Bora Kavak, global ekonominin bir kurbanı
olarak kahvehane alışkanlığı edindikten sonra, usul usul kumar oynanan masalara
sokularak, bu kumar denilen şeyin ne menem bir şey olduğunu çözmeye çalıştı.
Kumar oynamaktan anlamıyordu. Bildiği tek oyun bilgisayarda oynanan tavla
oyunuydu. Sıkkın olduğu zamanlar birilerine hakaret edip rahatlamak için,
internette bayan nikiyle tavla oynayarak,
sanal zamparalarla kavga edip küfürleşerek rahatlıyordu. Karısı bu
rahatlama biçimine müdahale edip karşı çıkınca, o da internetteki rahatlamaya
son vererek rahatlama tekniğini karısının kendisine tatbik etmeğe başladı.
Artık, sıkıldığı zamanlar şakayla karışık, “ne haber kız orospu,” diyerek bir
laf atıp, küfür darağacındaki bütün küfürleri ardı ardına sıralayarak hem
karısını güldürüyordu, hem de kendini rahatlatıyordu. Karısı, yeter artık bu
kadar küfürbazlık, diyerek bozuk çalınca da maçlara gitmeye karar vermişti.
Neyse…
Katlama denilen bir oyunu öğrendi ilk evvela. Onun zekâ
düzeyine göre çok kolay bir oyundu, üstelik kazandırdığı para adamı ihya
ederdi; “ben bu aptalları kolayca söğüşler, geçimimi bile bu oyunla sağlarım,”
diye düşünerek, art arda birkaç oyun seyredip cıcığını vıcığını öğrendikten
sonra ilk katlama oyununu oynadı. Oynadı oynamasına ya, hayatının en şanssız
gününe denk gelmişti o oyun, neyi var, neyi yoksa ütüldü. Beş parasız kaldı.
Karısı parasızlıktan bir nebze olsun kurtulalım diyerek
evden, ev için gereği olmayan bir şeyler satmayı önerdiğinde, teklifinin üstüne
balıklama atladı. Karısı ev için en gereksiz şeyin bilgisayarı olduğunu
söyleyince itiraz etti. İtirazı kabul edilip, elbirliğiyle evdeki eşyalardan
diğer en gereksiz şeylerin kitapları olduğuna karar vererek hepsini satmaya
götürdü: Kendini bildim bileli haftada bir âdetinin okunmuş halini raflara
istifleyerek biriktirdiği için dört beş çuval doldurmuşlardı. Her kitabın
etiketinin bir bölü üçü fiyatıyla alıp bir bölü iki fiyatıyla satan kitapçılar
olduğundan, o dükkânlardan birine götürdüğü kitapların etiket fiyatlarının bir
bölü üçünü hesaplayarak parasını ödediler. Tam bin lira…
Kahvehaneye uğramak, evine uğramak kadar hayatının normal
uğraklarından biri olmuştu. Cebindeki bin liranın özgüveniyle kasılarak girdiği
kahvehanede, sanki onu bekliyorlarmış gibi, kumara başlayabilmek için bir kişi
bekliyorlardı. Şansı yaver gider de, iyi kâğıt gelirse geçen gün ütüldüğü iki
yüz elli lirayı geri alırdı, ama şansım gene kötü giderse bir yüz lira ütülüp
kalkardı masadan, karısına da dokuz yüz lira tuttu sattıklarım der, dokuz yüz
lira teslim ederdi. Kendini bu şekilde programlayarak oturdu masaya. Oyun
başladıktan itibaren kâğıtlar, geçen oyundaki kötülüklerinden dolayı özür
dilemeye başladılar. İlk üç partide tam dört yüz lira kara geçti. Kalkması
gerek ama kara geçer geçmez kalkmak da adamlara ayıp olacak şimdi. Dördüncü ve
beşinci partide sayısı bittikçe oyunun cazibesi ile gözü karardı ve katlamaya
girerek az önceki dört yüz lirayı geri verdi. Altıncı partide ne oldu
bilmiyorum; her el tam bittim diyecekken birisi bitiyordu. Bu durum oyunu öyle
bir hale getirdi ki, ortada biriken para tam beş bin liraydı ve bunun dokuz yüz
lirası ona aitti. Son elde kâğıt bir gelirse, beş bini alır kalkardı ve evin en
az altı aylık sıkıntısını bitirirdi. İçinden, hayatında hiç etmediği kadar
dualar edip iyi kâğıt gelmesi için yalvardı, yakardı, hatta istediği kâğıt
geliverirse bir daha kumar oynamamaya namusu, şerefi üstüne yeminler verdi.
Kumar masasında edilen dualar ters tepti tabii ki ve Allah, berbat bir kâğıt
ile cezalandırdı onu. Erkekliğe bok sürmemek için kazananı tebrik edip
sırıtarak kalktı masadan, kahvehaneden çıktı. Dışarıda bulduğu karanlık bir
köşe başında hüngür hüngür ağlayarak vicdanını rahatlattıktan sonra eve gitti.
Cebinde kalan yüz liraya yakın parayı, uyduracağı yalanın sağlıklı olması için
eve girmeden önce bodrum kattaki kendi kömürlüklerine sakladı. Eve girdiğinde
de karısını, parayı düşürdü mü, yoksa birine mi çarptırdı bilemediğini
söyleyerek kandırdı.
Duyduğu aşırı üzüntüden dolayı onu teselli eden karıcığı,
“Üzülme kocacığım, evimizde satacak şey çok. Yarın götürür bilgisayarını
satarsın,” deyince, ‘bu cezayı hak ettim,’ diye düşünerek sesini çıkartmadı.
Ertesi günü bilgisayarı, yazıcısını, ekranını, klavyesini,
hoparlörlerini, güç kaynağını, hatta bir topa yakın A4 kâğıdıyla beraber
ambalajlayıp bilgisayar satıcılarından, bilgisayar tamircilerine, bilgisayar
tamircilerinden eski eşya alınır, satılırcılara kadar her yerde dolaştırdı, ama
yüz liradan daha fazla para veren birini bulamadı. Onun bu dünyadaki en değerli
eşyasının ederinin bu kadarcık olması çok ağrına gitti, vaz geçti satmaktan.
Eve de götüremezdi tabii ki, o da kahvehaneye götürüp, Recep’e bir kenarda
birkaç gün durması için ricada bulundu. Kabul edince adamın depo ve kömürlük
olarak kullandığı küçük bir kilere onları da sıkıştırıp koydu. Eve gidip
bodrumdaki parayı almak için aşağı indiğinde orada onlara ait ya da komşulara
ait bir sürü eski eşya birikmiş olduğunu gördü. Onları bir hurdacı çevirip
satmayı kararlaştırarak parayı aldı, karısına verdi, bilgisayar bu kadar etti
diyerek. O da bu kadar ucuza gitmesine üzülür gibi yapıp timsah gözyaşları
döktü. Sanki Allah göndermiş gibi, dışarıdan, “eski bilmem neler alırım,
eskicii,” diye bağıran bir hurdacının sesini duyarak fırladı ayağa, pencereden
el işaretleriyle beklemesini söyledi, sonra aşağı koşturup adamı bodruma
sokarak gördüğü her eski şeyi arabasına taşıttı. Verdiği parayla bir hamal tutup
taşıdığı eşyaları arabasına taşıtamazdın, çaresiz alıp soktu cebine. Eve gidip
karısına teslim etti bu parayı da.
Yarım saat geçti, geçmedi, evin zili çaldı. Alt kat
komşusuydu gelen. Kapıyı açan karısına, bodrumdaki boş aygaz tüplerini
sattığını söyleyerek onu şikâyet ediyordu. Karısı bir yanlışlık olduğunu
söyleyerek, “tüpün ederi ne kadar?” diye sorduğu adama, hurdacıdan aldığı
paranın üstüne bir on lira daha ekleyerek ödedikten sonra, gerçekten
yanlışlıkla olduğuna ikna olan adamcağız evinin yolunu tuttu.
Karısı eldeki parayla birkaç gün evi idare ederken, o da
dışarı çıkmadı, ama enteresandır, kahvehane ve kumar masası burnunda tütmeye
başladı o birkaç günde. Bir fırsatını bulur bulmaz kaçtı kahvehaneye. Ama o da
ne! İki tane polis memuru, kahvehanenin
kapısı önünde olay yeri incelemesi yapmaktaydı. Sokulup ne olduğunu öğrenmek
istedi.
Öğrendi de: Gece yarısından sonra kahvehaneye giren hırsız
ya da hırsızlar, onun bilgisayarla birlikte kahveci Recep’in para edebilecek
nesi varsa, çay, şeker, v.s. alıp götürmüşlerdi.
Recep, “alıp götürmedin bilgisayarını, hırsızları çektin
mekânıma. Senin yüzünden bin lira zararım var!” diye söylenerek ona kızıyordu.
Allah’tan onun zararı yüz liradan fazla etmeyen bir bilgisayardı.
Neyse hikâyeyi daha fazla uzatarak sizlerin de sinirlerinizi
bozmayayım. Sonuç bölümünü yazayım hemen:
Bu yaşam biçimi içerisinde evdeki eşyalar teker teker
satılmıştı. Eşyalardan elde ettiği paraların kumara kaptırdığı bölümleri
üzülmesine sebep oldukça, üzüntüden içki içerek eve gidiyordu ve o kafayla
bıdıbıdı eden karısıyla kavgalar çıkartıyordu.
İçki, kumar, kavga… Ev kirası ödenemez olmuş, ev sahibi
evini boşaltmaları için sıkıştırmaya başlamıştı. Karısının kendi annesinden
borç alarak kirayı götürüp yatırması için teslim ettiği parayı da kumarda
yedikten sonra yüzsüzlüğe vurup gelmişti eve, ama toplayacak pılısı pırtısı
bile kalmayan karısı evi üstündeki bir etek bir tişörtle terk etmişti.
Suçlayamıyordu onu.
Kendini suçlamak yerine de sabahçı gazeteci kahvehane
müşterileriyle ağız birliği yaparak Global Ekonomiyi suçlamayı tercih etmeye
başlamıştı.
Kahveci Recep arada sırada müdahale edip, “global ekonomi
iyidir, müşterilerim kalabalıklaşıyor…” demeye devam ediyordu.