NUR:
Balıkçı
malzemelerini bir önceki günün akşamından hazırlamaya başlamıştın.
“Ben
de gelsem ya seninle balık tutmaya,” dediğimde, hiç ummadığım halde, “olur,”
demiştin. Hayatımda ilk kez balık avına gidecektim. Heyecanlı bir macera
olacaktı bu, benim için. Bu heyecanımdan yararlanıp istediğin her şeyi
yaptırmıştın bana.
Mayıs’ın
ilk cumartesisiydi. Sabah erkenden balıkçı çantanı motosikletine yükledikten
sonra, dört başı mamur bir kahvaltı sofrası hazırlamıştım, karnını iyice
doyurmuştun.
Ağzındaki
baklayı son çayını içerken çıkartmıştın: “Karıcığım, seni balığa götüremeyeceğim!”
“Neden?”
diye sormuştum.
“Madran
Barajı’na gideceğim,” demiştin. “Orası dağın başı.”
Saf
saf, “Issız olsun. Yanımda sen varsın ya, korkmam ben,” demiştim.
“Mesele
ıssızlık değil; mesele, oraya serseriler balık avına geliyor ve içki içip
sarhoş oluyorlar…” diyerek bana bir fıkra anlatmıştın: “Üç sarhoş, ıssız bir
sahilde, karı koca turistlerin karşısına çıkmışlar. Yere bir çember çizmişler
ve erkek turisti içine koyup, bu çemberin dışına çıkma, yoksa seni öldürürüz
diye tehdit etmişler. Sonra da, üçü birden kadın turiste tecavüz edip, çekip
gitmişler. Zavallı kadıncağız pejmürde bir halde kocasının yanına döndüğünde ne
görse beğenirsin? Adam, kıkır kıkır gülmekteymiş… Tabii kadın iyice
sinirlenerek, gözlerinin önünde bana tecavüz ettiler, sen ise arsız arsız
gülüyorsun, diye azarlamış adamı. Adam ise gayet pişkin, ama karıcığım, bana şu
çizginin dışına çıkma, yoksa seni öldürürüz dedikleri halde, tam üç kere çıktım
çizgiden de görmediler enayiler, demiş…” Kendin anlatıp kendin gülmüştün bu
iğrenç fıkraya, sonra da, “beni de çizgi içine koyuverirler sonra,” diyerek
motosikletini çalıştırıp binmiştin. Eline cep telefonunu tutuşturmak
istediğimde, bu defa da, “ikide bir arar durursun, rahatımı bozarsın, istemem…”
diyerek almamıştın.
Öyle
kızmıştım ki, “kıçını başını kırar da gelirsin inşallah!” diyerek beddua
ettiğimde, bana gülerek tam gaz, çekip gitmiştin.
Sana
kızgınlığımın geçmesi için uzunca bir zaman geçmesi gerekmişti ki, telefon
çalmaya başlamıştı. Baktım, yabancı bir numaraydı. Tereddüt ederek açmıştım.
Karşıdaki
ses, senin eşim olup olmadığımı sorduktan sonra, “eşinizin bacağı kırıldı, biz
buradan kendisini, 112 ambulansı ile Ayvalık Devlet Hastanesine yolladık. Siz
de sağlık karnesini alarak hastaneye gidin,” demişti.
*
KEMAL:
Evet,
uyluk kemiğim kırılmıştı.
Baraj
gölü kıyısında beğendiğim bir yer bulup eşyalarımı indirmiştim ve oltamı
hazırlamıştım. Hafif rampalı bir yerdi. Suya çok yakın bir yerde toprağa batmış
halde bulunan bir taş parçasının üstüne basarak, oltamı savurmaya
yeltendiğimde, topraktan kurtulup kayan taş dengemi bozunca popomun üstüne
düşmüştüm. Suyun içine düşme kaygısıyla kendimi geriye doğru düşürdüğümde,
‘çıtırt’ diye kemiğin kırılma sesini de duymuştum. Düştüğüm yer suya sıfır
noktasındaydı ve suya doğru kaymaya başlamıştım; kendimi o haldeyken sabit
tutmam ve geriye çekmem de mümkün olmuyordu. Suya düştüğümde ise çıkmam
kesinlikle mümkün olamazdı. Boğulurdum. Bulunduğum yerden yüz metre kadar
ileride balık tutan iki kişi vardı.”İmdat!” diye bağırmaya başlamıştım. Adamlar
duymuştular. Koşturarak gelip, tam da suya kayarak düşmek üzereyken elimden
tutup, belki de son saniye içinde suya düşmekten kurtarmıştılar. Sonra da,
kendi cep telefonlarıyla 112’den ambulans çağırmışlardı ve sana ulaşmışlardı.
Onlara, motosikletimin anahtarını teslim edip, motosikletimi ve balık
takımlarımı Altınova’daki, motosiklet tamircisi arkadaşıma götürüvermelerini
rica etmiştim…
NUR:
Telefon
gelip de, bacağının kırılarak hastaneye kaldırıldığını duyunca, aklıma hemen
beni götürmediğin için ettiğim beddua gelmişti. O bedduayı ettiğim için
kendimden nasıl nefret ettiğimi anlatamam.
Sağlık
karnesini alıp hızla evden çıkmıştım. Durağa ulaştığımda, taksi, dolmuş, ne
denk gelirse binecektim, ama hiç biri, bir türlü geçmiyordu. Kuş olup da uçmak
vardı… Dolmuş geldiğinde binmiştim. Bu defa da yol bitmek bilmemişti.
Hastanenin
acil servisine ulaştığımda, kapıdaki görevli, nereye gittiğimi sormuştu. Ona,
“eşimin bacağı kırılmış ta,” diyerek izah ederken, o, “haa, şu, balıkta kendi
balık olan adam mı,” diyerek röntgende olduğunu söylemişti. Gülmüştüm ağlanacak
haline.
Röntgen
odasına yaklaştığımda, ortalığı senin çığlıkların doldurmaya başlamıştı. Odaya
daldığımda doktor, “Sen Allah belanı versin Nurten misin?” diye sormuştu. Ben
gelmeden az önce, geciktiğimi düşünerek,
“nerede kaldın Nurten, Allah belanı versin Nurten…” diyerek
bağırıyormuşsun. Geldiğimi görür görmez, bana , “ayakkabımın tekini bul,” diye
bağırmıştın. Kırık bacağındaki ayakkabıyı bacağını hafifletmek için doktorun
çıkartıp yanı başına koymuş. Çok acı çektiğin görülüyordu. Bağırmak için bahane
arıyordun her halde. Doktorun, “bize bacağına elletmiyor, film çekemiyoruz. Şu
tablayı bacağının altına yerleştirmemiz için yardımcı olun,” dediğinde, film
tablasını yerleştirmeme izin vermiştin ve bu arada hiç bağırmamıştın.
Filmde,
uyluk kemiğinin adeta un ufak olduğu görülüyordu.
Doktorun,
uyuşturduktan sonra, diz kapağının altından kaval kemiğine çaktığı bir çiviye
ağırlık bağlamıştı. Bu ağırlığın, kırık yerleri birbirinden ayırmasıyla,
sanırım ıstırap veren sinirlerin rahatlamış, yapılan uyuşturucu iğnelerin de
katkısıyla, sen bağırmaktan kurtulmuştun.
Ameliyatın
yeterli bir yoğun bakım ünitesi bulunmadığından Ayvalık’ta değil, İzmir’de
yapılacaktı. Ambulansla üç saatlik bir yolculuk yaparak İzmir’deki o berbat
hastaneye ulaştırılmıştık.
Altışar
kişilik koğuşlarda yatırılmış acılı hastaların tek yardımcısı, Allah’tı…
Yatırılışının
dördüncü günü ameliyat edilecektin. O geceyi aç, susuz geçirdikten sonra,
sabahın köründe gelen hastabakıcılar ameliyat elbiseni giydirerek götürmüşlerdi
ameliyathaneye. Götürülürken gözlerin dolmuştu. Benimle ve çocuklarımızla,
“hakkınızı helal edin,” diyerek helalleşip öyle girmiştin ameliyathaneye…
Bacağından ölümcül olmayan bir ortopedik ameliyat geçirecektin, ama KOAH’tın ve
aşırı kiloluydun, ameliyatın riskli oluşu bunlardan dolayıydı.
Neyse
ki, ameliyatın bitmiş, ayılma odasından da çıkartılmıştın ve artık eskisinden
de sağlıklıydın.
Üç
gün sonrasına kadar.
Üç
gün sonra hastabakıcılar, yatağından sedyeye aktarıp, röntgen çektirmeye
götüreceklerdi; ama o kadar eğitimsiz ve o kadar sorumsuzdular ki, seni yere düşürmüşlerdi. O andaki çığlıkların
hala kulağımda… Öyle bağırta bağırta ikinci denemeyle sedyeye alınmış ve filme
götürülmüştün
Düşmenin
darbesiyle kırık kemikler takılan platinden kurtulmuşlardı; yani yeniden
kırılmışlardı…
Tabii,
ikinci defa ameliyata alınmıştın.
Her
şeyde bir hayır vardır derler ya, ikinci ameliyatında platin çubuğun daha
kalitelisiyle ve uzunuyla değiştirilmesi belki hayırlı olmuştu…
Bu
ameliyattan sonra, yirmi beş gün daha kalmıştık aynı hastanede ve sen yirmi
altıncı gün, kötü hizmete olan tahammülünü yitirerek, kendini imza vererek
zorla taburcu ettirmiştin.
Bizi
Sarımsaklı’daki evimize götürecek bir özel ambulans aramaya başlamıştım.
Elektrik düğmesinin kenarına iliştirilmiş bir kartvizitteki özel ambulans
servisiyle temasa geçerek adamlarla görüşmek istemiştim. Beyazlar giyinmiş bir
doktor ve yardımcısı güler yüzle gelerek, ambulansta sana refakat edeceklerini
söyleyerek benimle pazarlık yapmıştılar. Bu görüntü karşısında onlarla
anlaşamamak mümkün değildi.
Sen
de lüks bir ambulansla, acı çekmeden yolculuk yapacağını umarak mutlu olmuştun.
Eşyalarımızı
hazırlayarak bana gösterilen ambulansa yerleştirmiştim. Adamlar, seni de
sedyeyle getirip ambulansın içine sokmuşlardı ve kapıları kapatmışlardı bile.
Bir ambulansta olması gereken hiçbir şeyin olmadığı sahte bir ambulanstı bu… Ne
doktor, ne hastabakıcı, ikisi de buhar olup kayboluvermişlerdi. Hareket
ettiğimizde, şoföre sormuştum onları. Yoldan alacağız diyerek neredeyse İzmir
çıkışına kadar getirmişti bizi. Yoldan alınan kimse olmayınca itiraz etmeye
başlamıştım.
Şoför,
zavallı bir adamdı.
Bizi
hastaneye geri götürmesini, yoksa paralarını vermeyeceğimi söylediğimde,
telefon ettiği patronundan şu talimatı almıştı: “At şerefsizleri ambulanstan
yol kıyısına da, gel!”