1
Yas’ını topla ve git, gök gözlerinde
ölümün bir Nilgün Marmara’ya duyduğum hayranlık baş aşağı olmadan bir de baş
koyduğu/m ilkelerinden de taviz vermeden.
Kilit noktası evrenin asla
başkalaşıma uğramadan başkalarının gözünde serpilmek mi ve doğasında rüyaların
illa ki d/okunaklı mı olmalı hikâyeler?
Yüz sürdüğüm haysiyet ve yüzümü
döndüğüm inkâr ve kinaye ve de yalanlar…
Düş gördüğüm her gecenin ertesinde
sabaha çıkmayı umut eden bir yara ara vermeden yas’a dayalı kelamın uzamında
bir kör kurşun tetikleyen rahmeti ve düş kırığı yenilgilerin sayesinde
tırmandığım ulu ağaçlar aşkın hakkını yemeden ve üzülmeden yaşamayı ve sevmeyi
idame ettirdiğim ölçüde kanatsız yürekte dolup taşan o hezeyan ve perdesini çekip
yalanların asla da takmadığım maskenin uğruna ne yalanlar ürediği.
Kıblemde yoksun kuş yuvaları.
Benlik söylemlerin bizlik redifleri.
Hurafe belki de asılı kaldığım
düzenek ve yarım daire içinde dönendiğim miadı dolmuş gönül köprüsü.
Sezilerin haykırdığı o düzlem ve sevi
dilinden anlamayan bir lanet yine iblisin kuşandığı.
Seyrüseferinde eklemlerinde ay
doğuran gece ve sefertasına dolduğum o artıklar aslında kendimi kendimle
cezalandırmama vesile öbek öbek ihanet.
Sözcükler kızılca kıyamet.
Efkârın tutkusunda; elemin utkusunda
ve bir içimlik her yazdığım şiir belki de ömürlük, o kutsandığım çukur aklıma
mukayyet olmak dışında ruhuma sahip çıkmak ve ölümlü bedenimi sonlandırmak
adına sergüzeşt bestelere sığınmak.
Şivesi olmayan bir sunum işte yürekte
kırıkları döşediğim.
Zanlar aleyhinde minvalin ve göğün
kumpası rahmetin de teyakkuzdaki sefası ne de olsa hüznün diğer adı inancın
bileşkesi.
Sanrılar doğuran bir coğrafya.
Aşkı haykıran…
Sezilerin sanrıya dönüştüğü ve
sevgiden yoksun döngünün her lanetli dönüşünde uzağına düştüğümüz hurafeler
aslında kıyıma uğramış kıyılarında ölümün de diğer yüzü.
Mutlu bir fener olma özlemi ile
içimin ışıldağını kısıyorum yine göğün devasa bütünlüğünde tahliye etmek adına
d/okunaklı bir masalı mutlu bir sonla bitirmek.
Aksayan.
Aksıran.
Ayan beyan…
Kızdığım ne ise belki de kendime
yenik düştüğüm…
Sevdiğim kim ise haykıramadığım.
Öfke kontrolüm sayesinde içimdeki
kıyam deşifre ediyor hüznünü ve muteber bir duygu fırtınasında ben sadece
susuyorum.
Çok susuyorum içmeye doyamadığım her
şiirimi lanetliyorum belki de çarmıha gerilen her pasajda sadece coşkum
sınanıyor; sadece sevgim yok sayılıyor.
Verdiğim değerle örtüşmeyen
değersizliğim.
Değer vermekten çatlayan önsezilerim
ve kırıldığım kadar kırmaktan korktuğum.
Hangi nüans?
Hangi ara yana düştü başımız?
Hangi ara eledik dostluğu?
Hangi ara sağ gösterip sola savurduk
karşımızdaki yüreği ve de kandırdık?
Etkisini göstermeyen hangi ilaçsa
ölüm diledik.
Efkârı saklı hangi yürekse yok
saydık.
Zamanı durduramadık belki yine de denedik.
Sev, dedik ve sevmeyi sonlandırdık
ansızın ne de olsa verdiğimiz değeri göremedik.
İçime üflediğim yokluk.
Dışındaki katman.
İç sesin her hali; iç sesin sev hali.
Bizlik makamına erişemediğimiz
yoksunluk makamı aslında anlamsızlığın tavan yaptığı ve meziyetlerin yok
sayıldığı.
Ayrıştığımız kadar ayıplamasak keşke.
Ayıpladığımız kadar birbirimizi
ayıklasak keşke taşları.
Huzurun eşiğinde ve gölgeler
büyürken.
Zanlar yok sayılmışlığın tezahürü ve
makamı olmadan şeref tribünündeki o sayaç.
‘’Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden,
kendimi bulamıyorum, dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendime bir yer
edinemiyorum, kendime bir yer…
Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık
kendi kendine nasıl da eğlenir.
Niye kimseler izin vermez yoluma kuş
konmasına?
Öyle güzelsin ki kuş koysunlar
yoluna, demiş bir çocuk.’’
Nilgün Marmara.