ÖNSÖZ:

Kıta Avrupasını 116 yıl boyunca kasıp kavuran Yüz Yıl Savaşlarını bilmeyen var mıdır, bilmiyorum. Ben kısaca hatırlatayım yine de, bilenler önsözü okumadan doğrudan öykümü okumayı seçebilirler.

Bu savaşlar, 1337’de İngiltere kralı III. Edward’ın, Fransa kralı IV. Charles’in ölümüyle boşalan Fransa tahtına seçilen VI. Filip’in değil, Fransa kralı IV. Filip’in anne tarafından dedesi olması nedeniyle kendisinin seçilmesi gerektiğini iddia etmesiyle başlamıştı.

Detaylara girmeden, savaşın başlangıcından 1415 senesine kadar İngilizlerin Fransa topraklarında önemli yerler işgal ettiklerini, müteakiben Fransızların kaybettikleri toprakları birer birer geri aldıklarını söyleyebiliriz.

1415 yılına gelindiğinde de o sırada İngiltere tahtında bulunan V. Henry, Fransa’daki hanedan mücadelelerini fırsat bilerek yeniden Fransa üzerine yürüyüp beş yıl süren bir savaş ile Normandiya’yı ele geçirince Fransa tahtında bulunan VI. Charles 1420 senesinde Troyes Antlaşmasını imzalamak zorunda kalıp işgali durdurabilmişti. Bu anlaşmaya göre Fransa kralı öldüğünde Fransa tahtına V. Henry’nin oğlu VI. Henry oturacaktı.

Troyes Antlaşmasını imzalamış olan VI. Charles ve V. Henry peşpeşe öldü ve küçük bir çocuk olan V. Henry’nin oğlu, VI. Henry anlaşmanın gereği olarak hem İngiltere’nin, hem de Fransa’nın yeni kralı ilan edildi. Buna karşın VI. Charles’in veliahtı olan VII. Charles bu durumu kabullenmeyerek İniltere’ye savaş ilan etti. İngilizler Burgonyalıların desteğiyle Fransa topraklarını La Loire nehrine kadar ülkenin yarısını işgal ettiler. Halk perişan haldeydi. VII. Charles Reims’de taç giymeyi umarken bu yenilgiler üzerine bir şatoda saklanmak zorunda kaldı. İşte, öykümüz de tam burada başlıyordu…

 

ÖYKÜ:

Fransa’nın işi mucizelere kalmıştı. Ve O Mucizenin adı Jeanne d'Arc'dı…

Kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışan çiftçi Jacques ile Isabelle’nin beş çocuğundan biri olan Jeanne d’Arc, 1412 yılında Lorraine’de, Yüzyıl Savaşlarının ortalığı kana buladığı bir dönemde dünyaya geldi. Oldukça sıradan bir çocukluğu oldu. Sıradan olmayan tek özelliği dine olan düşkünlüğüydü. Onun hakkında, “Tanrı'nın ve Kutsal Meryem'in hizmetkârlığına adamıştı kendini" denilmekteydi. On iki yaşındayken halüsinasyonlar görmeye başladı. Tanrı Hz. İsa'nın havarileri aracılığıyla kendisiyle konuşuyordu. Bu halüsinasyonlar esnasında parlak bir ışık görüyor ve Aziz Michael ile Azize Catherine de bu ışığa eşlik ediyorlardı. Bunları yakın çevresindekilere anlatıyor, Tanrı’nın ondan Fransa’yı İngilizlerin işgalinden kurtarmasını istediğini sömylüyordu, ama hiç kimseyi inandıramıyordu. Bunun üzerine halüsinasyonlarını anlatmaktan vaz geçti, bir süre hiç kimseye bahsetmedi. Dini hassasiyetleri arttıkça sık sık günah çıkartmaya başladı. Herkes ondaki bu tutkuya şaşırıp kalıyordu. Bu pek de sık rastlanır bir şey değildi. Ya deli ya da büyücüydü Jeanne d'Arc, kim bilir?  

Ve o karmaşa içinde büyüdü, genç bir kız oldu. Diğer genç kızlardan farklı, sıra dışı bir kişiliği vardı. Yaptığı sıra dışı eylemlerden biri de Fransa’yı işgal ederek perişan eden İnilizlere mektuplar yazmak, onları tehdit ederek işgale son vermelerini istemekti. Okuması yazması olmadığı halde, diğer insanlara yazdırdığı mektuplarda şöyle haykırıyordu: Sizler! Fransız Krallığı'nda hiçbir hakkı olmayan İngilizler! Göklerin tanrısı, benim, Bakire Jeanne'm aracılığıyla, siperlerinizden ayrılmanızı ve ülkenize dönmenizi emrediyor. Aksi takdirde öyle bir savaş başlatacağım ki, dünya durdukça hatırlanacak! Bu size üçüncü ve son kez yazışım. Bir daha uyarmayacağım." İMZA: Jeanne d'Arc (Bir çarpışma öncesi İngiliz komutana yazdığı bir mektuptan)

1428’de gördüğü halisinasyonda Tanrı ona, “artık harekete geç!” emrini verdi. Üslendiği bu misyonla derhal harekete geçti. Mektuplar yazdırarak, veliaht Kral Charles'a yolladı: "Ben Tanrı'nın elçisiyim, bana bir ordu verin, ben de size Fransa'yı vereyim!''

VII. Charles kendisine ardı ardına mektuplasr gönderen bu genç kızı merak etmeye başladı. Ve Jeanne'in huzuruna getirilmesini emretti. Danışmanları ona, kızın İngilizler tarafından tutulmuş bir suikastçı olabileceğini söyledilerse de, tedbirli olunduğu taktirde kaybedeceği bir şey yoktu. Eğer yazdıkları doğruysa, on yedi yaşındaki bu çiftçi kız, kitleleri ateşlemek için bir araç olabilirdi.

Jeanne d’Arc, VII. Charles’in kendisini beklediğini haber alır almaz atını dörtnala sürerek şatoya ulaştı.

Kız şatoya sokulduğunda sadık adamlarından birini kendi yerine geçirdi. Kız onu hiç görmemişti ve madem ki Tanrı’nın elçisi olduğunu söylüyordu, kalabalığın içinden kendisini bulması gerekirdi. Jeanne d’Arc kalabalığın önüne getirildiğinde onu yerine geçirdiği adamı karşıladı. Jeanne ise bu adamla muhatap olmaksızın, “Siz iyi birine benziyorsunuz, ama kral değilsiniz. Lütfen, izin verin onunla konuşayım," diyerek kalabalığın arasındaki Charles’e yöneldi ve ona niçin geldiğini anlatmaya başladı. Salondakiler şok oldu. Ortalığı hayret nidaları kapladı. VII. Charles, ikna olmuştu. Ama danışmanları hala tereddütlüydü. "Bakire olduğunu iddia ediyor, ne bilelim doğru söylediğini?" dediler. Danışmanların ve rahiplerin huzurunda yapılan muayene ile bakire olduğu anlaşıldı! Rahipler, “madem ki kutsal bir misyonla burada, bir mucize göstersin!” dediler. Jeanne onlara, "Fransızlar boğazlanırken, Tanrı'nın hizmetkârı olduğunu iddia eden sizler, benden numaralar yapmamı istiyorsunuz. Ben genç bir kızım. Kılıç kullanmayı bile bilmiyorum. Buraya gelmek için tek başıma iki bin beş yüz kilometrelik düşman hattından geçmek zorunda kaldım. Bu sizin için yeterli bir işaret değil mi? Bana bir ordu verin, size mucizeyi Orleans'ta göstereyim!" diye cevap verdi. Bu cevabıyla tüm şüpheleri sildi. VII. Charles'm en ufak bir şüphesi kalmadı. Genç kıza bir ordunun komutasını vermekte tereddüt etmedi. En deneyimli kumandanlarını, ömründe eline kılıç almamış, savaş görmemiş bu köylü kızının emrine verdi. Orleans’ta Fransız ordusunun başına geçtiğinde henüz 17 yaşındaydı. Ona takılan unvan, ‘Orleans Bakiresi ’ idi… 

Jeanne’în Tanrı’nın elçisi olduğuna inanan Fransız askerleri moral olarak güçlenmeye başladı.  Emrindeki kumandanlar, bir kızdan emir almaktan rahatsız olunca, saçlarını kesti ve onlar gibi zırh kuşandı.  Elinden hiç düşürmediği sancağıyla kaleden kaleye koştu, bazen  ama hiç yılmadı. Bunun, savaşan bir ordu için ne kadar büyük bir ateşleyici olduğunu kimse inkâr edemezdi. Giriştiği her savaştan önce, yazdığı mektuplarla İngilizleri geri çekilmeleri için uyarıyordu: "Çekilmezseniz, bugün burada çok kan dökülecek. Ama inanın, bu bizim kanımız olmayacak..." Savaş süresince kendisi hiç kimseyi öldürmedi. İnançları gereği şiddetten ve öldürmekten uzak duruyordu ve emrindekilere de düşmanlarına karşı aşırı ve gereksiz güç kullanılmamasını söylüyordu.

Bir yıl içinde Jeanne d'Arc idaresindeki Fransız ordusu, birçok Fransız şehrini İngilizlerden geri aldı. Komuta ettiği askerlerin hayranlığını kazanmış, adeta onların gözünde bir azize mertebesine yükseldi. Çok geçmeden bu durum resmi olarak da tescillenecekti...

 Jeanne d’Arc, 17 Temmuz 1429'da, VII. Charles’in Reims katedralinde yapılan taç giydirme törenine de katıldı. O törenle birlikte savaşta gösterdiği destansı gayret ve katkılarından dolayı Jeanne d'Arc ve ailesine asalet unvanları verildi.

Ne var ki, VII. Charles taç takınmıştı takınmasına, fakat krallığını garantiye aldıktan hemen sonra tavırları farklılaşmıştı. İngilizlerle savaşmak yerine barışarak sorunları halletmek istiyordu.

Fransa’nın bağımsızlığını henüz tam olarak sağlayamamıştı. Paris, halen İngilizlerin elindeydi. Jeanne d’Arc ve komutanları Paris’i geri almak için savaşırken destek olmadı.  Jeanne, istediği yardımları esirgeyen kralı, Tanrı’nın isteklerine karşı çıkmakla suçlamaya başladı. Etkisi çok fazlaydı ve kralın otoritesini sarsıyordu. Tabii ki, hiçbir kral bu durum karşısında lakayt kalamazdı. Nitekim VII. Charles de bu genç azizeyi gözden çıkartmakta gecikmedi. Ve kralın emrindeki Burgundain güçleri tarafından yakalanarak İngilizlere satıldı.

İngilizler Jeanne d’Arc’ın yargılanmasını bir şova dönüştürdüler. Onu, cadılık ve kâfirlikle suçladılar. SSavaşırken erkekler gibi zırh giyinmiş olması o dönem Avrupası'nda kâfirlikle suçlanması için yetiyordu. Aslında tüm bu iddialar ve mahkeme, bir düzmeceden ibaretti. Verilecek ceza çoktan belirlenmişti.

İngilizlerin Fransa'daki sadık adamı olan ve Fransız ulusal kimliğini canlandırdığı için Jeanne d'Arc'a büyük bir kin besleyen Piskopos Pierre Cauchon, okuma yazma bilmeyen Jeanne’a kandırarak, 'kâfir' olduğunu deklare eden bir belge imzalattı. Bunu kabul etmekle ömür boyu hapis cezası alan Jeanne'ın ortadan kaldırılmasını isteyen İngilizleri tatmin etmemişti. Bir şekilde kızın hapishanede tekrar 'erkek' elbiseleri giymesini sağladılar. Kilise mahkemesi bu durumu 'kâfirliğin' devamı şeklinde yorumlayarak, Jeanne'ın yakılarak idam edilmesine karar verdi.

30 Mayıs 1431'de Rouen meydanında Jeanne'ın yakılmasını seyretmek için on bin kişi toplandı. Bir kazığa bağlanarak, kendisinden geriye hiçbir parça kalmasın diye bedeni peş peşe iki kez yakıldı. Ateşin yakamadığı tek şey, kalbi olmuştu. Külleri Seine nehrine savruldu.

Ve uğruna ömrünü harcadığı kral, kendisini tahta çıkartan bu sıra dışı kız diri diri yakılırken, parmağını bile kıpırdatmamıştı.

( Orleans Bakiresi başlıklı yazı AliKemal tarafından 14.04.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.