatten sonra sarhoş kahrı çekemezdim. Kalkıp gitme vaktim gelmişti. “Ben müsaade isteyeyim birader!” diyerek ayaklandım. Lafımı duymadı bile Başı masa üstünde, ağzının kenarından akan salyalarla sızıp kaldı.


Dış kapıya yürürken mutfaktan çıkıp gelen karısıyla karşılaştık. Elinde bir tabak içinde dilimlenmiş limonları tutuyordu. “Kocanız sızdı, kaldı, gidiyorum,” dedim.


Kocasının yanına gitti, limon tabağını bıraktı. Adamın saçlarından çekip başını kaldırdı, Bıraktı. Baş bir ölününki gibi tekrar masaya düştü. Otoriter bir sesle, “Şunu yatağına yatırmama yardım edin!” dedi. O sinmiş kadının yerine birdenbire ortaya çıkan bambaşka bir kadına dönüşüvermişti. Tereddüt ettiğimi görünce yanıma geldi, elimden tuttu. “Hadi ama… Sizin güçlü kollarınıza ihtiyacım var.”


Az önce kocasının kabalaştığı andan daha büyük bir şaşkınlığa düştüm. Kadının çekiştirmelerine biat ederek gittim, adamı kucakladığım gibi kaldırdım. “Yatağını gösterir misiniz?” diyerek taşımaya başladım. Gösterdiği odadaki yatağa bıraktım.


Üstünü bir nevresimle örttü kocasının, sonra yanıma geldi “Bu artık yarın öğlene kadar ayılmaz,” diyerek gülümsedi.


Ben yine çıkış kapısına doğru yürüdüm.


Peşimden geldi. “Nereye?” diye sordu.


“Müsaadenizle gideyim artık,” dedim.


Elimden tuttu, salondaki masaya doğru çekiştirmeye başladı. “İkinci şişenin daha yarısı duruyor, onu bitirmeden mi gideceksiniz?” dedi.


Şaşkınlık içinde, “ama…” diye bir şeyler söyleyecektim ki, lafımı ağzıma tıkayarak:


“Aması maması yok, gece daha yeni başlıyor,” dedi.


( Karının Kırığını Koca Getirir başlıklı yazı AliKemal tarafından 9.05.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.