Müşteriler neredeyse üst üste binmiş, hararetle dört numaralı odadan çıkacak Gizem’i bekliyorlardı. Gizem bu geneleve yeni gelmişti. Asıl adı Hamiyet olmasına rağmen bu ismi kullanıyordu. Genç ve güzel oluşu buranın müdavimlerinin hemen dikkatini çekmişti.

 

“Hadi açın şu kapının önünü”  diye bağırdı Hacı ana kapının önüne yığılmış adamlara.  Onun da asıl adı bu değildi. Sultan’dı kimliğindeki ismi. Tam yirmi beş senesi geçmişti bu bataklıkta. Sivas’lıydı.  Yaşlanıp bu işleri bıraktıktan sonra on dört numaralı bu genelevin sadece kasasına bakar olmuştu. Yanında çalıştırdığı sermayeleri takmışlardı bu ismi ona. Hacı ana şimdi odun sobasının yanındaki sandalyesine oturmuş, kapının önünde duran ve adeta cama yapışmış, içerideki et pazarını seyreden adamlara bakıyordu. Bir ara gözü kapıdaki adamların bacakları arasından sıyrılıp içeri giren kediye takıldı. Kedi sakince gelip sobanın kenarına boylu boyunca uzandı. Hacı ananın  aklı birden gerilere, çocukluğuna gitti. Gittiğinde de içini yine o her zaman ki hüzün kapladı.

 

O zamanlar daha on beşindeydi. Evlerinde buna benzer alaca bir kedileri vardı. İşte hayatının dönüm noktası da o zamandan sonra başlamıştı. Küçücük bir evde yedi kardeş, yokluklar, sıkıntılar içinde yaşıyorlardı. O zamanlar nasıl olduğunu bilmeden gönlü düşmüştü, aynı sokakta oturduğu Ferudun denen sonradan şerefsiz olduğunu bildiği gence. Bir gece kaçıp gelmişlerdi Adana’ya. Sonra kabus gibi geçen günler… İmam nikahlı kocası tarafından dövülmeler, işkenceler… Ardından evden kaçmalar, parklarda sabahlamalar ve sonra da işte bu günler… Kaç sefer tövbe edip bu işi bırakmak istemişti de,  bir türlü bu pisliğin içinden çıkamamıştı. Belki de çıkmak istememişti. Çünkü çıksa ne yapacaktı, nereye gidecekti? Bu saaten sonra kaderinin efendisi mi olabilecektiki? Sivas’ta ki ailesi daha o vakit ölüm fermanını çıkarmışlardı.

 

Tam bunları düşündüğü sırada içerideki odadan bir müşterisiyle kavga eden Ahu’nun bağırma seslerini duydu. Müşterisi, Ahu’ya “Hırsız… Pis ib.. cüzdanımı sen çaldın” diye bağırıyor. Ahu da adamı yakasından tutmuş küfür ederek sarsıyordu.

 

Hacı ana gene  yüzünü büzüştürdü. Belli ki Ahu yine sıkıntı yaratmıştı. Bu evin en problemli sermayesiydi o. Asıl adı Ferhat’tı, Ahu’nun. Yani bir dönmeydi. Aslında Onun da hayat hikayesi can yakanlardandı. Ferhat daha sekiz yaşlarındayken babası ölmüş, anası da ikinci evliliğini serseri, ayyaş herifin biriyle yapmıştı. Ama adamın sapıklığıysa sonradan ortaya çıkmıştı. Bu serseri herif zaman içinde yavaştan yavaştan sübyana ilişmeye başlamış; ardından zorla ırzına geçip bunu gizlice ve dayak korkusuyla sürdürmüştü.  O sübyansa bunlara bir müddet sabredip, en sonunda o adamın uykuda olduğu bir vakit yüzüne asit döküp kaçmıştı. Sonra evden kaçış o kaçış. İlkin sokaklarda yatmış. Sonra başından geçenleri duyan diğer sokak çocukları da ona tecavüz etmeye başlamışlar. Ve geri dönüşü olmayan bu kahpe bataklığa batmış o da.   Önceleri üçüncü sınıf seks filmi oynatan sinemarda, adamlara sokulmaya başlamış, Sonrasın da otobanlarda fuhuş ve alınan pembe hüvviyetten sonra burada işbaşı…Ama bu en kötü huyuydu Ahu’nun sürekli müşterilerinin cüzdanını çalması. Kaç kere uyarmıştı, kaç kere kızmıştı. Ama daha öteye de gitmemişti. Vicdanı da elvermiyordu zaten. Hepsinin acınası bir hayat hikayesi vardı. Hiç biri anasından Or…… ya da, İb…… doğmamıştı ki. Çoğunu içinde yaşadıkları şartlar bu hale getirmişti bunu çok iyi biliyordu. Mesela bu dönmenin bir kardeşi vardı. Anası onu küçükken bir yurda vermiş. Onu yurttan evlat edinen aile adam gibi düzgün bir aileymiş. Şimdi o çocuk bir öğretmen olmuş. Hacı ana bunları düşündüğü sırada birden içini derin bir üzüntü kapladı. Bu dönmenin öğretmen olan kardeşi buraya gelmişti bir gün, kardeşini bulup kurtarmak için. Ama Ahu, onu utancından tanımazdan gelip, “Ben değilim demiş”, ardından günlerce gözyaşı dökmüştü.   

 

Hacı ana bunları düşündüğü sırada kapıdan içeri bakan adamlarda bir hareketlenme oldu. Gizem dört nolu odadan dışarı çıkıp, yeni müşterisini almak için salona gelmişti. Kapıdaki erkekler adeta birbirlerinin üzerine çıkıyor, Gizem’i biraz daha yakından görebilmek için ön sıraya geçmeye çalışıyorlardı. Gizem de onlara yüzüne taktığı şuh bir bakışla bakıyor, paralı bir müşteriyi gözüne kestirmeye çalışıyordu. Bugün alacağı son müşteri olacaktı bu kişi. Bugün oğlunun doğum günüydü ve  eve daha erken gidecekti.      

 

Hacı ana göz ucuyla Gizem’e baktı. Bu evin en çok para kazandıran sermayesiydi o. Onun da hayat hikayesi buradaki diğer kadınlarından daha farklı değildi. Bingöl’lüydü o da. Daha on üç yaşındayken babası onu zorla İstanbul dan gelen elli iki yaşında bir adama zorla gelin etmişti, sırf yirmi bin lira başlık parası için. Sonra da adam tutup onu İstanbul’a getirmişti. Önce eziyetler, ardından beraber içki içtiği arkadaşlarına karısını peşkeş çekmeler… Bu sırada bir de çocuğu olmuştu Gizem’in. Gizem bu yaşadıklarına ancak bir süre daha dayanabilmiş, sonra da namusunu iki paralık eden o aşağılık kocasını, sarhoş olduğu bir sırada eline geçirdiği bıçakla delik deşik etmişti.  Kocası mezara giderken o da koynunda bebesiyle mapus hanenin yolunu tutmuş, orada yıllarca yatmıştı. Çıkınca da, katil olduğu için ne bir işe girebilmiş, ne de ailesinin yanına dönebilmişti. Ceza evinde tanıştığı eski hayat kadınlarından Behiye’nin kafasını yıkamasıyla da şimdi o da buralara düşmüştü.

 

Gizem, kendisine ve buradaki arkadaşlarına leş akbabaları gibi bakanlar arasından son müşterisini seçmeye çalışıyordu. Yaptığı bu işten nefret ediyordu. Üzerinden, yaşlı, genç, psikopat, hasta kimler geçmiyordu ki! Bu insanlar üzerinde hayvan gibi tepinirken ruhu bedeninden çıkıyor, o an sadece hissiz bir et parçası oluyordu. Ve yaşadığı bu iğrenç hayata ancak böyle katlanabiliyordu. Tek isteği para biriktirip kendine zorla imzalatılan senedi ödemek ve bu bataklıktan bir an önce çıkmaktı. Tam bu sırada kapıdan içeri elli beş altmış yaşlarına yakın bir adam girdi. Çekingen adımlarla Gizem’e yaklaşıp odasını sordu. Gizem adama “dört numara” derken bir garip oldu! Bu adamı tanıyordu sanki. Ya önceden gelmişti ya da…. O an anımsayamadı. Adamı odasına gönderdikten beş dakika sonra düşünceli bir halde odaya gitti. Adam yarı çıplak halde onu bekliyordu.

 

Gizem odadan içeri girdi. Üzerindekileri çıkarırken bir ara gözleri adamın gözlerinin içine daldı. Durdu.

 

 Soyunmadı!

 

 Bu adamı çok iyi tanıyordu. Bilmediği bir şekilde kalbi hızla çarpmaya başladı. Adam  Gizem’den iyi muamele görme umuduyla iltifatlar etmeye başladı;

 

“Kızım sen ne güzelsin böyle. Senin gibi birisinin buralarda ne işi var. Ne biçim adammış bu anan baban senin.”

 

Adam bunları söylerken Gizem’in sinirden elleri titriyor, gözlerinden yaşlar süzülüyordu…

 

O sinirli haliyle gelip adamın yakasına yapıştı ve ağlayarak bağırdı;

 

“Peki baba!!! sen beni daha on üçümde dedem yaşında birine satarken adam mıydın?

 

On dakika sonra adam genelevin kapısından çıkarken çıldırmış gibiydi. Öfkeden kuduruyordu. Kızı namusunu iki paralık etmişti.

 

Bir saat sonra on dokuz yaşındaki İsmail apış arasına sakladığı silahla geneleve gelmiş, ablasının olduğu on dört numaralı eve doğru hızla ilerliyordu.

 

Gizem başına gelecekleri hissetmiş gibi odasında sessizce bekliyordu. Evet, babasıyla yıllar sonra burada karşılaşmıştı. Şu andan itibaren başına gelecekleri de çok iyi biliyordu. Suçlu kimdi bilmiyordu. Gözyaşlarını silerek çantasından oğlunun resmini çıkardı. Son kez öptü, kokladı, göğsüne bastırıp sıkıca sarıldı; infazını bekleyen bir mahkum gibi olduğu yere çaresizce çöktü kaldı. Artık kaçmaktan ve bu aşağılık hayata katlanmaktan çok yorulmuştu.  En güzeliyse bu cenabet bedeniyle bir daha o masum yavrusuna sarılıp kirletmeyecekti artık onu. 

 

İsmail’in kalbi deli gibi atıyordu. Kafası allak bullaktı. Taa köydeyken babası kafasına kazımıştı, kötü yola düştüğünü öğrendikleri ablasını öldürmesi gerektiğini. Fakat buraya, yani İstanbul’a göç edip, okula başladıktan sonra bu düşünce ona yanlış gelmeye başlamıştı. Bir gün işte hep bundan korkuyordu. Yani babasının az önce eve gelip, “O şıllığı buldum hadi git namusumu temizle oğlum benim ” demesinden. Korktuğu da başına gelmişti. Eğer şimdi bunu yapmazsa ömür boyu bu kara lekeyi üzerlerinde taşıyacaklar ve akrabalarının yüzlerine bir daha onurla bakamayacaklardı.

 

İsmail ablasının çalıştığı evin önüne geldi. Zangır zangır titreyen elini beline atıp, kendisine korkuyla bakan insanların arasından geçerek  dört no’lu odaya girdi.

 

Birkaç saniye sonra acı bir silah sesi yankılandı genelevin dar sokaklarında…

 

Kediler oldukları yere sindiler.

 

Çatıdaki kuşlar korkuyla havalandı.

 

Açmaya hiç fırsat bulamayan bir kardelen tomurcuğu, kan kırmızı gelincik gibi yükseldi göğe.

 

Ve bir kardeş bağırdı kahırla “abla” diye

 

Ve bir küçük çocuk annesiz kaldı her yaş gününde…

                                                                          
( Kiralık Bedenler başlıklı yazı MustafaSakarya tarafından 17.12.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.