" Mekansız bir zaman sıkışıverdi iki ses arasında. İlk ses kulaklarımda çınlıyordu hala:  'elveda yakışıklım, elveda!’

İkinci sesin özlemiyle, kendini bilmez ruhum yaşamın anlamını unutacaktı. Bir kısır döngü içinde kendini tekrar eden, amaçsız bir çocukluk sürdürmeye başlamıştım. Zamanı kurmayı unutmuşlardı ve duracaktı biraz sonra... Yürüyüp gitmeye, yiyip içmeye mecalim yoktu. Başka hiçbir şey yapmak istemiyordu canım, bir şeyler yapmak için acelem de yoktu. Mekansız bir zaman içinde koca bir karmaşa halinde sürdürülen yaşamlar vardı, onlar nereye çekiştirirse peşlerinde sürükleniyordum.Ne yaparlarsa yapsınlar, tüm zaman durmuştu artık. Peki ya duygular ? Evet ya, duygularım... Onlar hala direnmekteydi  zamana…

*

Ablamın, roman mahallesinde oturduğumuz için arkadaşları tarafından sürekli taciz edildiği gerekçesiyle başka bir eve taşınmaya karar verdiler. Safinaz abla yok olduktan sonra Kore mahallesinin benim için de hiç bir cazibesi kalmamıştı. Ne var ki, ev kiraları ateş pahasıydı ve uygun bir ev bir türlü bulunamıyordu.

Hafta sonlarında babam da çıkıyordu uygun bir ev aramaya. Onlardan birisinden eve sırıtarak döndü. "Müjde hanım, şehrin en merkezi semtinde, bedava bir ev buldum!" diyerek gelince hiç birimiz inanmadık tabii ki, hele "İki katlı, müstakil, bahçeli," diye evin özelliklerini saydıkça, bulduğu evin ev değil, bir konak olduğuna hükmettik. Yemin edince ona inanmak zorunda kaldık. "Ev sahibi, kira mira istemem! Girin eve, bakımına, onarımına özen gösterin yeter!" diyerek anahtarları teslim etmişti. Böylesine hayırseverlerin hala var olmasından dolayı, halkımızla gurur duyduk.

Hemen taşındık eve!

Eve mi? 

Evin önüne vardığımızda görüntü aynen şöyleydi: Evin temel taşlarından çatı kiremitlerine kadar tüm yüzeyinde bulunabilen tüm çıkıntılara ufak birer çaput bağlanmıştı, çıkıntıların bittiği andan sonra da bulunabilen tüm girintilere gene birer parça çaput sokuşturulmuştu. Bu görüntü eve oldukça ilginç bir hava veriyordu. Badana yerine çaput! Çaput ev! Ben o yaşta, bu görüntünün anlamını çözümleyememiştim ama feryadı basan annemin sesinden bir şeyler anlamıştım.

"Aliii!!! Bu ev yatırlı!"

Yatır, katır babamın umurunda değildi. Onun derdi başkaydı. "Bedava hanım, bedava!"

"Yatır hazretleri rahatsız olur. Huzur vermez Ali!"

Babam anneme, evi, "ahha işte, yatır hazretlerini self servisten kurtarır, bir ibrik abdest suyu sunarsan, anlaşır gidersiniz!" diyerek tam da bu noktada benimsetti.

Gözlerini karartıp eşyaları içeri taşıdılar. İki katlı, oldukça eski ve metruk bir evdi. Evin halk arasında ‘Yatırlı Ev’ diye yaygın bir ünü vardı. Biz taşınıncaya kadar uzun süredir hiç kimse orada oturmaya cesaret edememişti. Babamın öyle şeylerden korkusu yoktu ve babamın telkiniyle annemin de cesareti yerine gelmişti. Benim ve kardeşlerimin korkup korkmadığımızı ise hiç kimse sormamıştı! Bahçesi ve bahçesinde birer elma ve vişne ağacı vardı. Yatırlı olması nedeniyle taliplisi olmadığından kirası da yoktu. İlk taşındığımız günlerde, korkudan bahçeye bile çıkamamıştım. Annemin dizi dibinden ayrılmayan, evin uslu çocuğu oluvermiştim ve bu yeni kişiliğimden dolayı ebeveynim pek memnundular. Annemin dizi dibinde çıka gire bahçe korkusunu yendikten sonra o eski haylaz çocuk geri geliverince, bu defa da kısa süreli iyi çocuk rolü oynamış bir sahtekâr olduğuma karar verilmişti.

Tam karşımızdaki evde Sıdıka halalar oturuyordu. Bu kadıncağıza, babamla hiçbir akrabalığı olmamasına rağmen neden ‘hala’ dediğimizi anlayamıyordum, buna karşın onu seviyordum; çünkü, yaşıtım olan biricik kızı Halime ile evcilik oynamamıza izin veriyor ve oyunumuz için bize kuru köfteler, börekler, meyveler, içecekler ikram ediyordu.

Halime ile iyice içli dışlı olmuştuk. İkna edebilirsem, arada sırada öpmeme bile razı oluyordu. Sonra, ısrar ederek onu evcilik oynamaya da razı ettim. Bunu çok dikkatli, çaktırmadan oynamamız gerekiyordu. Bir gün annem yanına Ersin'i de alarak ablamın okuluna veli toplantısına gitti. Babam da köyde, okulundaydı. Ev boşalır boşalmaz Halime'yi aldım içeri. Dış kapıyı içeriden bir güzel kilitledim.

Kızı somyaya oturttum.

"Halime!"

“Buyur.”

“Ne iyi ettin de geldin kız. Çağırınca he demeyeceksin diyerek ödüm kopuyordu.”

“Neden demeyecekmişim? Kocamsın ya…”

“He! Biz evlendik, değil mi?”

“He! Belediye başkanı kıydı nikâhımızı.”

“Senlen karı kocayız artık.”

“Biri geliverirse, görürsün karı kocayı!”

“Herkes işinde, gücünde… Kimse gelmez, korkma!”

“Eve girerken bi gören olmamıştır inşalla!”

“Kimse görmemiştir. De artık, soyunalım!”

İkimiz birden üstümüzdekileri çıkartmaya başladık. Halime entarisini çıkartır çıkartmaz don fanila kaldı. Hemen yatağın üstüne uzanıverdi. Nihayet ben de uzun paçalı donumla kızın yanına yattım.

“Hele bir sarıl şöyle!” diyerek kıza sarılıp kendime çektim.

Halime direnmeden çekiştirmeme koyuverdi kendini. Boşlukta yeşil gözleri parlıyordu.

“Haydi kız, sen de sarıl hele!” diyerek yanağını öpmek üzere uzanınca Halime başını geri çekti.

Şaşırarak, “ne oldu?” diye sordum.

“Yüz görümlüğümü takmadın ya…”

“Hay senin yüz görümlüğüne! Manyak mısın kızım, sonra alırım,” diyerek yenden öpmeye yeltendim.

Kız gene çekti kendini, öptürmedi.

“Naz etmesene be kızım! Burdan çıkınca gideriz incik boncuk satan bir yere, sana istediğin kadar boncuk alırım, valla billa, söz…”

Halime naz etmeyi sürdürdü.

Bu defa kızdım. “Yanağını çekip durmasana be, orospu! Başka oğlanlar olsa vıcık vıcık öpüşürsün!”

"Başkalarınlan neden öpüşeyim? Onlarla da öpüşmezdim.”

“Öpüşmezdin demek?”

“Öpüşmezdim elbette…”

“Yalancı alçak!”

“Öpüşmezdim. Öpüşülür müymüş hiç? Ne kadar ayıp!”

“Töbe töbe! Öpüşmeyecektin de neden girdin buraya? Neden çıkarttın üstündekileri? Manyak!”

Canım sıkıldı. Tekrar, “haydi uzat yanağını da öpeyim bir,” diyerek ısrar ettim.

İnatlaşmaya öyle dalmıştık ki, dış kapının kilidine giren bir anahtarın tıkırtılarını duyamamıştık. Kapıyı dışarıdan açmaya uğraşan anahtar, iç tarafta takılı anahtar olduğundan kapıyı bir türlü açamıyordu. Kapıyı açmaya uğraşan bunu anlamış olmalıydı ki, anahtarla uğraşmayı bırakarak kapının ziline basmaya başladı. Kulak verdim. Zil çalıyordu. İçimden, “inşallah bizimkilerden biri değildir,”diye geçirdim. Ayağa fırladım. Bir yandan, “korkma kız, bizimkilerden bu saatte hiç kimse gelmez eve. Satıcının tekidir,” diye konuşarak kızı teselli etmek isterken, dış kapıya doğru yöneldim. Tedirgin, “kim o?” diye seslendim.

Dışarıdan annesimin aceleyle seslenişi duyuldu: “Aç oğlum! Benim…”

Açmamakla açmak arasında çırpınmaya başladım. Telaşla odama koşturdum, gene telaşla “Annemmiş!” diye inledikten sonra kapıya koşturdum. Çaresiz, kilidi çevirip kapıyı açtım. Kapı açılır açılmaz annem adeta koşturarak içeri daldı. Onun, benim odama doğru koşturarak gittiğini görünce başımdan bir kazan kaynar su döküldü. 

Annem, ”az daha altıma kaçıracaktım! Neden geç açtın kapıyı!” diye söylenerek antrenin sonunda yer alan helaya girdi.

Onun helada olduğu süreyi değerlendirmek için odama koştum. Girdiğimde Halime'yi göremedim. Telaşlanarak, kısık bir sesle, “nereye sindinse çık dışarı, çabuk!” diye söylendim.

Kız ranzanın altından sürüne sürüne çıkmaya başladı. Elbisesi üstündeydi, giyinmeye fırsat bulabilmişti.

Kızı hızlandırmak için ellerinden tutup çekiştirirken, “annem helaya girdi. Hadi, çabuk git de görmesin seni!” diye söyleniyordum.

Kız çıkar çıkmaz kapısından başını uzatıp hela kapısına bir göz attım; kapalı olduğunu görünce kızı çekiştirerek dış kapıya sürükledim, kapıyı açar açmaz onu adeta fırlatıp atar gibi dışarı çıkardım. Kapıyı örttüm. Hela kapısını yeniden kontrol ederek kapalı olduğunu gördüm, derin bir oh çektim. Ne var ki, kapı tıklatılarak çalınınca yeniden telaşlandım. Kapıyı aceleyle aralayıp Halime'yi gördüm. “Ne var kız gene!” diye çıkıştım.

“Ayakkabılarımı ver! İçerde kaldılar.”

Ayakkabıları alıp, “çabuk git şurdan!” diye söylenerek verdim.

Kız, “korkak şey! Senlen oynayanda kabahat!” diye söylene söylene gitti. Gelin kadın olamadan kaynana olacak karı yüzünden oyun bitmişti.

Heladan çıkan annem kapıma dayandığında sükunet içinde yatağımda uzanmış yatıyordum. Ona, “insanı bir rahat uyutmadın!” diye çıkıştım.

Annem, “affedersin oğlum! Haydi, uyu mademki sen,” diyerek kapıyı çekip örttü..

Bu oyunun ne denli büyük bir suç olduğunu öğrenebilmem için bu defa Halime'lerin evinde oynarken Sıdıka halaya yakalanmamız gerekiyormuş. Kulağımdan çekiştirerek anneme teslim ettiğinde, annemin o meşhur çimcikleriyle morartmadığı bir yerim kalmadığında suçumu öğrenmiş oldum.

“Duyarsa, babası öldürür bunu!” denilerek bu suçum babama hiçbir zaman duyurulmadı. Sıdıka halaların evine gitmeme de bir daha izin verilmedi. Ben, günlerimi Halime sevdasıyla

perdelerimizin kenarından onların evini gözlemekle geçirdim. 

Tam da o günlerde dört yaşına girmiş olan Ersin, şimdiye kadar olmadığı kadar hasta olmuştu ve annem de, babam da önce hastanede refakatçi olarak, sonra da evdeki nekahet döneminde kardeşimin üstüne titrer olmuşlardı.

Ben, evin sapık çocuğu olarak varlığımı belli edecek bir şeyler yapmaya kalkıştığımda zılgıtı yiyordum. “Dolaşma ayak altında! Geç bir kenara otur!”

“Ama karnım acıktı!”

“Sür bir dilim yağ, zıkkımlan! Görmüyor musun kardeşini, hastalıktan ölüyor, Şimdi onunla ilgileniyorum.”

Bunları söyleyen kadın, yani annem, ablamın dolaşık saçlarını açmak için önüne oturtup saatlerce onun saçıyla uğraşmaya, Ersin’in yüksek seyreden ateşine binaen nemli bezlerin biri kurumadan diğeriyle değiştirmeye, hatta bahçedeki yatırımızın abdest suyuyla ilgilenmeye vakit buluyordu, ama benim için hiçbir şeye, hiçbir zaman vakti olmuyordu.

Annem, beş vakit namazında bir kadındı ve namaz saatlerinde kendisi abdest almadan önce ibrikle su bırakırdı bir yerlere; yatırın o suyu kullanarak abdest aldığına inanırdı. (Yıllar sonra ibrik içinde bıraktığı o suların kullanılıp kullanılmadığını sorduğumda, annem, dolu bıraktığı ibrikleri her defasında boş olarak geri aldığını söylemişti)

Esin ablam benden beş yaş büyüktü. O, on iki yaşlarındayken, beni, annemin de zorlamasıyla,  Kütahya’da bayram nedeniyle kurulan bir lunaparka götürmüştü. Bir çadırdaki illüzyonist gösterisine sokmuştu beni. Sahnedeki sihirbaz, şapkadan tavşan çıkartırken ben korkudan zırlamaya başlamıştım. Kızcağız gösteriyi sonuna kadar seyredemeden çıkmak zorunda kalmıştı. Eve döndüğümüzde, ”senin yüzünden...” diyerek anneme şikâyetlere ve sitemlere başlamıştı.

Korkudan evin içine girmeden, bahçede oyalanıyordum. O arada çişim gelince de, annemin ibrikle su bıraktığı o köşeye çükümü çıkartıp işemeye başlamıştım ki, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki askerlerin giydiklerinin aynısı olan bir şapkası ve askeri kıyafeti olan bir asker gelmişti yanıma ve “buraya işeme, git, helâya işe!” diyerek kıçıma hafif bir şaplak vurmuştu. Şaka gibi, ama gerçek; hayatımda yer alan herkes tarafından itilip kakılan bir çocuk oluşum yetmiyormuşçasına öbür dünyadan gelenlerin de itip kaktığı bir çocuk olmuştum.

“Avludaki asker amca işiyorum diye beni dövdü,” diye zırlayarak annemin yanına kaçmıştım.

Annem, beni teselli etmek yerine, beni döven “yatır amca” için dualar okumaya başlamıştı.

Ablam, henüz yok edemediği Luna Park öfkesiyle, “o asker seni inşallah çarpar da, ağzın burnun bir yana kayar, böyle olursun inşallah,” diyerek suratına takındığı garip mimikleri gösteriyordu. Üst üste iki kez yaşadığım korku travmaları umurunda değildi. O da, aslında haklı olarak on iki yaşlarında bir çocuğun mahrum edildiği eğlencenin kızgınlığını yaşıyordu o an; benim yaşadığım sarsıntıları filan anlamasını beklemek, ona haksızlık olurdu.

Tam da hafta sonuydu, babam eve dönmüştü. Adamcağız daha ayakkabılarını çıkartırken, “babacığım, bahçedeki asker amca bugün bana tokat attı,” diyerek şikayete başlamıştım ki, ayakkabılarını çıkartmaktan vaz geçerek kolumu kaptığı gibi adeta sürükleyerek bahçeye çıkarttı beni.“Hani, göster bakayım, nerede o asker?” Bahçedeki kömürlükten helaya kadar ne kadar yer varsa, hepsini o şekilde dolaştırdı. Arada bir de bağırmayı ihmal etmiyordu. “Hey! Bu palavracı velede tokat atan asker, neredesin? Çık ortaya!”

Hızla dolaştığımız bahçeden, aynı hızla eve döndük. Evin kapısından girer girmez beni bir savuruşla odanın ortasına attı.

“Nedir ulan senden çektiğimiz! Dürüst bir çocuk olamadın gittin yahu!”

Şaşkınlıktan ne bir şey söyleyebiliyordum, ne de ağlayabiliyordum.

Babam ise, ayakkabılarını çıkartıp doğruca Ersin’in yanına gitmiş, onu kucağına almış, öpmeye başlamıştı. “Hani de benim oğlum, bu gün nasılmış, bir göreyim onu… O, Maşallah, maşallah, turp gibi olmuş bu yahu!”

Düştüğüm yerden Ersin’in ona mutlulukla sırıttığını görebiliyordum. Şu an Ersin ile yer değiştirebilmek için neler vermezdim ki!

Evin avlusundaki elma ağacı verimsizdi. Her yıl bir dolu çiçek açar, çiçeklerin meyveye dönüşme dönemleri yaklaştığında ise bütün çiçekler bir dökülür, geriye tek tük ham elma kalırdı. Onları da kuşlar gagalayıp dökerlerdi. Bir hafta sonu geldiğinde babam, ağacı budamaya karar verdi.

Hemen o gece yatır amca annemin rüyasına girmiş, “söyle o kocana, elma ağacımı kesmesin!” diye tembih etmiş. Annem, sabah ezanında uyanır uyanmaz, babama, “kesme o ağacı; yatır rüyama girip, kesmesin, diye tembih etti,” dedi.

“Ağacı kesecek değilim hanım, dallarını keseceğim,” diyerek kesme kararından dönmek istemeyen babamı, zar zor ikna etti. Babam, ağacı budama fikrinden vaz geçti.

Elma ağacı,  ilk baharda gene öbek öbek çiçek açtı. Biz, gene elma vermeyecek nasıl olsa diye beklerken, o kadar çok meyve yaptı ki, ham elmaların ağırlığından ağacın dalları yerlere sarktı.

Babam, bu defa da, ikisi, üçü bir arada olan elmaların bu kadar sıkışık olurlarsa tam olgunlaşmayacaklarını ve kızarmayacaklarını, seyreltilmesi gerektiğini söylemeye başladı.

Annem hemen o gece, yatırı gene rüyasında görmüş, elmaları seyreltmek için hazırlanan babama, “yatır, söyle kocana, elmaları seyrelteceğim diye sakın yolmasın, dedi,” diyerek mani olmaya çalıştı.

Babam bu defa söz dinlemeyerek kararını uyguladı.

Yatır amcanın bu şekilde annemin rüyasına girmesinden çok kısa bir süre sonra birkaç elma tırtıklamak için bahçedeki yaşlı elma ağacının üzerine çıkınca, çıkmamla düşmem bir oldu ve sağ kolum kırıldı.

Annem babama köpürmeye başladı: “Gördün mü, söz dinlememenin ceremesini çocuk çekecek senin yüzünden!”

Babamın ise kabahati üstüne almaya hiç niyeti yoktu. “Bu haylaz veledin bu ilk yaramazlığı mı hatun? Ne işi varmış ağacın tepesinde? Yatır mı çıkartmış kolundan tutup?”

Kolunu kıran haylaz çocuk, umduğu bir şefkati gene görememişti ve sürekli tenkit ve azarla karşılanmıştı.

Tam da okula başladığım, okuma yazma öğrendiğim dönemdi. Sağ elimi kullanamam üzerine, okula gitmekten kaytardığım o günlerde, ablam Esin sağa sola yatık eğri büğrü çizgiler çizdirerek sol elimle yazmayı öğretirken, Luna Parkta ki illüzyonist gösterisinden onu mahrum edişimin öcünü alıyordu. Abla mıncıklamaları sonrasında epeyi zorlandıktan sonra sol elimle yazı yazmayı becermiştim ya, yazı yazmaya da epeyi bir kinlenmiştim.

Her şeye karşı kinliydim; babama, ablama, Ersin’e ve hatta anneme… Hepsinden nefret ediyordum. Kolumu saran alçının üstüne, “nefret ediyorum,” diye yazdım, nefret ettiklerimin hepsini kastederek.

Ya beynimdeki yatkınlıktan dolayı, ya da edinilen alışkanlığı terk edememem nedeniyle solak kalmıştım.

Ablam ortaokulu bitirmiş, "Ebe Okulu”nu kazanmıştı. Şimdiye kadar onun okulu için oturmak zorunda kalmıştık şehirde.

Ömür boyu solak olmama sebep olan kaza annem tarafından ısrarla ‘yatır amca’ya mal edilince ─oysa babama göre ise, onun bir suçu yoktu, her şey benim şımarıklığımdan olmuştu. ─ , ablamı götürüp yeni yatılı okuluna yerleştirir yerleştirmez babamın görev yaptığı İncik köyü ilkokulunun lojmanına taşınmaya karar verilmişti.

( Çaput Ev. başlıklı yazı AliKemal tarafından 8.10.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.