Ve yıllar yılı...

Azını söyledim bildiklerimin. Ne sancılandıysa içimde, şiir oldu; söyledim. Yine de sustuklarım çoktu. Sözlerim sustuklarımın yanında neredeyse yoktu.

‘Sır...’

Anlatılamayanlara mı sır deniyordu; anlatılmaması gerekenlere mi? Her şey bir yana, sır sırdı. Susmak gerekti; hepsi bu!

Sustum ben de...
Anlattıklarımdan çok daha fazla...

Yıllar geçti.

Bulanık hatıralarla anımsanmaya gayret ettiğim bir gençliğim vardı da; şimdi gençliğin son sınırında; en kusurlu döneminde belki de, tam da burda duruyordum işte.

Otuz üç yaşındayım.

Bildiklerimi anlatarak; çoğu zaman da susarak geldiğim, otuz üç yaşındayım.

Cennet yaşı...

Ötelerin sevdası hala, içimde kıpırdanışıdır aşkın. Aşk yıpranmaz çünkü, eksilmez, eskimez, engellenemez. Kalbin en huzurlu tarafıdır, aşk sarhoşu olan kuytusu. Hasretle sızlar o huzur köşesi bazen. Yine de huzurludur.

Hasret...

Yanındayken dahi hasretini duyduğum, gam yükünü çektiğim yalan değildi! Aslında yeni başladı hasret!
Bu sabah kadar yakın...

Dün; dünde kalırdı, dünle birlikte giderdi hani, düne ait olanlar. Dün nelerle gittiyse, bugünü getirdi bana.

Dün, gönderildiğim civar köylerden geri döndüm. Dergahın üzerinde sükut! Hayır, öyle her zamanki mutlu sessizlik değil... Hüzünlü, yaslı bir sükut!
Göklerde kara bulutlar vardı, gördüm.

Bahçe kapısından içeri girdim; heybemi omuzumdan indirmemiştim bile... Bahçede kazanlar kaynıyordu. Başında birkaç derviş diz çökmüş; kalpleri kaynıyordu.

Biri geldi yanıma;
‘Mansur, hoşgeldin!’

‘Selamünaleyküm!’

‘Aleykümselam.’

‘Bu hal nedir kurban? Bu eziklik, bu durgunluk nedir böyle?’

‘Efendi Hazret...’

Sustu bir anda derviş;
‘Ne oldu kurban? Ne oldu Hazret’e?...’

‘Yok! O iyi... Kızı! Efendi Hazretlerinin kızı, bu sabah vefat etti!’

‘Seyyidim nerede?’

‘Bugün evinden hiç çıkmadı!’

Güneşe baktım. Güneş tam tepedeydi. Sakiye seslendim. Hane-i Saadet’in kapısına çıktı!

‘Kulunuz Mansur gelmiş, kabul ister diye iletiver kurban...’

‘Buyur kurban, Hazret ara odada seni bekliyor.’

El bağlayıp girdim Hane-i Saadet’e... Efendi Hazretleri bir minderin üzerine oturmuştu. Yorgundu. Hem çok yorgundu! Okyanusta tufana tutulmuş bir kayık gibi; talan edilmiş bir şehir gibiydi. Kapıda durdum.

‘Gel Mansur... Gel!’

Mahzunluğu yüzünden okunuyordu. Hüznü...

‘Allah size uzun ömürler versin inşallah Sultanım!’ diyebildim sadece. Öyle ihtişamlıydı ki hüznü... Dilim lal oldu sanki; konuşamadım.

İç çekti;

‘İnne lillah ve inne ileyhi raciun! Sadakallhulazim!’ dedi. Kalbim sanki bir
taş altında eziliyordu. Aynı durgun, mahzun; ağır halde konuşmaya devam etti;

‘Bugün ikindi namazında, cenaze namazını sen kıldır, olur mu? Ve Kuran oku Mansur.’

Bir anda Nilüfer’i hatırladım. Nilüfer’in çocuk yüzü aklıma geldi. Ben de çocuktum henüz. Yıllar sonra, neredeyse yetişkin olmuşken; bir kez daha döndüm çocukluğuma.

Ellerini uzattı Seyyid Hazretleri;

‘Mansur, bugün sana verilecek olana dikkat edesin! Bu yol bembeyaz bir örtüdür Mansur... Küçücük bir siyah nokta konsa üzerine, kiri belli olur! Bugün bu söylediklerimi anlayacaksın.’

Gözlerimi yerden kaldırdım, yüzüne baktım Seyyid Hazretlerinin. Gözlerinin içinde gam ve tevekkül vardı, gördüm.

Müsade verildi, çıktım Hane-i Saadet’ten. Aklım ve kalbim karmakarışıktı.
İkindi namazına yakın tabut getirildi mescid’in önüne; taş üzerine kondu. Aklımda Nilüfer vardı. ‘Kardeşim’ dediklerimi, hep erken yitirdim.

Namazın ardından işaret buyurdu Efendi Hazretleri;
‘Hatun kişi niyyetine...

Allahu ekber!’

Aldık götürdük tabutu... Efendi Hazretleri son kez kucakladı evladını; toprağa bırakıvermek için... Dudakları! Dudaklarında dualar dönüyordu.

Usul usul kıprıdıyordu dudakları. Son kez dokundu kızcağına.

‘Babasının annesi...’ dediğini duydum sadece!

‘Allah ona merhamet etsin’ diyordum bense. Kalbimden bir başka dua akıyordu; ‘Lailahe illa Ente Sübhaneke İnni Küntü Minez Zalimin!’ Rahmetin kıyılarını gözlüyordum, içimdeki karanlıkların boğucu havasından!
Tahtalar çakıldı. Toprakla örtüldü üstü.

Mescid’e döner dönmez; ‘Oku!’ dedi Efendi Hazretleri.

Yıllar önce okuduğum ayetleri bir kez daha okudum. Okuduklarım aynıydı da, okuyuşum başkaydı bu kere.

‘Elif! Lam! Mim!’

Gönüller ağlamaya durdu yine. Yıllar önceki gibi... Ama bu sefer daha görünür bir aşkla. Sırılsıklam olana dek ağladı. Hazret gözleri kapalı, öteleri seyre durmuş gibi; öylece dinledi.

‘Sadakallahulazim!’

Seyyid Hazretleri ellerini duaya kaldırdı. Hepimiz ‘amin’ dedik bir kere daha. Doğruldu bir an; mescid ayağa kalktı. Yanıma geldi, elimden tuttu. Yüzümüz cemaate dönüktü.

‘Mansur’ dedi. ‘Yarın, kendi memleketine, Konstantiniyye’ye doğru yola çıkacak inşallah! Bu yolu anlatsın diye gönderiyoruz onu. Ona dua edin evlatlar...’

Hazret konuşuyordu ya, ne dediğini bir an anlayamadım. Ayrılığı söylüyormuş!

‘Biz ondan razı olduk, Allah da ondan razı olsun inşallah! Allah bu yoldaki gayretini daim kılsın.’
Cemaat ‘amin’ diyordu. Uğultu... gök gürlemesi gibi bir uğultu olarak çıkıyordu bu ‘amin’ sesi.

Elimi bıraktı Hazret, ellerini omuzuma koydu.

‘Mansur, oğlum...’

‘Kurban, ben gidersem; siz olmadan ne yaparım!’

‘Gittiğin yerde kalbine bak; göreceksin ki ben yanı başındayım. Korkma,
Allah’a güven... Sadat’ların himmet ve duası seninledir.’

İçimde bir ağlamak başladı; utandım. Başımı öne eğdim.

‘İnsanlara hakikati anlatmak lazımdır Mansur... Allah’a giden yolu... Aşkı!’
Aşk sözü ilk kez dökülmüştü dudaklarından. Hayran kaldım, öylesine...

‘Dönmen gereken bir gün olursa, sen o günü kalbinden bileceksin! Yarın sabah uğurlayacağız seni inşallah! Sabah namazından hemen sonra...’
Hafifçe başımı salladım. Hep yapıverdiği gibi yanağımı okşadı; çocukmuşum gibi... Raşid-i Kari Hazretleri gibi... Babam gibi! Ayrıldı mescidden. Cemaat bana bakıyordu. Ağlaya ağlaya çıktım dışarı.

Dergaha girip heybemi topladım.

Akşam ve gece nasıl geçiverdi, anlatılmaz!

Bütün dergahla helalleştik!

Sabah namazının ardından, ayrıldım!

Ayrılığı tarife hacet yoktur ya; benim ayrıldığım bir başkaydı. Tek kelimeyle anlatılırdı belki; hasret...

Hasret! En çok da bu sabah başladı. Beyza şehrini kuşatan bir tepeden izliyorum şimdi dergahı; hasretle... Gözlerim ıslak... Son kez seyrediyorum.
Allah için...

Sahi ben nasıl gelmiştim Seyyid Hazretlerinin dergahına... O!
Hazretin kızı dışarıya adım atmazdı ki...Yıllarca aynı dergahta durduk da, bir kere rastlaşmadık! Hazretin bir kızcağızı olduğunu cenazesinde öğrenmiştim.

Kimbilir belki de sadece benim gördüğüm bir gölgeydi. Endülüs’ten gelen, elsiz ayaksız; onun gölgesi... ‘Allah vesileyle yaratır.’ Bir anda aydınlandı aklım! Ben şehadet ederim ki, Seyyide kız aşıklar makamındaydı. Beni aşktan başka hiçbir şey çekemezdi bu dergaha; o bunu anladı. Ben bir kadına esirdim. Azadlık isteyen bir esir! Aşkla esir alınmıştım; aşkla hür kılınacaktım şimdi.

Dualar edildi üzerime. Çıktım geldim bir gölgenin ardından, saadet kapısına… Sadat kapısına…

‘Allah’ım aşıkların makamını arttır... Seyyide kızın makamını yükselt! Ey sonsuz makamlar sahibi... Ey Rabbim! Seyyide kızdan razı ol! O Senin aşığındı! Sen de onu sevgililerinle haşr et!’

Herşeyi anlıyorum şimdi! Onlardan duyduğum, dinlediğim her şeyi... Kalbim acıyor.

Sırtımı şehre dönüyorum; yüzümü Konstantiniyye’ye...

Ardımda kalan şiirlere yenilerini eklemek için, yürümeden önce; son kez kıpırdıyor şair dudaklarım;


‘Ariflerin kalbini aşıklara bir Kıble istikameti eyleyen Allah’a hamd olsun!’
( Vuslat Gecesinden, Veda Sabahına başlıklı yazı Mümin Munis tarafından 5.08.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.