Adı Yosif Visaryonoviç Cugaşvili. O, dünyanın en kanlı katili. Onu “Çelik Adam” lakabıyla tanırsınız. 
Çelik adam, Rusçada “Stalin” demektir…
Bir buçuk yılın sonunda bölgenin en mahir bombacısı olarak ünlenmiştim.
Kan döken herkesten nefret ederdim, buna rağmen seçtiğim şu yola bak! Bir şeyi ya yapmalı, ya yapmamalı, ya da hiç yapmamalı!.Ben hiç bir şey yapmak istemiyordum ama, yapmamı istedikleri şeyleri de yapmak zorunda kalıyordum; aksi taktirde davaya ihanet etmiş olur ve öldürülürdüm.
Eski model bir arabayla yol alıyorduk. Arabayı kullanan bölge sorumlusu da olan eniştemden yapılacak iş hakkında bilgiler alıyordum.
“Bir demiryolu köprüsünü havaya uçuracağız!”
“Nerede?”
“Erzincan’ da…”
“Allah, peygamber hakkı için, beni sokma bu işe! Beceremem, askerler kolayca avlar beni. 
“Anlamıyor musun, yahu? Ananı, kardaşını düşünüyorsan, bu işi becerirsin! Örgütün kararı dışına çıkabiliyor muyuz?”
“Nasıl bir belanın içine soktun beni? Nasıl çıkacağım bu işin içinden ben?”
“Bu işi hallettikten sonra sana elleşmeyecekler bir daha!”
“Bir defa bulaşan, bir daha çıkamaz, diyen sendin! Hatırladın mı? Becereceğiz çaresiz! Ne köprüsüymüş o? Neredeymiş?”
“Gideceğimiz yerde göreceksin…”
İlk defa bir kampın denetimi dışında hareket etme fırsatını değerlendirerek kaçışımı gerçekleştirmeliydim.
Munzur’da, diğer köylere de gidilip gelinen bir asfalt yolun kıyısında, ayak altında bir köydü. Eski model arabayla, bir tutsak gibi, bu köye getirildim. Çevreden görünmemeye özen göstererek, taş duvarlar içindeki bir eve girdik. Bölge sorumlusu beni evdekilere teslim eder etmez başka bir iş için ayrıldı, gitti.
Evde masadan ve sandalyelerden başka eşya yoktu ve perdeleri kapalıydı. 
İç içe odalardan ibaret evde on silahlı adam görünüyordu.. Bir ben, silahsızdım; daha doğrusu sırt çantamda bir Kırıkkale vardı, ama burada bir iş görmezdi.. “Bu işten nasıl kurtulabileceğimi düşünüyordum sürekli. ‘Ölüm tacirlerinin sayısal çokluğu karşısında çaresizim…. Onlardan, onları yok ederek kurtulamam…’
Kurtulabilirim de!… Adamlar, silahlarını özensiz bir biçimde taşıyorlardı. Bacaklarını uzatıp sırtını duvara dayamıştı birisi, “kaleş” ini yanı başına bırakmış, çakısıyla oynuyordu. ‘Ani bir hamleyle şunun silahını kapabilirim ve hepsini etkisiz hale getirebilirim…’ Yok! Onlar, birer yırtıcı hayvandı ve beni daha silahı doğrultamadan paralarlardı.
Oturan adam, yanına iyice yaklaştığımda başını kaldırıp baktı, bana, “Hoş geldin, kardaş!” dedi.
“Hoş bulduk!”
“Gel hele, şöyle otur yanıma kardaş!”
Adamın gösterdiği yere çömelip, ben de sırtımı duvara verdim. “Sizin vereceğiniz bir işi halledecekmişim…” dedim.
“He!” dedi adam. Adamın bir şeyler daha söyleyeceğini umarak bekledim, ama nafile; konuşmuyordu.
“Eğitimimi bombalar üzerine aldım. Bombacıyım. Bombalanacak yer nerede, bilmiyorum ama…”
Adam, gene konuşmadı. 
Vazgeçtim sohbetten, düşünmeye başladım. ‘Kurtulmalıyım bu işten… Ama, ben gidiyorum diyerek elimi kolumu sallayarak da gidemem ki! Verilecek iş esnasında bir kaçış yolu bulabilirim belki…’ Yorgundum. Adama bu defa konuşturabileceğim şeyi söyledim. “Yatılacak bir döşeğiniz varsa az biraz uyuyayım!”
Adam, benle değil, ama diğer adamlarla konuşmakla yetindi bu defa da. “Stalin kardeşe içeride bir döşek yayın!”
Hazırlanan yatağa uzandıktan sonra yol yorgunluğundan dolayı deliksiz bir uyku çektim. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber gözlerimi açtım. Tuvalet ihtiyacı için odadan çıkınca, adamları çay ve sigara içerken buldum. Tuvaletin yerini sorunca bahçeyi gösterdiler. Geri döndükten sonra adamlara katıldım. Bana da bir bardak çay getirdiler. İçlerinden, dün konuşturmayı beceremediğim adam, “Dumanlı köprüsünü uçuracaksın! Senin görevin budur kardaş!” dedi.
Şaşırarak, “bugün mü?” diye sordum. Aynı adam, “yok!” dedi. “Emir gelince… Ama, bugünden itibaren hazırlıklarına başla!” Yapılacak hazırlık yapılacak plandan ve patlayıcıları yerleştirmekten ibaretti. Çocuk oyuncağı!
“Köprüyü ve çevresini bir görmem gerek,” dedim.
“Göreceksin,” dedi adam. “Hele bir şeyler ye, iç, götürürüz, dolaştırırız seni.”
Önüme konulan süzme yoğurtla birlikte koca bir somun ekmeği yiyip bitirdim. Aceleci görünmemek için çay ve sigara keyfini alabildiğince uzattım. 
Nihayet güneş ışıkları iyice yükselince biri geldi yanıma, “hazırsan köprüye gidip bir bakalım.” dedi. Diğerlerinden farklı olarak, sıradan bir köylü gibi giyinmişti ve bu civarı iyi bilen biri olsa gerekti.
Sırt çantamı omuzlarıma geçirdikten sonra,” haydi, gidelim!” diyerek kapıya yöneldim. 
Köprüye ulaşmamız oldukça yorucu oldu. Adam, gerçekten de iyi biliyordu o civarı. Kayaların Temmuz güneşinin etkisizleştiği koyu renkli sotasında dirseklerimizi bulabildiğimiz toprak zemine dayayıp, vücudumuzun ağırlığını onlara yükleyerek oturduk. Gölgenin hemen dışında, Kayaların üzerinde yapışkan bir sıcağın varlığı gözle de görülebiliyordu. Vadinin karşı tarafında uzun karanlık tünellerin içinden çıkan demiryolunun Fırat’ın üzerindeki köprüsüyle, karayolu köprüsünün arasında kum çuvalları arasındaki istasyon binası görülüyordu.
“Dumanlı istasyonu orası mı?”
“Evet.”
Bulunduğumuz yerden aşağı doğru dik bir yamaç kırık dökük milyonlarca taş parçasını bağrında tutarak Fırat’ın kıyısına iniyordu. Buraya tırmanıncaya kadar yaptığımız yolculuğun yorgunluğunu üzerimden hala atamamıştım.
“Askerler oradaki çuvalların arkasında olmalı…”
“Hayır,”dedi adam. “Demiryolu köprüsünün girişinde bir karakolları var. Esas oradalar.”
Sırt çantamdan çıkarttığım dürbünün merceklerini gömleğimin koluyla sildikten sonra demiryolu girişindeki karakol binası iyice yakınlaşıncaya kadar dürbünün ayarlarıyla oynadım. Dürbünden sakin, hareketsiz bir görüntüye bakıyordum.
“Nöbetçi falan görünmüyor.”
“Tankın ileri geri manevrasını görmüyor musun?”
“Onu görüyorum ama, nöbetçi göremiyorum.”
“Nöbetçiler de kapalı sotalardadır. Bu sıcakta açıkta duracak değiller ya?”
“Öyledir sanırım. Bu arazide başka bir karakol daha var mı?”
“Beşsaray’ın öbür tarafında askeri garnizon var. Buradan beş kilometre falan.”
Demiryolu köprüsünü işaret ederek: ”Burada kaç asker var,” diye sordum.
“Sanırım küçük bir birlik.Yirmi- otuz kişi, falan…”
“Beş saray’ın orada?”
“Orada çok fazla…”
“Hele köprüleri bir inceleyelim!”
“Şimdi iner, balık avı yapıyormuş gibi bir dolaşırız.”
“Önce patlayıcıları stoklaşabileceğimiz bir sota bulalım. Mümkün olduğu kadar köprü yakınında bir yer ayarlayabilirsek kolaylık olur.”
“O, işin kolay yanı,” dedi adam. ”Sana göstereceğim yer, ayak altından uzak ama, köprüye de o kadar yakın bir yer olacak. Karnın acıkmadı mı?”
Ben özgürlüğe açım.
“Acıktım ama, önce dediğin yeri bir görelim.”
“Görelim.”
Kalktık. Sırt çantasını omuzlarıma geçirerek adamın önüne geçtim. ”Nereden gideceğiz?”
“Geldiğimiz taraftan dolanacağız. Önden ben yürüyeyim, istersen!
“Yürü.”
Çantanın ağırlığını dengelemek için vücudumu eğerek, önümdeki rehberin peşi sıra yürümeye başladım. İki Kayanın arasından ilerleyerek Fırat’a doğru inen bir dere yatağına girdik. Adam dere yatağının bozuk zemininde ustalıkla ilerliyordu. Yamacın ortalarında ağaçlık sahaya geldiğimizde dere yatağından çıkıp ağaçların arasına dalarak dik bir yamaç tırmanmaya başladık. En sonunda demiryolu köprüsüne birkaç yüz metre mesafede küçük bir kaya parçasının altındaki bir ine ulaştık. Adam, küçük mağaranın önünde yanına gelmemi bekledi.
“iyi misin?”
“İdare eder,” diye karşılık verdim. Maraton tamamlamış bir atlet gibi kan ter içinde nefes nefeseydim.
“Patlayıcıları bu ine yerleştiririz. Nasıl? İyi değil mi?”
“Daha iyisi olamazdı!”
“Şimdi de, su kıyısına inip balık tutuyormuş gibi, köprünün altında bir dolanalım mı? İstersen, su kenarında bir ateş yakar, bir şeyler pişiririm sana.”
“Dediklerini yaparak dikkat çekmemeliyiz. Boş ver şimdi ateş yakmayı, falan! Şimdi sen köye giderek, bir iki adamla birlikte patlayıcıları buraya getir! Bu inde onları gizleyerek hazırlıkları başlatacağız. Tamam mı? Bu arada, ben de su kenarında biraz dolanarak köprüye bir göz atacağım, sonra da bu inde sizi bekleyeceğim, belki de o sırada burada biraz uyurum. Siz karanlık çökünceye kadar bekleyip öyle gelin!”
“Olur. Olur da, bunları komutan demediydi!”
“Komutana böyle planladığımı söylersin; kabul eder.”
“Madem öyle, eyvallah!”
“Güle güle!”
Şu dakikadan itibaren onun ayağımın altında dolaşmaması gerekiyordu. Rehber geldiğimiz yollardan gerisin geriye uzaklaşıp gitti. Onun uzaklaştığına iyice emin olduktan sonra sırt çantamdaki haritayı çıkarıp açtım. Fırat’ın karşı kıyısına paralel bir karayolunun Erzincan’ı Kemah üzerinden Elazığ’a bağladığı görünüyordu. 
Çalıntı bir arabayla Elazığ’a geçtikten sonra trenle Ankara’ya, oradan da Eskişehir'e ulaşabilirdim. 
Kimliğimin deşifre olup olmadığını bilmiyordum, örgüte katıldığım bir buçuk yıllık süreci kamplarda geçirmiştim ve henüz hiçbir eyleme bulaşmamıştım. Verilen eğitimin sırf öldürmeye dair olması yüzünden geri dönüp yakalanmayı kararlaştırmıştım. 
Özgürlük suskunluğun ve karanlık korkunçsuzluğun dağlarında hırsız otlarının arasındaki düşlerde gizliydi, aylarca o düşlerde yaşadıktan sonra, işte, kurtuluş için ilk fırsat önümdeydi. 
Kemah istikametinde iki kilometre sonra bir demiryolu köprüsü daha vardı, onu kullanarak karayoluna çıkabilir ve bir araç bularak Elazığ’a gidebilirdim. Yakalanmadan Eskişehir’e ulaşmam şarttı; çünkü, Eskişehir dışında yakalanırsam konulacağım hapishaneye yok edilmem için talimat uçuracak olanların katillerine karşı korumasız olacağımdan, yakalanmadan Eskişehir’e ulaştığımda, konulacağım F tipi cezaevinde kralı gelse kılıma zarar veremezdi. 
Üç dört saatim vardı, bu en azından yola koyulmak için yeterli bir süreydi; sonra kaçtığım anlaşılacak ve peşime düşeceklerdi. Bir ihtimal Erzincan’a döndüğümü düşünerek ve orada arayarak vakit kaybedeceklerdi. Elimi çabuk tutmalıydım. Sırt çantamda bundan sonraki yolculuğumda taşımama gerek olmayan şeyleri mağaranın içine fırlatarak ayaklandım.
Yamaç aşağı çakıl taşlarını da sürükleyerek inmeye başladım. Ağaçlık bölgeden çıkmadan, Fırat’a paralel olarak iki kilometre kadar koştuktan sonra, karşı tarafa geçmek için demiryolu köprüsüne çıktım. Çevrede asker görünmüyordu, içim rahat karşıya geçtim. Caddeye çıkar çıkmaz denk gelen bir taksiyi durdurdum. 
Sırt çantamdan çıkardığım bir tomar parayı uzatarak, “Al bunları kardeş, bunun gibi bir taksi alabileceğin kadar para var burada. Can belasına bir arabaya çok ihtiyacım var. Bu alışverişimizden hiç kimseye bahsetme, bahsetmek zorunda kalsan bile, ya da bana güvenemeyip arabanla bir vukuat işleyeceğimi ve senin başını bir belaya sokacağıma inanırsan arabanı gasp ettiğimi ve Erzincan yönüne gittiğimi üç-dört saat sonra bildir, yoksa birileri altından kalkamayacağın kadar bela olurlar. Bence, ses etmeden iki gün bekle, sonra Elazığ’a gidip Tıp fakültesi hastanesinin otoparkından arabanı al. Bu olanları hiç hatırlamamak üzere unut! Anlaştık mı kardeş?”
“Anlaşmadık dersem, ne olacak kardaş? Bir de onu de!”
“Arabanı silah zoruyla alacağım kardeş! Kaçışımı engellememen için de seni öldüreceğim!”
Adamın suratından tüm kanının çekildiğini fark ettim. Sesi titreyerek, ”yaşamayı tercih ederim,”dedi.
“Güveneyim mi sana?”diye sordum.
“Güvenebilirsin abi . Dediğini aynen yapacağım. Söz!”
“Teşekkür ederim!”
Heyecanlı ve sorunsuz bir yolculuktan sonra Elazığ tıp fakültesinin otoparkına ulaştığımda, menekşe rengi sis içinde ateşten top, karanlığı menekşe rengine boyamaya başlamıştı. Renkler karalığa dönüşmek üzere, minarelerden akşam ezanı yankılanıyordu. Otopark bekçisi park ücretini kaçırmamak için acele ederek geldi. Adama, arabanın anahtarıyla beraber bir yirmi milyonluk teslim ederek, “ben on gün kadar yukarıda, dahiliyede yatacağım için arabayı bir iki gün sonra buradan alacaklar. Arabanın sahibi olduğunu kanıtlayan şahsa teslim edersiniz,” dedim.
Bekçi,”olur,”diyerek anahtarı ve parayı teslim aldı.
Otoparkın karşısındaki kapıdan hastaneye girdikten sonra baştabiplik kapısından çıkarak kampus binaları arasından uzaklaştım. Yüz metre kadar yürüdükten sonra bir caddenin karşı tarafına geçerek sokak aralarına saptım. Camiye giden birkaç ihtiyara rast geldim. Yoluma tren ile devam edeceğimden tren garına ulaşmalıydım. Ortalık iyice kararıncaya kadar vakit geçirmeliydim. Bu saatlerde bir cami en uygun yer gibi görünüyordu. İhtiyarların peşinden giderek bir camiye girdim. Sırt çantamı çıkartıp bir kenara bıraktıktan sonra önümdeki bir ihtiyarın hareketlerini taklit ederek namaza başladım. Abdest almayı unuttuğumu fark edince biran tereddüde kapıldım, ama niyetim sırf dikkat çekmemek için namaz kılıyormuş gibi davranarak vakit geçirmek olduğuna göre bunun bir öneminin olmadığına karar verdim. Kendi kendime, özgürlüğe kavuştuğum ilk günden itibaren Tanrı’ya şükretmek için beş vakit namaz kılacağıma söz verdim.
Cami çabuk dağılmıştı, umduğum kadar vakit geçirtmemişti; gene de ortalık iyiden iyiye kararmıştı. Camiden çıkanlardan birine yanaşarak, “affedersiniz, buralarda bir kahvehane ya da çorbacı bulabilir miyim?” diye sordum.
Adam kolundaki saatine baktıktan sonra, ”bu sokağın yukarısı Hürriyet caddesidir. Oraya çıkarsan, aradığın gibi bir yer bulabilirsin,”dedi.
Adamın gösterdiği istikamete yöneldim. Hürriyet caddesine ulaştığımda açık bir lokanta bulmak zor olmadı; masalardan birisine geçip oturduğumda bir tencere dolusu çorbayı yiyip bitirebileceğimi düşünüyordum.
‘Cebimde sahte öğrenci kimliğim var, ayrıca görünümüm bir öğrenciden farklı değil; huzursuzluğa gerek yok. Gerçi huzursuzluklarımın ömür boyu biteceğini sanmıyorum. Başkalarını suçlamaya hakkım yok. Bunun tek suçlusu benim. Huzursuzluğun çatışmalardan güç kazanan bir yaşam fonksiyonu olduğunu biliyorum. Çatışmalardan kurtulmanın tek yolunun direnişten vazgeçmek olduğunu da biliyorum. Savaş olmadan barış olmayacağına inananlar bunun korkaklık olduğunu, korkaklığı ise cezalandıracaklarını söylüyorlardı. Direniş adına geçirilen her saniye savaşın alevlerini körüklemekten başka bir işe yaramadığı, barış adına bedenimizin hücrelerini tahrip ederek bize yapmadığını bırakmadığı herkesin çok iyi bildiği bir şey. Direniş yıkılıştır!’
İçtiğim çorbanın parasını ödeyerek çıkarken masalardan birinde oturan bir polis memurunun kaçamak bakışlarını üzerimde hissederek az kaygılandım.
Hayat, uykunun bittiği andan, uykunun başladığı ana kadar verilen kararlardan ibarettir. Karar vermek kadar bu kararlara sadık kalmak ta önemlidir. Gözümü hedefimden ayırmadan bu yolculuğu tamamlamalıydım. Bir taksiye binip istasyona giderek, biletimi aldıktan sonra trenin gelmesini beklemeye başladım. Bekleme salonunun bir sinsi köşlesinden, TV.de ki haberleri izledim. Eniştemin, örgüt içi bir hesaplaşma neticesi öldürüldüğünü öğrendiğimde, niye yalan söyleyeyim, onu ailemize bulaştıran ablamın namı hesabına çok sevindim.
*
( Kod Adım Stalin... başlıklı yazı AliKemal tarafından 8.08.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.