MEVSİM:
GÜLBAHAR
r
o m a n
Karabaş, tıpkı Kangal
cinsi gibi cüsseli, çalımlı bir köpekti. Enikliğinden beri aldığı terbiye
gereği, tam bir çoban köpeğiydi. Sahipleri, Ali Elmas’ın on beş yaşındaki
kızı Gülbahar ve küçük kardeşi Alican’dan başkası değildi
Küçük ağılın kapısı açılıp
da, Gülbahar ile Alican görününce, Karabaş, Ali Elmas yolcu edildikten hemen
sonra önüne konulan yaldan son kalanları da yalayıp yutarak ayaklandı.
İki kardeşin de ayağında siyah Sümerbank iskarpinleri vardı; ama Alican’ın iskarpinleri haylazlıklarını anımsatır biçimde paralanmaya başlamışlardı. İkisi de tıpkı Yetiştirme Yurdu çocuklarının tek tip kılıkları gibi oldukça yeni görünen kumaş pantolon ve pötikare gömlek giyinmişti.
Karabaş, efendilerinin ondan istediklerini
yerine getirerek keçileri ağıldan çıkardı, yayıla yayıla kale harabelerine
doğru gütmeye başladı. Arada bir yoldan çıkan bir keçi olursa da sahiplerine bir
iş düşürmeden bu sorunu hallediyordu.
Alican’ın saçları üç numarayla
tıraşlıydı. Gülbahar’ın ise, bir kız çocuğundan çok bir erkek çocuğunu andıran
kısa, kıvırcık saçları ve yüz hatları vardı.
Gülbahar, “El fenerini aldın, değil
mi?” diye sordu.
Alican, pantolonunun arka cebinden
çıkarttığı, yassı pille çalışan, yassı, küçük bir el fenerini çıkarıp gösterdi.
“Aldım.”
“İyi.”
“Bu gün de dereye ineydik ya…”
“Nedenmiş o?”
“Harabelerde Hamido çıkarsa ya,
karşımıza?”
Gülbahar, “Hamido köylülerin
paralarını aldı, gitti. Bir daha uğramaz buralara,” diyerek onu
sakinleştirmek istedi.
Alican, “öyle deme, paraları ağaya
verip tapuları getirecekmiş o,” deyince Gülbahar zekice gülümsedi.
“Çok beklerler.”
Alican, harabelere gitmeyi hiç
istemiyordu, “Eski insanlar, paralarını oralara saklamış olsalardı, Hamido,
oralarda saklanırlarken bulurdu, boşu boşuna kazıp duruyorsun toprağı,” diye söylenmeye başladı.
Gülbahar, kendinden emindi. “Ama
onların hazine saklamak için zekice düşünülmüş bir sürü yeri vardır.
Harabelerdeki gizli bölmeler tam öyle yerler. Hamido onları bulabilecek kadar
zeki değildir. Zeki olsaydı, eşkıya olmazdı zaten...”
Yamaçtan yukarı çıkıp, yukarıdaki eski
kale kalıntılarına ulaştıklarında, keçileri az ilerdeki kayalıklara doğru
yayılmaya başlamıştılar bile. Onları kendi hallerine bırakan Gülbahar ve
Alican, yanlarındaki Karabaş ile birlikte, Kayalıkların tepesinde ki yıkıntılar
içinde, Gülbahar’ın, varlığına can-ı gönülden inandığı defineyi aramaya
gittiler.
Alican, “bulduğumuz define
keçilerimizin sayısını arttırmaktan başka bir şeye yararmış gibi... Bizim
buralarda başka ne iş yapılır onca parayla. On beş keçiyi kovalamak yerine beş
yüz keçi kovalamak zorunda kalmak daha iyi bi’şey mi?” diyerek söylenmeye
başladı.
Gülbahar, kayalıklarda bulunan çalıları
kemirmekle meşgul görünen keçileri göstererek, “Keçileri keyif
edebilecekleri yerlere getirdik, Kaya eteklerinde kendi kendilerine
eşeleniyorlar. Benim sayemde keçi kovalamıyorsun işte. Daha ne istiyorsun?” diyerek
gülümsedi.
Dar setin sonuna ulaşmışlardı. “İşte
geldik.”
Çıktıkları yerde her tarafa taş ve sütun
yıkıntıları saçılmıştı. Gülbahar’ın bir ay kadar önce define aramayı bu
yıkıntıların arasında sürdürürken yerinden oynattığı bir kaya parçasının
arkasında normal bir insanın ancak sürünerek girebileceği küçük bir in ağzı
keşfetmişlerdi. Gülbahar, içinde gizlenmiş bir definenin olabileceği inancıyla
sürünerek geçtiği deliğin arkasında küçük bir mağaraya ulaşmıştı. Mağarada
büyük bir umutla aramaya başladıkları define yerine de, yeraltına inilen basamaklar,
basamaklardan inilen yeraltında ise karanlık ve soğuk galeriler ve bunların
kenarlarında yer alan höyükler ile kayalığın içeriden aşağılara doğru
oyulmasıyla oluşturulmuş yeni basamaklar keşfetmişlerdi. Şimdiye kadar o
basamakları kullanarak, keşfettikleri bu uçsuz bucaksız gömütün alt katlarına
inmeye cesaret edememişlerdi. Daha doğrusu Alican, karşılarına çıkması muhtemel
yeraltı canavarlarının varlığına olan inancıyla engellemişti bunu. Bu yüzden
inin ağzına yakın bölmelerde oyalanıyorlardı şimdilik. İnin ağzını örttükleri
bir çalılığı kenara çekerek deliği açtılar.
Dar delikten sürünerek içeri süzülürken,
Gülbahar, peşlerinden gelerek onlarla birlikte içeri girmeye kalkışan Karabaş’
a dönüp, “Sen nereye bakayım, böyle? Koş, keçilerin başına!” diye
söylenince, sanki hayvana değil de bir insana komut vermiş gibi Karabaş,
geldikleri tarafa doğru verilen vazifeyi ifa etmeye gitti. Karabaş’ı
yolladıktan hemen sonra onlar da yeraltına inen basamaklardan indiler.
Yeraltına girdikten sonra, keşfettikleri
o yeraltı odalarından birisine girdiler. Ortalık geldikleri yoldan ulaşan hafif
bir ışıkla loş karanlıktı. Alican cebinden çıkarttığı el fenerini yakıp etrafı
aydınlatmaya başlayınca, Gülbahar onu, “Yakma şunu! Pili bitmesin,” diyerek
ikaz etti. “Kazarken bir şey bulursak, iyice görmek için tutarsın ışık.”
Alican oynaması için izin verilmediğine
kızarak el fenerini söndürdü. Kaba bir ifadeyle, “Nah bulursun,” diye
söylendi.
“Görürsün bak, bulacağız.”
Gülbahar cebinden çıkarttığı uzun saplı
bir çakıyı açıp daha evvelden kazdıkları bir çukuru derinleştirmek üzere
kazmaya başladı.
“Buradan çok ümitliyim.
Buranın üstüne o levhayı boşuna kapatmış olamazlar. Biraz daha derinleştirirsek
bir şeyler çıkabilir, belki…”
Çukurun dibini kazmaya ve çıkarttığı
taşı, toprağı bir kenara aktarmaya başladı. Bir taraftan da kardeşine bu
harabelerle ilgili düşüncelerini anlatmaya başladı:
“Eskiden buralarda yaşayan
insanların hayatları hep savaşarak geçiyordu. Onlar başkalarıyla savaşıyor,
başkaları onlarla savaşıyor, hep savaşıyorlardı. O zamanlar hükümdarlar, para
kazanmak için birbirleriyle savaşarak, birbirlerinin ülkelerini yağma
ederlermiş. İşte, buradaki insanlar da, o hükümdarlar paralarını bulup
alamasınlar diye böyle gizli yerlerde saklarlarmış paralarını. Hiç kimse, hiç
kimsenin, parasını nereye sakladığını bilemezmiş. Savaşırken ölenlerin paraları
da, sakladıkları yerlerde kalırmış…”
Alican, meraklı, “Oğluna kızına da
söylemez miymiş peki? Hani, ölürsem eğer, falan yerde para sakladım, gidip
bulun, harcayın emi, diye tembih etmez miymiş?” diye sordu.
Gülbahar, bir süre, taş ve topraktan
başka hiçbir şey bulamadan elindeki bıçağı ile eşeleyerek çukuru iyice
derinleştirmişti. Epey yorulmuştu; gene de burnundan soluyarak kardeşinin
merakı olan şeyleri açıklamaktan vazgeçmedi:
“Bazen söylemezlermiş.
Ansızın saldırıya uğradıkları vakit, söylemeye zamanları olmazmış. Bazen de,
söyleyecek çocukları olmazmış. Ben onların sakladığı o altınları bulacağım.
Bulup başka bir yere saklayacağım. Sonra da Bulanık’ a gidip kendime bir ev ve
bir kitapçı dükkânı satın alacağım. Dükkânda dünyada yazılmış ne kadar kitap
varsa, hepsini satacağım. Ve sonra kendim de kitaplar yazacağım. Bir sürü
kitap... Eğer istersen sen de benimle birlikte yapabilirsin bütün bunları...”
Alican’ın bir itirazı vardı. “Ama
kızlar dükkân açmaz ki.”
Gülbahar, homurdanarak; “Açar. Bizim
burada açmazlar belki ama Bulanık’ta açarlar,” diye çıkıştı.
“Açmazlar.”
“Açarlar! Ben açacağım.
Görürsün... Babamın getirdiği kitapları okumadığın için cahil kaldın sen.
Bilmiyorsun.”
“Okumam ben. Sen
okuduklarını anlatıyorsun ya, yeter benim için.”
Şimdiye kadar hiçbir kitabı okutmayı
başaramamıştı kardeşine. O da, büsbütün ilgisiz kalmasın bari diyerek kendi
okuduklarını, okuyarak öğrendiği her yeri, her şeyi, her akşam uyumadan önce,
uyumaya dalıncaya kadar uzun uzun anlatıyordu.
“O kitaplardan birinde,
kızın biri kitapçı dükkânında çalışırken, gizli gizli bütün kitapları okuyor,
okuyor... Sonunda dünyanın en büyük bilim adamı oluyor.”
Alican, ablasının safdilliğine gülerek
müdahale etti. ”Kızlardan bilim adamı mı olurmuş! Erkekler adam olur,” dedi.
Gülbahar bir cevap vermedi buna.
Erkeklerin adam olduğu, kadınların ise sadece kadın olduğu bir dünyaydı
Alican’ın dünyası. Kendince haklıydı Alican. Okuduğu kitaplarda bile, sadece
kadın olmak yerine fodulluk ederek erkeklere layık adamlık mertebesine ulaşmış
kadınlara da, nedense bir ayrıcalık tanınarak, kendilerinden biri olarak kabul
edip bilim kadını demektense bilim adamı denilmekteydi... Lafı değiştirmek
için, “Dükkânı açtıktan sonra liseye
de kaydolup okuyacağım. Liseyi bitirdikten sonra ise üniversiteye arkeoloji
okumaya gideceğim,” dedi.
“Ne imiş o arkakoloji...”
İlkokul beşinci sınıf öğrencisi bir
çocuğa anlatılamayacak konular açmıştı. Gel de işin içinden çık şimdi! “Arkeoloji
akılsız, arkeoloji... Yani, böyle tarihi kalıntılarda kazı yaparak dünyanın en
zengin definelerini ortaya çıkartacağım, demek...” diyerek, onun
anlayabileceği bir dille anlatmaya çalıştı.
“Onu şimdi de yapıyorsun ya... Yapmak
için üniversiteye gitmeye ne gerek var?”
“Uff! Şimdi yaptığım gibi
değil. Bilimsel yani..."
Oflaya puflaya, alınlarındaki ter kalın
bir toz tabakasıyla karışıncaya kadar toprağı kazmıştılar. Alican, ablasının
hayallerinde yer almak istemeyerek, “yok, “ dedi, “ben toprağı böyle
eşeleyip durmaktan hoşlanmıyorum. Hem bişey de bulamıyorsun. Boşuna kaz, dur.”
Gülbahar, “ İyi. Sen keçi çobanlığına
devam et...” diyerek öfkelendi.
*
Fiko dört adamıyla yan yana
harabelerdeki kayalıkların eteklerine ulaştığında, Karabaş, onların düşman olduğunu
hemen anlamış ve efendilerine bir zarar vereceklerinden kaygılanarak, korkup
uzaklaşmaları için en gür sesiyle havlamaya başlamıştı. Kayaköy’ün
köpeklerinden onu duyanlar da öyle bir havlamaya başlamışlardı ki, seslerini
Muş Bulanık yolundan geçenler bile duyar olmuşlardı da, Kayaköy’de bir
felaketin olduğunu anlayarak jandarmaya ihbar etmeyi düşünmeye başlamışlardı.
Bu durum Fiko’nun sinirlerini allak
bullak etmişti.
İki adamını, “Susturun ulan şu iti!” diyerek kayalıklara yollarken, arkalarından
da, “çobanı da alıp getirin,” diye
seslendi.
*
Gülbahar, bir an eşelemeği bırakarak
yukarı doğru kulak kabarttı.
Alican korkarak, “N’oldu?” diye
fısıldadı.
Birden, harabelerin dışından Karabaş’ın
çığlık çığlığa havlamalarını duymaya başladılar. Gülbahar, heyecanlanarak, “Keçilere
bir şey oldu herhal!” deyip, ayağa kalktı.
Alican, korkuyla, “ Kurtlar sarmış
olmasın?” diye atıldı.
Gülbahar, “Saçmalama! Kurt ne arasın
burada? Gidip bir bakalım,” diye azarladı onu.
Bulundukları bölmeden çıkıp, yukarı
çıkılan basamakları tırmanarak küçük mağaranın içine geçtiler. Küçük mağara
deliğinden dışarıya göz atarak etrafta herhangi bir hareket göremeyince,
sürünerek delikten dışarı çıktılar.
Karabaş, Kayalıklardan aşağı doğru
durmadan havlamaktaydı. Tam kaya yamacına doğru giderek Karabaş’ın havladığı
yerden bakacaklardı ki, gördükleri şey karşısında korkudan yüzlerindeki kan
çekiliverdi.
Başındaki poşusuyla iriyarı bir terörist
yarın tepesine kadar tırmandıktan sonra, “Isıracak
köpek dişini göstermez ulen deyyus!” diye söylenerek havlamalarla üzerine
hamleler yapan Karabaş’ın üzerine atıldı.
Karabaş, havlamakla korkutamayacağını
anladığı adamın ısırmadık yerini bırakmamasına karşın, hayatında hiç
rastlamadığı kadar inatçı ve dirençli bir hasımla karşı karşıya olduğunu da
anlamakta gecikmedi. Bu defa da o korkuya kapılıp kaçmaya hamletmeye başladı
ama, adamın elinden kurtulup uzaklaşmayı başaramıyordu. Adam, nihayet tutup kavradığı hayvanı
uçurumdan aşağı savurup atıverdi. Aşağılardan köpeğin son bir cıyaklaması
duyuldu.