Issız bir karanlığı sahiplenmek
marifet olmasa gerek ya da kalabalığın mahiyetinde bir kurama denk düşen insan
ve yalnızlığı…
Su üstünde yürümekten farkı yok
mutlak kaygıların: bazen yoran bazen iten belki de etki-tepki zihniyetine
ulaşıp arındığımız kadar da arıtmayı dilediğimiz koca kâinat.
Üstünkörü bazen niyetlerimiz ve
savsakladığımız kadar da mutlu muyuz ne? Ehemmiyet arz eden bir fetva bazen
kimliğin kıvrandığı belki de soyut açılımlardan somut bir sonuca ulaşmak kadar
da akla karayı seçtiğimiz.
Gözden ırak kıblesi mi huzurun,
yüreği de ıssız ve terk edilmiş bırakan sonra da hezeyan bürüyen bir silueti
ters yüz etmek sanki hazandan üreyen hüznü bahara mal edip, yazı kıskanan bir
kış masalı gibi, soğuğun pervazında buz kesen.
Ayazı yüreğin hatta açmazı kayıp bir
şiirden uzanan o yolculuğu soluyup ruhun açıldığı enginlikte son bulmadan,
muradımız ne ise ve bir o kadar dilemekten hatta tasalanmaktan vazgeçmeyip
peşine düştüğümüz.
Sonların da sonu var mı peki? Ya da
başa dönmek bu kadar mı imkânsız? Belki de kaderin çapağını alıp keder
bulaşmışken üstümüze başımıza.
Heybetli bir tanrıyız belki de
kendimizi avuttuğumuzu unutup inanmaya yüz tutmuş kirli beyanlarımız var. Bazen
kuruyan kanını ölü çocuğun ya da kesik izlerine sebep olan o ölü kadının
kocasını yok sayıyoruz ya da balık hafızamızla saniyeler içerisinde unutuyoruz
vahşetin çağırışını ve randevusuna sadık iken Kara Melek. Yine suçladık ya
ölümü yine suçladık ya kaderi… denilesi bir söylemden çıkıyoruz yola da
varamıyoruz bir türlü içimizdeki yakaya oysaki iki yakasının zor da olsa bir
araya gelme ihtimaline şerh düşmüş bir şehir gibi olmalı içimizin kalabalığı ve
arz ettiği o ıssızlık…
Hep ikilem yüklüyüz hep iklimleri
çağrıştırıyoruz belki de değişen mevsimlerin yalancı baharlarına kanıp kışımızı
unutuyoruz ve içimizi soğutuyoruz belki de tam tersi.
Kışın açık renkli t-shirtler
giyiyoruz ve yaz sıcağında kürk mantolar.
Yağmur yağarken yürüyoruz.
Güneş tepedeyken sobayı yakıyoruz.
Canımız acıyor ve gülüyoruz.
Çocuklar ölüyor ama umurumuzda mı? Ne
de olsa; gemisini kurtaran kaptan misali ne taviz veriyoruz ne de sunulan
tacize engel oluyoruz.
Cinsiyeti olmayan insanlar ürüyor
belki de insanlığa dair olmayan hüviyetler tekelleşiyor sonra da istimlâk
edilen duygulara ve mutsuzluğa reçete oluyor uçlar ve uç seçimler ve de
şehvetin girizgâhında nefsimizin esiri oluyoruz ki kıblemiz hep aynı yönde hele
ki maneviyatın dağarcığında tutsak olmamız gereken kuramlar ve güzellikler
saklıyken-mutluluğa ve huzura açılan kapıda-bizler kötüye ve nefrete tutsak
olmanın verdiği o itici hazla yanılıyoruz, birbirimizi yanıltıyoruz en kötüsü
Yaratanı.
Miladı olmayan bir nesil mi
yetişiyor?
Ya da geniş mezhepli toplumlar mı
yeknesak düzene karşıt aslında kuralları yok sayan ve kendi dogmalarının esiri
bir o kadar yüksek frekanstan yayın yapan nefsin ve kör adaleti yine
yoksunluğun ve insanlığın yok olmasına zemin hazırlayan…
Küller uçuşuyor yangın sonrası.
Küllerinden doğmuyor artık gerçekler
ve yalan yalanı doğuruyor. Doğmamış çocuğa yırtık donlar biçiyoruz ve
kirlenirken yetmiyor yaptığımız kiri bile mubah sayıyoruz.
Sevgiden uzak belki de aslını unutan.
Duyguların meşrebinde hep
tatminsizlik kayıtlı aslında sabrı da şükrü de zaman içinde yitirdiğimiz ki
yetinmek şöyle dursun doğurgan bir istila yine haiz olduklarımızın üstüne
katlar çıktığımız ve en sonunda çöken binanın altında ölüme mahkûm olduğumuz.
Küçük ölümler tasarlıyoruz bazen ve
yazarın dediği gibi; o küçük ölümlerden nemalanıp büyüğünü inkâr ediyoruz.
Yine yazarın dediği gibi; sevişmek
belki de ölümlerin en küçüğü ve geri dönümü olan bir yolculuk ya masumiyetin
yiten vasfını kim koyacak yerine?
Şehirlerden yaylalara…
Sevdalardan yalanlara uzanan…
Doğrulara ket vurulası aslında
masumiyetin bile çarpıtıldığı ve günün birinde çarpılacağımızın da bir kanıtı
iken içine düştüğümüz buhran ve geçirdiğimiz toplu cinnet.
Hangi mekanizma mükemmel, diye
sorgulamaktansa doğru taşları yerleştirip zaten mevcut huzura ve mutluluğa
erişmenin o kadar da güç olmadığı gerçeğini göz ardı edip, ayaklarımızla
çiğnediğimiz adalet ve mutlak mutluluk ve nihayetinde aşkın yitiminde kendimizi
de yitirdiğimiz gerçeğinden bihaber yine her benlik kendi içinde kendi imparatorluğunu
inşa ederken…
Değişen ne?
Ya değişmeyen?
Ya da kendimize soracağımız o soru:
‘’Bende ne değişmiyor?’’
Arayıp da bulamadığımız belki de
aradığımızı sandığımız kadar kolay bulamayacağız gerçeği.
Duyguların değişimi ve düşüncelerin
ve zevklerimizin ve de isteklerimizin hatta beklentilerimiz bile değişime
uğrarken…
Yine de değişmeyen tek bir şey var.
İşte hayatla kuracağımız en güvenli
ilişki de o soruda saklı.
‘’Değişmeyen ne?
Sende ne değişmiyor?
Sanırım Valery’nin ‘’Ben sürekli
değişiyorum, ben kimim’’ sorusunun da cevabını:
Sende ne değişmiyorsa, sen
o’sun…’’(Alıntı)
Farkındalık kazanımına rest çekip
alıngan mizaçlarımızı da bir kenara fırlatıp…
Doğudan batıya yöneldiğimiz belki de
aynadaki aksimizi inkâr edip yeni bir akisle kendimizi ödüllendirdiğimiz…
Diri benliklerin çürümeye yüz
tuttuğu.
Çürüklerin sağlamları yok saydığı…
Elemin suç olduğu aslında güneşe
dönük yüzümüzün karaya çalan bir vicdanla eşleştiği ve güneşin doğmayı unuttuğu…
kaygan zeminde düşüp de kendimizi tokatladığımız ve gerçeklerin asılı ve kalıcı
titrinde bizler hala nasıl oluyor da nasiplenmiyorsak gerçekten ve güzelden
yana… deme kaygısından uzak olmamalı arayışımızın asla noktaya haiz olmayacağı
gerçeği ve evet, gerçekler: zaman aşımına uğramayan ve ketum varlıklarımızdan
sızan yalanların bile günün birinde gerçekler karşısında buhar olup yok olacağı
gerçeğine nasıl ki ket vuramıyoruz o zaman son sürat yitirmeden evreni ve
aydınlığı yetinelim de, yenilenen ömrün geçit vermez dehlizinden çıkmak adına
en kısa zamanda.