Ya mukallib el kulub, Ya müzeyyin el kulub, Ya münevvir el kulub!

Arka bahçede. Karla örtülmüş toprağı kazarken. İsimler arasında en yitirilmez, en unutulmaz olanları saydım senin için. Ya Settar, Ya Satir, Ya Mümin, Ya Mümit, Ya Bari! Senin için senden geçmek, senin için seni unutmak. Hafızamın bir kenarında korunup dururken adın, O’nun esmalarıyla dua ederken adına, yüzün yere düşmesin diye, alnın toprağa değmesin diye unutmak seni. Koru onu Ya Hafiz, muhafaza eyle. Ört ve sakla Ya Settar, Ya Satir. Emniyette tut onu Ya Mümin. Hayırlı bir ölümle al Ya Mümit. Ve haşirde hayır üzere dirilt Ya Bari! İsmini esmanın dualarıyla süslemişken. Bedi olan Rabbin isimlerine sığınıyorken senin adınla. Unutmak seni. İncinme diye, korunaksız kalma diye unutmak!

Arka bahçede. Karla örtülmüş toprağı kazarken. Gül serasının üzerinde uzak bir baharı bekleyen çobanaldatan kuşları. Bir çift donuk el. Bir çift kırılmış kanat. Henüz bilmiyorken kargaşanın adını. Ben isimlerin arasında isim aradım sana. Bir isim. Daha önce kimsenin sana öylesi seslenmediği bir isim. Hiçbir hattatın yazmadığı, hiçbir hatibin anmadığı bir isim. Mademki her şey bir isimle başlıyor. ‘Rahman ve Rahim olan Allahın Adıyla…’ Kelamın kudretine inanıyordum ben. Ne kuşatılamazdı isimlerle. Kelimelerle ne anlatılamazdı. Değil mi ki kelamın ve kalemin, manasını yazamayacağı, suretini çizemeyeceği hiçbir şey yaratılmamıştı. Öyle sanıyordum. Kelamın ve kalemin Rabbi bir hudut çekmişti kudrete. En kudretli olan O olduğu için.

Kalbin bir sırrı vardı; ne kelamla kuşatılırdı, ne kalemle. Hikmet canda gizlenirdi, aşk kalpte. Değimli ki kalplere hükmeden Allah’tı. Hâkim, Mukaddir, Mahbub ve Habib! O hükmediyordu kalplere. Kalplerin ve sırların sahibi. Kelamın ve kalemin yetmediği yerde başlıyordu ızdırap.

Arka bahçede. Karla örtülmüş toprağı kazarken. Yürekte filizlenen bir aşka isim arayıp duruyorken, en güzel isimlere sığınarak. Sen burada olsaydın, sana sorardım ızdırabın adını. Kendi adını en az kendin söylediğin için. Benim ismimi ise henüz hiç söylemediğin için. Gül dolu bir toprak parçasında yürürken. Sana sorardım ismini. Sen korkardın. Yaralı bir ceylanın kalbi gibi titrerdin. Ebva kabristanından esen bir rüzgâr dağıtırdı huzurumu. Aşkın ve hüznün adı, gözleri gece karası bir Elçinin cefasında saklıyken. Adlarımız yan yana yazılmasın, adım adınla anılmasın diye sen korkardın. Kâğıtlar ve güller ağlardı, ürkek yüreğimin üzerine. Hiçbir şeyin güzelliği bana ait değildi ya, güzelliğin bedelini ödeyen ben olurdum. Sen korkardın. Taif’te çiğnerlerdi ummanımın ümitlerini. Ben Hüzün yılından gün sayardım hicranın takvimlerine. Sonsuzluk yaldızlı çerçeveler donanırken kalbime. Onunla gül açan çöllerde bir çocuk oluyorken ben. Sen çocukluğumdan korkardın. Korkuturdun beni. Sana bir isim bulmanın madeni sancılarıdır efganımın ziyanı. Hicretin fermanı verilseydi, çehrene hazan çökmesin diye alıp başımı gitseydim. Sana dilediğim isimle seslenirdim o zaman. Sen duymazdın.

Güller koparılır, kâğıtlar yırtılırdı.

Düşün ki gül Onu hatırlattığı için güzel, kâğıt O(asm) yazıldığı için kutsal. Kâğıtlara gül hikâyeleri yazmak vardı asıl. Sana başka bir isimle seslenebilseydim; gülün suretinde, gülün manasıyla yazardım en müstesna satırları.

Bir isim. Mademki her şey, karanlık yudumlayan dudaklardan senin adının dökülmesiyle başladı; mademki kalbimin hükmü böylece verildi göklerden; bir isim gerekti seni başkalaştırmak için. Karanlığa bulaşmayasın diye. İlletin harflerinden korunasın diye. Çocukluğuna ve masumluğuna halel gelmesin diye. Havayı kestiği halde sadece benim söylediğim, bana doğru yayılmış bir isim. Her şeyin başında, hiçbir şeyin içinde. Sana sorsaydım, ırmaklar geçerdi duvarların arasından. Ceylanlar suya inerdi. Sen ürkerdin. Oysa ben sana neyle seslensem, sonunda gülkurusu bir divaneliğin hatırlanması olurdun.

Arka bahçede. Karla örtülmüş toprağı kazarken. Bir çınar çıkar göğsümün üzerinde. Arşa kadar uzanır dalları. Böyle başlarmış aşk. Bir duruşa, bir bakışa, bir ifadeye mahkûm değilmiş yürek. Seni görüp dururken, sana anlatırken delinmedi kalbimin zarı. Sen mavi bir sızıyla sonradan aktın kalbime. Duruş bozulur, gözler yitirilir, ifadeler tükenir. Suret eskir; ten çürür. Oysa sana getireceğim bozulmayacak, yitirilmeyecek, tükenmeyecek bir aşk. Ey çilemin günahsızı! Ey derdimin yabancısı! Sana kendi ismimle seslenebilseydim, anlatırdım çınarların ihtiyarlığını.

Gül bahçesinde düştü kelam.

Harf. Hece. Söz.

Secdesine gül esansı damlattığım bir ikindi namazında, her bir rekâtta Âdem sözcüğünü yazdıkça. ‘Elif’ kadar düz bir kıyamda cennetten indirilmiş bir Peygamberin duasıyla kendi kıyametime yaklaşıyorken. Rükûsunda, Rabbin azameti önünde iki büklüm eğilirken ben, aciz bir ‘dal’ harfine dönüşerek Rabbin kudretini ve benim acziyetimi kabul ederken. Sücudunda Varlık Sahibinin yok’u olduğumu dillendirirken. Âdem olurken. Kendi adımın ve senin adının baş harfleri, yokluğun adının son harfleriyken. Bir namazda şekillenen yokluğun, âdemin sonundaki, incecik tevekkülüyle bir ‘mim’ bizim adlarımızın baş harflerine uzanıyorken. Bildiğim sırlar etrafa saçıldı.

Geçen yıl, kız kardeşimin cenaze namazını nasıl kıldıysam yokluk içinde. Küçük kız çocuğuna son kez hangi isimle seslendiysem, öylece düştü aklıma senin adın. Bir çocuğun sesiyle yankılandı aklıma. Şimdi ben onun güllere hasret kabri üzerinde durup, sana bir isim arıyordum. Elleri sen olsun istiyordum kız çocuğunun; yüzü sen, gözleri sen. Oysa o, sen olamayacak kadar yokluktu şimdi. Benim varlığım yokluğa benziyordu; bir tek sen var gibi görünüyordun. Bir ikindi namazı sonrasında, nasıl aklıma geldi seni bir kız çocuğuna benzetmek. Sana bir kız çocuğuna seslendiğim gibi seslenmek.

Kar. Gül. Toprak. Su.

Sen bunu nereden bileceksin?

Gül bahçesinde düştü kelam.

Su. Irmak olmasa da, su. Duvarlar arasından akmasa da, su. Güllerin arasından geldi bütün berraklığıyla. Duruydu su. Geçen bahar fideleri tutsun diye, bir kâğıt üzerine yazılıp güllerin dibine gömdüğüm duayı hatırlıyordum hala. Toprak duayla duruyordu. Su topraktan çok kâğıda ve duaya doğru akıp gidiyordu.

Irmak olmadığı için ceylanlar inmiyordu suya. Bu doğru. Yine de suydu. Hayattı. Hiçbir şey susuz yaşamıyordu. Susuz yaşayamayan, duasız nasıl yaşasın?

Su sızdı güllere yazılmış bir duanın toprağına.

Gül bahçesinde düştü kelam.

İsim düştü; Tevriz…

Çöllerin diliyle söylenirdi Tevriz; duru su… Çölde duru suya Tevriz diye seslenirlerdi. Hayatımda iki vaha vardı şimdi. Biri toprağın altında, diğeri üstünde. Ben ikisine de Tevriz diyordum. Her şeyin başında, hiçbir şeyin içinde. Oysa çölün her şeyi tüketen bir bilinci vardır. Yine de serap değildi gördüğüm vaha. Güllerle ve dualarla süslenmiş vahaların kapısı açılmazdı seraba.

İsmini söyledim; Tevriz…

Yesrib kapılarından yankılandı. Mekke sokaklarında, Taif toprağında, Uhud dağında… O’(asm)nun ayaklarının değdiği şehirlerde, O’nun ellerinin değdiği taşlarda.

İsmini söyledim; Tevriz…

Hasreti yüzlerce yıllık şarkıları barındıran sesim yankılandı bir kez daha. Kız kardeşimin kabri üzerine doğru; Tevriz…

Bir tek sen duymadın.

Kaleme ve kelama kudret veren Allah’a hamd olsun.

Arka bahçede. Karla örtülmüş toprağı kazarken. Sana karlara bürünmüş toprağın altında dualar ve güller bekleyen bir kız çocuğunun ismini verdim. Onu son kez buzları kırıp, karları aralayarak teslim etmiştik toprağa. Bir daha alamadık. Keşke sen olabilseydi.

‘Ya Rahman! Ya Afüv! Ya Latif!’

Gül bahçesinde düştü kelam. Büyük çınarın altında. Duru sular gibi döküldü toprağa ismin.

Donuk ellerle yazıyorum şimdi seni. Gülün suretinde, gülün manasıyla kuşatıyorum kalbimi. Güllere yazılan dualar kabul olunsun diye; eskimeyesin, yıpranmayasın, tükenmeyesin diye. Yesrib’ten, Beni Şeybe’den, Taif’ten, Uhud’dan uzak kalmasın diye yüreğinin suskunluğu. Kâğıt unutmasın diye en güzel isimlerin sahibini. Aşk kendine verilen hakla değil, kendi üzerindeki hakkıyla aşk olsun diye. Elleri yitirilmiş bir çocuk, karla örtülü toprak altında kelamın ve kalemin yetersizliğinde ızdırabı tatmasın diye. Donuk ellerle yazıyorum seni; Tevriz…

Bütün sırlarımı saçıyorum etrafa.

Tevriz…

Seni söylüyorum. Nefesim havayı kesiyor. Havada doğuyor, yayılıyor. İkimizin arasında yankılanıp duruyor. Sen işitmiyorsun. Sen bunu nereden bileceksin?

Sana doğru açılıyor yazının ve sızının kapısı.

Adın ki, ikimizin arasında. Adın ki, aklımla kalbim arasında. Adın ki, kâğıtlarla güller arasında. Kimseler duymasın diye. Görünmez defterlere kaydediyorum adını. Ellerim titriyor. Yaktığım bir sigaranın dumanı havaya karışırken söylüyorum. Ciğerime çizgi çizgi işleniyor mazi. Geleceğe dair tek cümlem yok! Kader, titreyen ellerimi kızıl bir kor gibi yakıyor. Hak edilen ateşse, en çok aşka bırakılır azapzede. Öyle mi Tevriz?

Kar. Gül. Toprak. Su.

Selamet erişir mi başıma? Ufuklar görünür mü? En unutulmaz isimler için söyle Tevriz? Deprem toprağı vurmadan, sel boğmadan çiçekleri; ateş kâğıtları yakmadan, buz kuşların kanatlarını dondurmadan söyle… Beni nasıl duyarsın, nasıl dinlersin sen şimdi!

Ey şimdi kalbime sızan duru gözyaşı!

Kalbim kanadı kırık bir çobanaldatan kuşunun tedirginliğinde dinleniyor artık.

En güzel isimlerin ardından, adını söylüyorum bir kez daha; Tevriz… Kuşlar havalanıyor. Su çekiliyor. Duman dağılıyor. Güller secdede.

Her şeyin başında, hiçbir şeyin içinde.

( Gül'ün Duası Tevriz başlıklı yazı Mümin Munis tarafından 14.07.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.