Aklını kaçırmak üzereydi. Gözlerini kapatıp bu yaşadıklarının kötü bir kabus olduğunu düşünüyor ve gözlerini açtığında evinde, çocuğunun ve eşinin yanında olacağını düşlüyordu. Oysa her açtığında kendini bu pis hapishanede buluyordu Muharrem. Hala inanamıyordu başına gelenlere. Hayatında mahkemenin yolunu bilmezken, kendini şimdi bu dört duvar arasında bulmuştu. Çok sevdiği bir arkadaşına çektiği yüklüce kredi için ona kefil olmuş, ama arkadaşı sırra kadem basınca, kabak onun başına patlamıştı.

Bir aydır kendisi burada, üç yaşındaki oğlu ve eşi Filiz’de dışarıda perişan olmuşlardı. Tek çare kredi tutarının ödenmesiydi. Ama ne arkadaşından haber vardı, ne de bu parayı ödeme gücü. Bu gidişle daha dört beş ay burada yatacaktı. Şu an berbat durumda bulunduğu bu yer, binaların altındaki az ışık alan kasvetli kömürlükleri andırıyordu. Koğuşun büyüklüğü aşağı yukarı bir okulun sınıfı kadardı. İçeride insanın içini karartan on beş tane paslanmaya yüz tutmuş ikili ranza ve bu ranzalarda her türlü, hatta cinayetten hüküm giymiş mahkumlar vardı. Koğuşun ancak bir kedinin sığabileceği kadar küçük bir penceresi ve pencerenin önünde kalın demir parmaklıkları vardı. Burada değil günler, saatler bile ağır adımda ilerliyordu. Muharrem burada o kadar bunalmıştı ki artık nefes almakta bile güçlük çekiyordu. Bütün gün o ufacık pencerenin önüne geçiyor ve mavi gökyüzüne bakarak kurtulmak için sürekli dua ediyordu. Bir aydır burada olmasına rağmen buraya hiç alışamamıştı. Geceleri üzerinde gezen bitlerden ve insanın midesini bulandıran ağır kokudan uyuyamıyordu. Tuvaletlerse tam bir kabustu. Öyle pisti ki, herkesin yaptığı dışkılar üst üste birikiyordu. Tek nefes aldığı yer gün boyu sürekli volta attığı havalandırmaydı. Burası üç metreye, üç metre genişliğinde ve yüksek duvarlarla çevrili üstü açık bir alandı. Volta atarken sürekli eşini, çocuğunu ve yaşlı annesini düşünüyordu. Onların hasreti Muharrem’i mahvetmişti. Geceleri onları düşünüp sessizce gözyaşı döküyor, ve şu anki acizliğine kahrediyordu. Buraya geldiğinden beri onları hiç görememişti. Ama artık tek tesellisi görüşe çıkma hakkını almıştı ve yarın görüş günüydü.

Ertesi gün…

Koğuştaki herkes pür dikkat, gardiyanın okuduğu isimleri dinliyordu. İsimleri okunanlar dışarıda ziyaretçisi gelmiş olanlardı. Muharremin neredeyse kalbi yerinden çıkmak üzereydi. Onları öyle özlemişti ki! Hele oğlu…. Hayali gözlerinin önünden bir saniye bile gitmek bilmiyordu. Şu an ona sarılmak, koklamak için canını bile verirdi. İsimleri okuyan gardiyana yalvaran gözlerle bakıyordu “Hadi oku ismimi hadi oku” diye. Fakat İsmi bir türlü okunmuyordu ve görüş saati neredeyse dolmak üzereydi. İşte tam bu sırada ismi okundu! O an buna tahliye olmuş kadar sevindi. Heyecandan eli ayağı titrer bir şekilde ona yol gösteren gardiyanla beraber görüş alanına gitti. Gözünü kapıya dikmiş onların girmesini beklerken eşi ve oğlu bir anda kapıda belirdiler. Oğlu, babasını görünce çıldırırcasına ona doğru koşup “Baba.. baba.. babacım” diye gelip sarılmak istedi. Fakat aralarındaki tel örgü onların sarılmasına bir türlü müsaade etmiyordu. Oğlu ağlayarak tel örgüye yapışmış babasına gelmek isterken, eşi gözyaşları içinde onu geri çekmeye çalışıyordu. Muharrem’se perişan halde “Oğlum ağlama.. Yakında geleceğim yanınıza” diyordu. Ama oda hıçkırarak ağlıyordu. Ağlamaktan dolayı hiçbir şey konuşamıyorlardı. Muharrem hasretle tel örgünün arasından yavrusunun minik ellerini tutmaya ve onu teskin etmeye çalışıyordu. Bu sırada görüş saati dolmuştu artık. Gördüğü manzara karşısında gözleri yaşaran gardiyan görüş saatinin bittiğini söyledi. Annesi, tel örgünün arasından babasının parmaklarını sıkıca tutan yavrusunu zorla çekerek ayırmak zorunda kaldı.

Aradan saatler geçmişti. Muharrem bugün hayatının en ıstırap dolu saatlerini yaşamıştı. Canı yavrusunun kendisinden ayrıldığı andaki feryatları hala kulağında çınlıyordu. 

Günler böyle acı içinde geçiyordu. Bu sırada eşi Filiz’den gelen bir telefon Muharrem’in kalbine bıçak gibi saplandı. Hapishaneye düşmesine çok üzülüp, sürekli ağıt yakan zavallı yaşlı annesi üzüntüden felç olmuştu. Yaşlı kadın gözleri ve ağzı dışında hiçbir yerini oynatamıyordu. Karısı, ona telefonda Serumla hayatta kalmaya çalışan annesinin durumunun her geçen gün daha da kötüye gittiğini söylemişti. İşte bu haberle Muharrem artık tamamen yıkılmıştı. Annesi onun her şeyiydi. Şimdi onun yanında olmalıydı. Annesine bir şey olmadan onu son bir kez de olsa görmeli, öpüp koklamalıydı. Fakat içine hapis olduğu bu dört duvar arasında elinden hiçbir şey gelmiyordu. Çaresizliğin verdiği üzüntüyle bir an kendini kaybetti! Bağıra çağıra koğuşun kapısına gelip deli gibi sallamaya başladı. Bir yandan sallıyor bir yandan da “Bırakın beni, bırakın anama gideyim” diye feryat ediyordu. Muharrem sinir krizleri geçiriyordu artık. O gece revirde kendisine yapılan sakinleştirici iğneden sonra sabaha kadar nasıl uyuduğunu hatırlayamadı. 

Muharrem, kendisine yapılan iğnenin etkisiyle gece rüyasında annesini yanında gördü. Ona sarılmış güle oynaya sohbet ediyorlardı. Tıpkı bundan bir ay önce gerçekten yaptığı gibi. Ama bu sabah iğnenin etkisi geçipte gözlerini açtığında gördüğü her şeyin rüya olduğunu anladı. Gene bu kahrolası yerdeydi ve annesi her geçen saat ölüme gidiyordu. Ne olursa olsun annesi gözlerini yummadan onu son kez görmeliydi. Ama nasıl? Gardiyanlardan rica ederek cezaevi müdürüne çıktı. Durumunu anlatarak yalvarırcasına izin istedi. Ama müdür böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını söylediğinde Muharrem kalbinin içinde büyük bir acı hissetti. Olduğu yerde büzüşerek, yere çöktü ve başını iki elinin arasına alarak sessizce ağlamaya başladı. 

Gecenin ilerleyen saatleriydi. Koğuştaki herkes yatmış sadece Muharrem derin derin nefes alıyor ve sürekli annesini düşünüyordu. Annesini görmek için muhakkak bir şey yapmalıydı.
O an aklına firar etmek geldi. Firar.!. “Evet. Belki de tek çaresi buydu artık” diye düşündü. Firar etmeliydi. Annesini görmek için bundan başka seçeneği yoktu. Annesini gördükten sonra nasılsa gelip teslim olurdu. Fakat nasıl firar edeceğini bilmiyordu. Ceza evinin her tarafı yüksek duvarlar ve dikenli tellerle çevriliydi. Ama ne olursa olsun kafasına koymuştu buradan bir an önce kaçmalıydı. 

Ertesi gün kahvaltıdan sonra bütün mahkumlar sıraya girmişti. İlk mahkum birden başlıyor ve son mahkum son rakamı söylüyor bu şekilde sayım yapılıyordu. Bu sayımlar her sabah ve akşam düzenli olarak yapılıyor ve kaçan mahkum olup olmadığı anlaşılıyordu. Sayımdan sonra mahkumları ceza evinin spor yapılan avlusuna çıkardılar. Mahkumlar hantallaşmasın diye spor yaptırıyorlardı. Bu arada Muharrem de spor yapan mahkumlarla beraberdi. Fakat gözleri sürekli kaçabileceği yerleri gözlemekle meşguldü. Ama nereye baksa hep ümitsiz kalıyordu. Çünkü şu an spor yaptıkları avlunun üstü açık olmasına rağmen, etrafı gene yüksek duvar ve dikenli tellerle çevriliydi. 

Yaşlı kadın feri sönmesine rağmen, içindeki umut ışığı sönmemiş gözlerle sürekli kapıya bakıyordu. Oğlu, canı Muharrem’i ne olursa olsun gelirdi. Şu an ölmemek için Allah’a kurumuş dudaklarıyla dualar ediyor ve oğlunu son bir kez görebilmek için tükenmiş vücudunu ayakta tutmaya çalışıyordu. Muharrem’in eşi Filiz kaynanasının gözlerini neden kapıya diktiğini çok iyi biliyordu. O, ısrarla oğlunu bekliyordu. Ama artık son nefeslerini alıp veren kaynanasının oğlunu görmesinin mümkün olmadığını acı da olsa biliyor, fakat bunu ona söyleyemiyordu. 

Mahkumlar spordan sonra topluca banyo yapılan hamama götürüldüler. Muharrem hamama giderken sürekli kaçabileceği bir yer var mı diye bakıyordu. Maalesef, koğuşla, hamam arasında sadece resmi birkaç bina ve sürekli gidip gelen büyük askeri kamyonlar vardı. Kaçabileceği hiçbir boşluk veya kontrolsüz bölge yoktu. Artık her geçen saat ümidi tamamen kayboluyor ve buradan kaçamayacağı gerçeğini görmeye başlıyordu. Diğer mahkumlarla birlikte o da banyosunu yapmaya başladı. Tam bu sırada aklına, kalbini deli gibi attıracak bir fikir geldi! Banyo yapma yerine gelirken, cezaevinin içine girip çıkan kamyonları görmüştü. Onlardan bir tanesi, belki buradan onun kaçmasına yardımcı olabilirdi.

Bir saat sonra mahkumlar banyo yapıp, gardiyanlar eşliğinde koğuşlarına geri dönerken bir eksiktiler. Muharrem banyo yapılan yerde temizlik malzemelerinin koyulduğu küçücük dolaba kendini adeta tepmişti. Şu an korkudan kalbi duracak kadar hızlı atıyordu. Yavaşça saklandığı dolaptan banyonun içine doğru çıktı. Yerde sürüne sürüne pencereye yaklaştı. Hava kararmak üzereydi. Dışarıyı gözlemeye başladı. Karşıdaki müdüriyet binasında birkaç ışık yanıyor, içeride dolaşanların hayali perdeye yansıyordu. Yüksek duvarlara baktı; buradaki nöbetçiler ellerindeki uzun namlulu silahlarla etrafı kolaçan ediyor, dikkatle projektör ışığının taradığı yerleri izliyorlardı. İşte bu sırada gördüğü bir şey gözlerini parlattı. Müdüriyet binasının önünde park etmiş bir kamyon duruyordu. 

Eve gelen doktor, kalp atışları neredeyse durmak üzere olan Muharrem’in yaşlı annesini muayene ettikten sonra üzgün gözlerle Filiz’e bakıp,

"Allah’tan ümit kesilmez ama siz yinede hazırlıklı olun."dedi.Doktorun bu sözleri Filiz’i yasa boğdu. Annesi kadar çok severdi kaynanasını. Kendisini bir gün bile incitmemişti. Bütün hayatını etrafındaki insanlara yardım etmekle ve ibadetle geçirmişti bu yaşlı kadın. Oğlunu yani, eşi Muharrem’i de işte böyle bir terbiyeyle yetiştirmiş, cezaevine düşmesine işte bu yüzden bu kadar çok üzülmüştü. Böylesine değerli birisiydi kaynanası. Şimdi ona bakıp, hizmet etmeyi şu an en büyük ibadet olarak görüyordu. Doktor gittikten sonra gözleri hala kapıda oğlunu gözleyen kaynanasının yanına gelip, yatağının baş ucuna oturdu. Sanki nur yağmuruna tutulmuşcasına bembeyaz olan saçlarını okşadı. Yanaklarını ve ellerini büyük bir sevgiyle öptü. 

Muharrem yavaşça hamamın kapısını araladı. Sürünerek kamyona doğru ilerlemeye başladı. Tam dört beş metre ilerlemişti ki, bir anda cezaevinin içinde ne olduğunu anlayamadığı bir hareketlilik yaşanmaya başladı. Her tarafta silenler çalıyor, gardiyanlar ve silahlı askerler oradan oraya koşuşturuyorlardı.

Muharrem’in koğuştan kaçtığı yapılan akşam sayımında ortaya çıkmıştı. Askerler ve gardiyanlar hamama doğru koşuyorlardı. Muharrem kendisini son anda kamyonun altına attı. Hemen yanı başından koşarak geçen askerle onu arıyorlardı. Artık yakalanması an meselesiydi. Eğer yakalanacak olursa hayatı tamamen kararacaktı. Çünkü onu bu kez koğuşa değil, cezalandırmak için tek kişilik küçücük bir hücreye koyacaklardı. Muharrem’in korkudan eli ayağı titriyor, karşı tarafında duran hamamın yanan ışıklarını görüyor ve kendisini arayan askerlerin seslerini duyuyordu. O an askerlerden birisi “Şu kamyonun altına bakın" dedi. Bunu duyduğunda Muharrem’in yüzü kıpkırmızı oldu. Şimdi işi bitmişti! Kamyona doğru iki askerin koştuğunu gördü. Son bir ümitle kamyonun altındaki şaseden tutarak kendini yukarı doğru yapıştırdı. Gelen askerler kamyonun altına bakıyorlardı. Bu arada Muharrem’in kollarında ki dermanda bitmek üzereydi. Askerle onu göremeyince, başka tarafa yöneldiler. Artık gücü tükenen Muharrem kendini yere bıraktı. 

Sabaha karşı cezaevindeki kargaşa azda olsa durulmuştu. Hava aydınlandıkça, saatlerdir kamyonun altında endişeyle gizlenen Muharrem’in korkusu bu kez daha çok artıyordu. Gün ışıdığı zaman onun burada gizlendiğini muhakkak göreceklerdi. O sırada dört beş askerin karşı binadan çıkıp, ellerinde büyük torbalarla kamyona doğru geldiğini gördü! Hemen parçalanan elleriyle gene kamyonun şasesine yapışıp kendini yukarı doğru çekti. Askerler kamyonun yanına gelip ellerindeki torbaları kamyona yüklediler, sonrada kendileri bindiler. 

Kamyon birkaç dakika sonra cezaevinin çıkış kapısına doğru ilerlerken Muharrem’in gözlerinden sevinç gözyaşları akıyordu. Kamyon kapıya gelip dışarı çıkacağı anda düdük sesleri duyuldu! Kapıdaki nöbetçi hemen kamyonun önüne geçip aracı durdurdu. Muharrem’in az önceki sevinci kursağında kalmıştı. Birilerinin kendisini gördüğü düşündü. Bu sırada uzaktan kamyona doğru bir asker koşmaya başladı. Kamyonun yanına gelen asker, şoförün unuttuğu bir belgeyi ona teslim etti. Askerin verdiği belgeyi alan Kamyon şoförü yeniden cezaevinden dışarı doğru çıkmaya başladı.

Komşuları, yaşlı kadının başında artık sürekli Kur’an okumaya başlamışlardı. Olduğu yerde hiç kımıldamadan yatan yaşlı kadın, ısrarla kapanmak üzere olan göz kapaklarını açık tutmanın mücadelesini veriyor ve sürekli kapıdan oğlunun gireceğini hayal ediyordu.

Kamyon anayola çıkıp yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştı. Yaklaşık üç dört kilometre gittikten sonra yolun sağındaki ara yola dönmek için hızını azalttı. İşte bu sırada bütün gücü tükenen Muharrem her şeyi göze alarak kendini tutunduğu yerden yola doğru bıraktı. Kamyonun tekerleri az daha onu eziyordu. Yola düşen Muharrem bu kez de yerde sürükleniyor ve taklalar atıyordu. Yaklaşık on beş yirmi metre sonra durabildiğinde her yeri yüzülmüştü. Canı çok acıyordu ama, o annesini görebilmek için her şeyi göze almıştı. Yerden zorla kalkarak uzaktan tabelasını gördüğü benzin istasyonuna doğru yürümeye başladı. Ama oraya giderken yoldan değil, tarlaların ve ağaçların altından gidiyordu. Yolda yürümeye kalkarsa, kendisini cezaevine doğru giden jandarmalar ya da polis ekipleri görebilirdi.

Yarım saat sonra benzinlik çalışanlarının kendisine şaşkın bakışları altında oraya varmıştı. Tuvalete gidip kanayan yerlerini yıkadı. Kendisine ne olduğunu soran benzinlik çalışanlarına da tarlada çalışırken traktörün devrildiğini söyledi. Şansından, geldiği benzinlikte eve gidiş yönüne doğru şehirler arası otobüsler geçiyordu.

Yaklaşık bir saat sonra, kendisini eve götürecek otobüsün en arka koltuğuna otururken buldu. Otobüsteki yolcular ve kendisini otobüse alıp almamakta kararsız kalan muavinin şüpheci bakışlarına rağmen içi biraz rahatlamıştı.Başını cama yaslayıp yaşadıkları düşünmeye başladı. Bundan kısa bir zaman önce ailesiyle huzur dolu mutlu bir hayat sürerken, kefil olduğu arkadaşının ayıbı yüzünden şu an firar etmiş bir kaçak durumuna düşmüştü. O an aklına eşi Filiz geldi. O, gerçekten eli öpülesi bir eş ve bu dünyadaki en büyük şansıydı. Ve şu düştüğü bu kötü durumda içini rahatlatan tek şey, eşinin, çocuğunun ve hasta annesinin yanında yıkılmaz bir kale gibi ayakta duruşuydu. Onun için her türlü fadakarlığı yapar ve onun içinde vurulmayı göze alarak firar edebilirdi. 

Otobüs yol almaya başladıktan yarım saat sonra bir anda yolun sağına doğru yanaşmaya başladı. Muharrem’in kalbini gene büyük bir korku kapladı. Ön koltuktaki yolcuların konuşmalarından yolda jandarma çevirmesi olduğunu duyuyordu. O an kapana kısıldığını düşündü. Jandarmalar kimlik kontrolü yapmak için otobüse bindiklerinde yakalanması kaçınılmazdı. Bir an otobüsün arka kapısından kaçmayı düşündü ama bu seferde hemen fark edilir ve yakalanırdı. 

Az sonra iki jandarma eri, durdurdukları otobüse binip kimlik kontrolü yapmaya başladılar. Arka koltukta oturan Muharrem’in vücudu alev alev yanıyordu. Korkudan her yerini ter basmıştı. Askerlerin ona yaklaşmalarına bir kaç koltuk kalmıştı. 

Askerler en arka koltuğa geldiklerinde, başını önüne düşürüp uyuyan bir yolcuyu gördüler. Askerlerden biri yolcunun omzuna hafifçe dokunarak "Kimlik kontrol" dedi Fakat yolcu uyanmıyordu. Bir kez daha "Beyfendi kimlik kontrol" dedi. Ama yolcu bir türlü uyanmak bilmiyordu. En sonunda diğer asker " Tertip boş ver uyusun. Herifin üste başa baksana belki de ayyaşın biri. Arkada daha bir sürü otobüs var. Hadi gidelim" dedi. Muharrem, otobüs yeniden hareket ettiğinde ecel terleri döküyordu. Bu kez de uyuma numarası yaparak yakalanmaktan kurtulmuştu. 



Gecenin ilerleyen saatlerinde Muharrem nihayet annesinin oturduğu sokağa gelmişti. Ama hemen eve gitmedi. Kapının önünde duran aracın sivil polislere ait olduğunu anlamıştı. Büyük ihtimalle cezaevinden kaçtığını buradaki karakola bildirmişlerdi ve şuan annesinin evini göz altında tutuyorlardı. Istırap içinde ne yapması gerektiğini düşündü. Annesi belki de şuan son nefesini vermek üzereydi. Kahır içinde evin etrafında dolaşmaya ve eve nasıl gireceğini düşünmeye başladı. O arada aklına hemen yakınlarda oturan halasının evine gitmek geldi.

Bir saat sonra, araçtaki sivil polisler gözaltına aldıkları apartmana giren komik kıyafetli ve komik görünüşlü kadına bakıp güldüler.

Filiz gecenin bir vakti çalan kapıyı açtığında büyük bir çığlık attı! Gördüğü manzara karşısında neredeyse olduğu yere düşüp bayılacaktı. Eşi Muharrem kadın giysisi giymiş kendisine bakıyordu. 

Yaşlı kadının, durmak olan kalbi birden hızlı hızlı atmaya başladı. Bir şeyler sezmişti. Günlerdir baktığı kapıya şimdi sönmüş gözleriyle daha bir canlı bakmaya başladı. O an kapı açıldı. Yaşlı kadının yüzünde derin bir gülümseme belirdi. O haliyle hemen ayağa kalkıp kapıdan giren oğluna koşup sarılmak istedi. Ama tek yapabildiği gözünden süzülen mutluluk gözyaşları oldu. Muharrem en sonunda annesi ölmeden ona yetişebilmişti. Ağlayarak gelip onun başucuna oturdu. Annesinin başını dizlerinin üzerine koydu. Büyük bir hasretle gözlerine bakıyor, delirmişcesine annesinin elini yüzünü öpüyordu.

Bu şekilde bir saat geçmişti ki, yaşlı kadın oğlunun elini sıkıca tuttu. Günler sonra ilk kez bir şeyler demeye çalıştı. Oğlunun gözlerine iftihar eder bir şekilde bakıp,

"Oğlum bir beyaz güvercin geldi şimdi. Beni götürmek istiyor. Hadi helalleşelim" dedi. 

Muharrem o an anladı; Azrail, bu melek kadar iyi olan kadına bir beyaz güvercin gibi görünmeyi layık bulmuştu. Son kez kahır içinde "Annem... annem benim" dedi hıçkırarak. Gözlerinden akan yaşlar, annesinin gözyaşlarına karışıyordu. Annesinin kendisini sıkıca tutan elleri yavaşça gevşedi ve yere sarktı. Bir kaç saniye sonra Beyaz Güvercin, çok kıymetli yolcusunu da alarak gökyüzüne yükseldi. 
( Anneye Firar başlıklı yazı MustafaSakarya tarafından 10.01.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.