Uçuk pembeydi öncesinde
evren
Yalıtılmış sevinçlere
ramak kalmıştı
Güller dalında
Mekân cennetti adeta.
Külfeti yoktu hiçbir
şeyin
Ne derdi ne tasası
Ne de yitip gitmişti
henüz
Ölgün düşlerim.
Sırra kadem basan
dostlarım da yoktu
Ne üzünçlerim
Ne de ısırılmış bir
elma.
Pür-ü pak idi vicdanlar
Ne acırdı ne acıtılırdı
taşınan canlar.
Gömmemiştim hiçbir
canlıyı diri diri
Diri idi ve asil idi
Tüm biriktirdiklerim.
Yol bildiğim yoldaş
bildiğim…
Iraktı gözden hüzün
Iraktı gönülden tüm
sevmediklerim.
Kırık değildi miğferim
Ne de buruk bir gönüldü
Düşen payıma
Cebelleşmediğim o döngü
Sırada beklerken yeni
günü.
Yüreğimin sarkacı… Kim
bilir hangi kitaptan hangi anlatıdan miras zihnimin derinliklerinde…
Tahammülsüz ve bir o
kadar tahakkümperver mızrabı döngünün vururken gönül telime titremekte sesim.
Ne korku ne de ürperti
ama tek aslolan bedbin bir varlık fazlasıyla nasiplenmiş acıdan ve acımtırak
dürtüler sıkıştırırken kıyı köşe.
Sevmek iyi gelse de
sevilmek denen mefhumun varlığı ve yokluğu nasıl da hicap verici.
Ne bir imgeyim ne de
bir nesne yine de basit bir obje genelde nazarında çoğu insanın. Bu görüş büyük
ihtimalle onlara hak tanımakta konu ne olursa olsun üstelik…
Kimyasal bir bileşim
belli ki insan doğası ve nefsi ve tüm o öngörüleri bir o kadar yetileri yetisiz
kılan, sıradanlığı sıra dışı hale getiren ve yerdikçe yeren.
Kanım donuyor bu yaz
sıcağında ve ürperiyor tenim.
Kılı kırk yarsam da ne
tahammülleri var ne de olağan bir seyri şu garip mizaçlarının.
Anlamsızlık anlam buldurmaya
çalıştığım ve o sefil sevi dili yol bildiğim, yoldaş bildiğim.
Kifayetsizlik olsa
keşke düşen payıma ve çekilsem köşeme uzun yıllar talim ettiğim o yeknesak
düzen ne de olsa.
Seneler önce elemiştim
unumu ve asmıştım eleğimi oysa. Ki henüz otuzlu yaşların başındaydım.
Belli ki hak
görülmemekte tüm çırpınışlarım ve reva görülmekte örselenen varlığım ne de olsa
hibeliyim şu garip muhalefete ve sakıncalıyım çoğu insanın nazarında. Belki bir
vebalı belki ıstırap çekmeye mahkûm her ne ise hak görülen.
Çok mu yaşlıyım? deme
cesaretim olsa keşke ve çeksem elimi eteğimi, alsam dantelimi kucağıma ve
metrelerce örsem.
Herkes diline
dolayacağı kadar dolamış ve almakta öcünü.
Karşılık beklemek gibi
bir derdim olmamalıydı üstelik ilk günden beri. Öyle ya, topu topu altı yedi
yaşlarındaydım. Okula henüz başlamış bir süt kuzusu.
Ritmi hiç bozulmazdı
odaklandığım o seyrin. Bir elimi tutarken annem bir elim boştu. Değil taşımak
elime dahi almazdım okul çantamı çok istesem de. Ağırdı çok ağır olmasa da el
bebek gül bebek paye vermezdi bana kimse:’’Bak, koca çocuk oldun. Taşı
bakalım…’’
Diğer yandan herkesin
beklentisi artmaya başlamıştı gün geçtikçe. Önce ailemin. Ve öğretmenlerimin ve
arkadaş bellediğim o güruhun. Safça seviyordum her birini ve nasıl büyütürdüm
gözümde.
Ne sitemlerdi yüreğime
dokunan ne de hakkımda sarf edilen o ithamlar. Altı üstü çocuktum henüz tabir-i
caizse palazlanmamış. Bu yaşa geldim hala öğrenemedim bu deyimin hangi anlama
tekabül ettiğini ya da moda tabiriyle ve argo olsa da ki kullanmaktan hep
imtina etmişimdir:’’Yırtık’’ tabir edilen. Hani yüze gülüp arkadan iş çeviren
ya da rolden role bürünüp nabza göre şerbet veren ki inanın ki hala anlamına
vakıf olamadım ve hiç mi hiç öğrenmeye niyetim yok.
Hep ama hep bulanık
yüzdüğüm sular üstelik ilk günden beri.
Ne kötü bir kader…
Nasıl bir büyü ise ve nasıl nasiplenmiş isem…
Müteşekkirim doğrusu
arkamdan metrelerce kuyu kazanlara ki hiç mi hiç yorulmalarına da gerek yok ne
de olsa kendime kazdığım kuyunun çoktandır dibindeyim.
Kendime yaptığım
kötülüğü hangi Allah’ın kulu geçebilir ki… Bu da yetmezmiş gibi başımda dönen
alıcı kuşlar.
Beyin ve beden algısı
ki hep ama hep sürtüşen toplumun gözünden.
İyi bir ahlak, iyi bir
aile, donanımlı bir çocuk ya da yetişkin ve sırada bekleyenler…
Kısaca o muhteşem evrim
her insanın geçirmekle mükellef kılındığı…
Ne gam…
Hayatla didişmekten ve
ön sırada benliğim ile ters düşmüşken neye sıra geldi ki… Geldi gelmesine de
kim sordu ki bana:’’Ne istiyorsun?’’diye.
Bilsem bile neyin
hakkını verdiler ki ya da iştigal ettiğim ne ise kime neyi ispatlayabildim ki…
Kırk yıl düşünsem bu
yaşa gelip de hala içimdeki çocuğu pışpışlayacağım gelmezdi aklıma. Daha
büyümemiş bir erişkinden kim bekleyebilir ki çocuk büyütmesini. Geç ya da
erken… Zor ya da kolay… Ne umurumda ne de bilinçaltımda muhafaza etmekteyim
böyle bir istemi ne de sahip oldum böylesi bir düşünceye.
Eşyanın tabiatına
aykırı ne de olsa çocuk kimliğini muhafaza etmek.
Bazen solgun bazen ışıl
ışıl ama her daim içsel yolculuğuna odaklanmış bir garip kul.
Kıskanmayı bile
beceremedim ömrü hayatımda belki bu yüzden kıskanılıp kıskanılmadığıma kani
olamadım. İnanın ki hiç mi hiç önem arz etmemekte. Ne de olsa tüm derdim
içimdeki bene odaklı.
Ben kulak asmasam da
kimin neye kulak astığı ise ne yazık ki en rahatsız eden düşünce.
Kalendermeşrep olmak da
düşmedi ki payıma. Varsa yoksa ayağımın altına serilmesini istediğim değil
istemekle mükellef kılındığım o kırmızı halı. Rengi de belli üstelik: Ne mavi
ne sarı. İlla ki kırmızı.
Öğretiler, aileden miras
tüm genler ve yatkın olduğunuz ne çok yeti ki henüz çözmekten aciz iken.
Bu yüzden belki de
büyütüyorum insanları gözümde ve bu yüzden bu denli düşkünüm sevgiye ve o
bitimsiz arayışım henüz sonlanmamışken her yeni gün yeni hayallere yelken
açıyorum.
Hangi bütünlük ise
kurmakla mükellef kılındığım yoksa beni miyim bu denli zora sokan…
Yine de sevmek aslolan
ve inanmak.
Bütüne tekabül eden her
ne ise yine benden ibaret her şey ve şu garip döngü aidiyet duygumu törpüleyen…