Dokunaklı ve kırılgan
bir o kadar buyurgan ve doğurgan yetmedi ısıtan yeri geldi mi soğutan, hüznü
yeren bir mutluluk kıvılcımına sığdırdığım ansız ve hülasa edimin sırıttığı bir
çehrede, yokluktan var oluşa uzanan o uzun yolun kim bilir kaçıncı evresi?
Hanidir, başucuma koyduğum ve okumadığım kitabın kaçıncı sayfasına rast
geldimse, gömdüğüm belki gömüldüğüm soğuk mezar taşının kan dondurucu o rahvan
ve anlık tecellisine sığınmak kadar biçare iken sarkacın her devindiği hutbeyi
bir solukta içime çektiğim. Tezahüratı kadar aykırılıkları da o ani ve güdümlü
mermiyi yolundan çıkaran bir bilinmezlik kadar merak uyandırıcı. Merakın
ötesinde simgelerin bileşkesine yığdığım imge zerrecikleri ve her nasılsa
yoksunluğun mahal verdiği o biçimsiz ve anlamsız resim: Notalar yalıttıkça
zihnimin durağanlığını ve demlendikçe hüzün bahçesinde ani bir boykota sığınıp
nükseden o ince sızı.
Detayların kancasında
takılı kalmışlığımın hicap yüklü öfkesinde, soyutlandığım pervasız caddelerin
düş bahçelerine olan uzaklığını görmezden gelip, tarafınca yok sayıldığım: Hani
şu devrik gölgeliğin tam da dibinde, görünmez kalelerim hepten yıkılmışken. Daha
dündü oysa evet, ellerimle ve kumdan dizmiştim: Pervazında çaresizliğin boyut
atlamıştım dün öncesinde. Dünden de uzak, yarından yakın belli ki ansız ve
göreceli tüm bağnaz ve münafık gölgelerin nezdinde, kaybolduğum bir sokak
satıcıyım. Tezgâhımda debdebeli hüzünler var, oradan buradan aşırdığım ve
bedavaya satıyorum dünlerimi: Yok mu alan?
Esrikli aklımın
sakıncalı aykırılığında, terk edildiğim o ağaç dibi. Sahi, ben doğduğum gün
terk edildim.
Ne çok şey umdum,
savrulduğum yakasız hüzünlerde, debdebeli hayatlar yaşanırken.
İsimsizdi kayıp adresler.
Yakasızdı her bir
iklim.
Anlamsızdı ikilem yüklü
sağanaklardaki ıslanmışlığım.
İnkâr edemediğim o
yadsımazlık idi tüm çekincem mal olmuşken koca bir ömrün kayıp ıssızlığında,
rahmet bildiğim imgelerde savrulup, ölümüne susarken.
Ölümlü cümlelerim vardı
öncesinde ve muhafız alayıydı her biri, içine yığdığım şimşekler aydınlatırken
sol yanımı.
Yakamdan düşmemesine
yapışan o safsata yüklü boyunduruğunda, hüzün idi delalet eden.
Sakıncaları ile bir bir
sağalttım düşlerimi. Düş perileri hicap yüklü varlıkları ile nöbete durdular
geceden güne.
Gündü an’dan ibaret,
yükümlüydü zaman, kader tüm yanılsaması ile varı yoğu istifleyen izbelerde.
Haznesi muğlâk bir
devinimdi mekânsız ve zamansız yolculuklar.
Hicret bildiğim
yeknesak bir terennüm, yine son izlekte saklı o kaybolmuşluk: Biraz
tahakkümperver bazen silik tezahürü; gönüllü ölümlerin harabe yüklü devingen
mağlubiyetini es geçip soluklandığım ansız bir yenilgi.
Sıra dışı zamanların
kaygan yankılarını rahmet bilip duraksamak ise aslolan, münafık bir izdüşümü
tedarik ettiğim her gün bitiminde ve yeniden uzanmaya meyledip geri
çevrildiğim… Olmaz mı bir hikmeti, demek akla zarar kimine göre ve
pervasızlığın kıskacında takılı kaldığım o kancada, tüm yitip gitmelere inat;
kâh sokulgan kâh sıkılgan belki de boş vermişliğimin bitiminde yeni bir
başlangıca rağbet edip, sonlanan bir hikâye iken konuşlandığım.
Rivayet kimine göre.
Pek rağbet etmeseler de teamülü girdabın hatta inkârı gerçeklerin: Belki
münafık belki sorgulayan belki de uzaktan seyreden yine de özümsemeye
doyamadığım o hırpani ve edilgen mağlubiyetlerimin iz sürdüğü bir o kadar
yeknesak bir edim.
Hangi ellerimi uzatsam
ve doldursam evreni, o yeknesak yalnız ve kırık düşleri yalıtsam da müdahil
olsam, bir noktaya dahi tekabül edemezken ya da gönüllü bir seferberlik, bir
kez yerle yeksan olmuş ve hutbelere sığdırdığım karşılıksız ve anlık neşelerim:
Çalıntı zamanların çalıntı yalnızlığına sığdıramazken hoşnut kalmadığı ne ise
evrenin…
Yetinmek izafi bir
yordayış.
Ölüm ise hicap yüklü
bir tek ediş: Zamansız çalan pervasız bir şarkının ahenksiz tınısında,
sağalttığım yaralarım belki de amaçsız yarınlarım.
Bir teferruattan
ibaretim belki de bir rötuşum, o kara kalem resmin en solgun gülüşüyüm bir o
kadar güdümlü bir o kadar sakil. Devingen bir mağlubiyet; ağlamaktan aciz. Bir
gölge hatta saklı sevinçlerini gölgeleyen tüm ikrarı gönülden kabullenmiş.
Aşırdığım neşem midir
hayatı cazip kılan yoksa kayıp yarım mıdır, dünden an’a uzanmış ama yarına
eremeyecek belki de varamayacağım bir yaka.
Varlığımın hiçliğinde,
yoksunluğumun gıyabında, köle imgelerce soyutlanan saf yanım, kerrat
cetvelinden aşırdığım bir rakam.
İllet düşüşleri ömrün,
rötuşları izbelerin, yenilgisi ansız tüketilmişliklerin…
Zamansız ölümler ve mekânsız
insanlar bu dünyadan sürülmüş. Aidiyet duygum yerle yeksan, hüzün nasıl da
tanıdık, varsıl bir hâkimiyet aslında evrenin koşullanmış hidayeti en azından
dökümü iç sesimin tüm kavrukluğu ve yanılsaması yine sona kurulu…
Loş ve telaşlı
zamanlardan çıktım yola ve yol verdim önce kayıp neşeme: Hepten kanıksasam da
alışamadığım bir tek sen kaldın: Sen, demekse maharet biz demek kadar hicap
yüklü bir var oluş, tesellisi yine yürekte saklı.
Yazarın dediğini ise
ilk günden beri yudumluyorum üstelik hicap yüklü yetilerim çoktan mağlup
olmanın verdiği o ezikliği kabından taşırırken…
‘’Hissetmek ne büyük
ağırlık! Hissetmek zorunda olmak ne büyük bir ağırlık!’’
Oysaki hafiflediğime
kani, eriyordum günden güne. Bilemezdim keza bilemedim de tüm yoksunluğumun
aslında kabından taşan köpüklü bir dem olmasının da öte varlığıma kani dahi
olamazken haricimdekiler.
Adam başı yalnızlık.
Adam boyu o diz çöküş.
Ve sönük bir ışık belki
de sindirilmiş bir öfke: sıra dışı kimine göre ve rehavetini yürekte gizlediğim
bir notanın kim bilir hangi notu, hangi gamı iken yitik bir şarkıda
kenetlendiğim gönül yaram: Edimlerde gizli oysa tüm yoksunluk, izbelerde saklı
tedirgin suretler: Bir baltaya sap olamazken kasveti ölü zamanın.