Bir sonbahar sabahıydı. Genç adam trenden indi. Sabahın ilk ışıklarıyla gelmişti bu yabancı şehre. Derin bir nefes aldı önce; şöyle bir etrafına bakındı. Bu durakta inen hiç kimse yoktu. Oysa o herkes kadar yabancıydı bu şehre. Belki şehir biraz yabancı davranıyordu ona, herkese davrandığından daha yabancı…

Genç adam saatine baktı. Saat sabahın 7’isiydi. Başını göğe kaldırıp baktı. Hava o gün olağandan daha garip geldi genç adama. Bulutlar… Simsiyah bulutlar! Sanki merhametli bir yağmur taşımıyorlar. Sanki gökyüzündekiler bulut değil, ilahi bir azap için gönderilmiş ebabil sürüleri. Genç adam yüzünü göklere çevirdiğinden beri böyle yurtsuz, böyle hastalıklı fikirler tutardı aklında.

Genç adam yürüdü. Hafif esen rüzgâr kaldırımlardaki kuru yaprakları adeta genç adamın içine doğru savuruyordu. Kahır dolu bir heyecanla, gecenin bütün yorgunluğu üzerinde yürüdü… Yürüdü. ‘Bir bardak çay olsa’ diye geçirdi aklından. Oysa bütün dükkânlar kapalıydı. Kimi kimsesi yoktu bu şehirde. Aslında tanıdığı, bildiği sadece bir insan vardı. Milyonların içinde sadece biri… Genç adam geniş bir caddenin sağ kaldırımından yürüyordu. Vitrinler, dükkânlar, camekânlar, yıkılmak üzere olan ahşap evler… Genç adam sadece yürüdü.

İnsanlar uyanıyordu artık. Sokaklar usul usul canlanıyordu. ‘Haşir gibi’ dedi genç adam kendi kendine. İşçiler, esnaflar, öğrenciler, memurlar… Ve hepsinin arasında genç adam. O hepsinden daha yenik, daha bezgin, daha ölü duruyordu. Çok ahenkli bir tabloya uyum sağlayamayan boş bir öğe gibi.

Delikanlı yorulmuştu. Bir saatçi dükkânına girerek fakültenin yerini sordu. İçerde beyaz saçlı ihtiyar saatçi; yabancı mısınız? diye karşılık verdi. Delikanlının canı sıkılmıştı sorusunun cevabı bu değildi. ‘Kime yabancı mıyım?’ diye sürdürdü delikanlı. İhtiyar saatçi tebessüm ederek ‘anlaşıldı yabancısınız’ dedi. Delikanlı bu gereksiz sohbeti noktalamak için bir kere daha sordu; ‘fakülteyi sormuştum, söyleyecek misiniz?’ İhtiyar hafifçe başını salladı. ‘Yorgun görünüyorsunuz’ dedi ihtiyar. ‘Bir bardak çay için sonra gidersiniz.’ Delikanlı gerçekten yorgundu; ihtiyarın nokta nokta nur düşen yüzüne gülümseyerek ‘Peki’ dedi.

İhtiyar saatçi ‘siz kendinize yabancısınız’ deyiverdi bir anda. ‘Buraya kendinizi aramaya mı geldiniz bilmiyorum ama Allah yardımcınız olsun.’ Delikanlı şaşırmıştı. Başını içinin göklerine çevirdi. Ne bir ses, ne bir renk… Çaresiz başını öne eğdi. ‘Sağ olun’ diyebildi sadece. Fakültenin tarifini alarak ihtiyarın yanından ayrıldı. Saati 8 yarımı gösteriyordu, acele etmeliydi. İhtiyarın tariflediği yolu takip etti. ‘Şükür ki fazla uzak değilmiş’ diye geçti içinden. Ve büyük bulvar, geniş cadde, birkaç ara sokaktan sonra iki yanı ara ağaçlarla yeşillendirilmiş bir yol. Sonunda fakülte binası… Genç adam fakülte kapısının önünde durdu.

Bekliyordu. Bu paslı kapıyı bekleyen görevli genç adamdan şüphelenmiş olmalı ki; koşar adım yanına gelerek niçin burada beklediğini sordu. Genç adam ‘bir yakınımı göreceğim’ dedi. Bekçi ‘içeri girsene kardeşim, içeri gir ders bittiğinde anons ettirirsin çağırırlar’ deyince, delikanlı yine bir şeylere geç kaldığını anlamıştı. Bekçi ya içeri girmesini ya da kapıdan ayrılmasını söylüyordu. Genç adam içeri girmeyeceğini, kapıda beklemek istediğini anlattı. Ancak hüviyetini vererek bu inatçı bekçiyi ikna edebildi. Bekçi "deli misin sen kardeşim. Ders altı saat sürer, altı saat burada mı bekleyeceksin!" deyince delikanlı biraz kırgın, biraz çaresiz bir tavırla "altı yıl bekledim, altı saat benim için çok önemli değil" dedi gülümseyerek. Bekçi bir "Estağfurullah" çekmekle yetindi ve yerine geri döndü.

Genç adam bekliyordu. Kirli bir merakla, duman rengi bir umutsuzlukla altı yıldır yaptığını yapıyordu. Bekliyordu. Altı saatte neredeyse bütün anıları bir daha yaşadı. Aklında yeşil gözlü kızın ne kadar görüntüsü varsa hepsini tek tek gözünün önüne getirdi. Eskimiş fotoğraflar gibi… Onunki bir maziydi, sancılı bir mazi. Azalan sancısını tazelemek için mi yoksa imkânsızlığın hançer yaraları iyileştiği için mi gelmişti yeşil gözlü kıza, bilinmez. Artık ne önemi vardı bütün bunların; genç adam bir kere görebilmek için gelmişti artık. Artık o fakülte kapısı önünde bekliyordu. Saatine baktı, yarım saat vardı yeşil gözlü kızı görmesine. ‘Ya tanıyamazsam’ diye korktu. Bu arada sabahtan beri bulutların sıkıntısını yaşadığı bir yağmur başlamıştı. Bulutlar sırrını açığa vurmuştu artık. Delikanlının yalnız beklemesine gönlü razı olmamıştı bulutların. Genç adam ıslanıyordu, beklediği kadar ıslanıyordu.

Ve ders bitti… Yeşil gözlü kız fakülte binasından çıktı. O delikanlı için öylesine farklıydı ki, hemen tanıdı. ‘Hiç değişmemiş’ diye söylendi kendi kendine. Delikanlı yağmura alışmıştı. Oysa her çıkan öğrenci ıslanmama telaşıyla koşturarak uzaklaşıyordu. Yeşil gözlü kız delikanlıyı kapıdan çıkana kadar fark edemedi. ‘Acaba tanıyacak mı’ diye düşündü genç adam. Yeşil gözlü kız hiç fark etmemiş olmalıydı ki, delikanlının önünden geçip gitti. Genç adam şaşkındı. ‘Allah’ım ben onun için bir hiç miyim’ diye düşündü. Yeşil gözlü kız birkaç metre yürümüştü ki, bir an durdu. Genç adam onu izliyordu. Kız yanına geldi. Yağmur daha bir şiddetli yağmaya başlamıştı sanki. Yeşil gözlü kız delikanlının önünde, başını göğsünden kaldırıp -ve altı yıl sonra ilk kez gözlerine bakarak- ‘hoş geldin’ dedi. Delikanlı neden geldin dermiş gibi bakan bir çift göze ‘Seni çok özledim’ diyebildi sadece. ‘Hala mı!’ diye geçiştirdi kızcağız. Delikanlı çaresizce başını eğdi. Bu ara ellerini gördü yeşil gözlü kızın. Uzun, beyaz parmaklarının birinde bir alyans parlıyordu. Kızın yüzüne baktı, anlamıştı. ‘Üzgünüm hanımefendi’ deyiverdi. Adeta bir altın halka onu tutup bir uçurumun karşı yakasına fırlatmıştı. Oysa aynı yağmur ıslatıyordu hala aynı insanları. Delikanlı montunun koluna götürdü elini, mavi bir eşarp çözerek; ‘bu sizin! Altı yıl önce boynunuzdan düşmüştü. Onu size vermediğim için özür dilerim.’ Diyerek mavi eşarbı genç kıza uzattı. Genç kız eşarbı aldı, teşekkür ederek uzaklaştı. Delikanlı emanet bıraktığı hüviyetini alarak uzaklaştı. Koşturarak saatçi dükkânına vardı. Soluk soluğa içeri girdi; ihtiyar adam onun telaşlı haline hiç aldırmadan konuştu; ‘Siz dışarıda, böyle yabancı şehirlerde ne arıyorsunuz! Aradığını içinde bulmadan sana dışındakini verirler mi evlat! Şimdi söyle bana, neyi bulmak istiyorsun…’

Genç adam çetin bir bulmacanın sırrına ermişçesine, bir esaretten çözülmüşçesine ihtiyar saatçinin gözlerine bakarak cevapladı: ‘Sonsuz olanı bulmak istiyorum.’

İhtiyar saatçi… Yüzlerce saat tamir ettiği halde zamanı durdurmayı ya da geri çevirmeyi başaramayan ihtiyar saatçi tatlı bir tebessümle delikanlıyı süzdü. Ve bir kıta okudu;

DERMAN ARARDIM DERDİME
DERDİM BANA DERMAN İMİŞ.
BURHAN SORARDIM ASLIMA
ASLIM BANA BURHAN İMİŞ.
(Niyazi Mısri ksa)
( Kendini Eylül'de Aramak başlıklı yazı Mümin Munis tarafından 31.07.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.