Nihayetinde bir gün daha bitmiş ,işler, planladığım gibi ilerlemişti. Simya, ilk randevuları almaya başlamış, Cüneyt Ağabey, uzun süredir beklediğimiz potansiyel bir müşterinin bizi ziyaretini bağlamış, Cihat Bey ve Erdal Bey’ler, gümrükteki sorunları çözmeye devam etmişlerdi. Bunun yanı sıra,  Japonya’dan iki arkadaşım, hafta sonu Türkiye’ye geliyor olduklarını haber vermiş, babam ertesi günü ticaret odasında yapılacak önemli bir seminerde konuşma yapacak olduğundan ona odaklanmış ve ajans, Çarşamba günü kurulacak fuar standı ile ilgili ilk tasarım görüntülerini fakslamışlardı. Fena da olmamıştı. Ajanstan Deniz ile olan küçük buluşmalar işin hızlanmasında etkili oluyordu demek ki. Sakin zamanlarda uğraşılarımdan biri olan bilgisayar programı projeme odaklandım. Montaj fabrikasının ambarında kullanılmak üzere bir lokasyon hareket programı yazıyordum o zamanlar. Bilenler bilir, Oracle veri tabanı ile C programlama dilini uyumlaştırmaya çalışıyordum. Yazdığım cümleciklerde ya da değişken tanımlarında bir problem olduğu zaman ise, onu çözene kadar saatlerce vakit öldürürdüm. Velhasıl, yazdığım programda birkaç modül daha tanımladım. Sonra sıkılıp biraz dergi karıştırdım. Saat beşi geçiyordu, Dayım ile konuştum birkaç konu toparladık telefonda, yarın sabah montaj fabrikasında birkaç müşteri konuk olacaktı, benim de orada olmamı istiyordu Sami Bey. Yani yarınım da kontrol dışı olarak planlanmıştı. Telefonu kapattım, müzik çalardan bir İspanyol şarkısı açtım. Odada bir turladıktan sonra, camdan dışarıyı izledim bir iki dakika. Simya’nın gönlünü nasıl alacaktım? Ya da gönlünü almaya gerek var mıydı? Altı üstü firmamızı ziyaret eden bir konuk ile iş yemeğine çıkmıştım. Yengemin dün dedikleri aklıma gelmişti. Ona olan ilgim sahiden önlenemeyecek bir seviyeye mi geliyordu? Sadece onun hayatımın bir köşesinde durması beni memnun ediyordu. Neden bilmem ama, yanımda olsa da olmasa da güven veriyordu bana onun varlığı. Bana bir telefon kadar yakın olduğunu bilmek, nazıma katlaması, masumluğu, içtenliği beni rahatlatırken, var olan azıcık dengemi de yerle bir eden asiliği beni hem çileden çıkartıyor, bir o kadar da kışkırtıyordu. Bir an gözlerime bakan iri iri gözlerini, uzun kirpiklerini dikkatle beni izleyen bakışlarını özledim. Ağır adımlarla odadan çıktım, girişteki küçük odasının kapısına dayandım. Elindeki listeden revize fiyatları giriyordu kayıtlara tek tek, dikkatle ve okuduğunu utmamak için tekrarlarken o etli dudaklarının kıpırtısını görüyordum. Benim kapıda durduğumu fark etmemişti. Ufak bir öksürük ile onu daldığı sayılardan çıkartmayı, sıçratarak korkutmayı başarmıştım. “Kusura bakma, korkuttum” dedim yine o, o zamanlar çapkınca olduğunu düşünerek şekillendirdiğim, yarım gülümsemem ile. “Yok önemli değil, bir şey mi istemiştiniz?” dedi gayet kibar ve sakin bir ses tonu ile. “Gelsene biraz odama, konuşalım” dedim. Önlü arkalı girdik benim odama. Masamın önündeki, birbirine bakan iki misafir koltuğuna oturduk. Birbirimizdeydi gözlerimiz. “Niye dediklerimi hemen yapmıyorsun?” diyiverdim. Neden böyle dediğimi de bilmiyordum ama maksadım, bugün öğleyin onu tersleme nedenime dem vurmaktı. “Ben dediklerinizi hemen yaptığımı düşünüyorum, ama siz öyle düşünmüyor olabilirsiniz. Eğer böyleyse, takdir sizin, elimden gelen bu.” demez mi?  “Elimden gelen bu diye bir şey yok Simya. Bu gün öğleyin önemli bir misafirimiz için de yemek rezervasyonunu istemiş olabilirdim. Olabilir miydim?” “Olabilirdiniz, ama o zaman bunu bilerek acil olarak onu hallederdim.” “Hayır lütfen sus, yani seninle yemekli bir toplantı yapalım dedim diye, bu isteğim acil bir konu olmayı hak etmedi mi?” Yine sözümü kesmişti. “Bakın Safa Bey, siz söyler söylemez rezervasyon yapmadım diye bu kadar kızacağınızı bilemedim.” Sözü kesme sırası bendeydi. “Ben buna kızmadım Simya, sen benim halâ neye kızdığımı bilemedin mi?” Kısa bir sessizlik oldu, dudaklarının titremesi hem ona şefkat duymamı sağlıyor, hem de tüm dürtülerimi sarsa sarsa ilerliyordu, tıpkı çatlamaya başlayan seramik gibi, cam gibi.  Ondan cevap gelmeyince, son vuruşumu yapıyor ve o diksiyon tutkunu, en yumuşak ses tonum ile konuşmaya devam ediyordum. “Güzel bir anıyı yaşayamadan üstünü çizdik diye kızmış olabilir miyim? Seni kırmak istemedim, tepkim saçma ve sert olmuş olabilir, özür dilerim. Seni boşa ümitlendirmek istemiyorum küçük hanım. Kesme sözümü, ben sadece bir konu, bir durum, bir olasılık için konuşmuyorum. İş için de, özel hayat içinde, arkadaşlık için de, hiçbir şey için seni boş bir ümit koyusuna atmak istemem, çünkü çıkamayabilirsin oradan. O kadar temizsin ki Simya, bunun bendeki karşılığını tahayyül edemezsin. Ve böyle olunca da benim için çok önemli oluyorsun. Bunları sana bir daha bu kadar net anlatmak ya da konuşmak istemiyorum. Çünkü bu bana da garip geliyor. Ama, uzun lafın kısası, lütfen bu iş için olsun ya da olmasın senden bir şey istiyorsam bunu yapmak, yapmaya başlamak ilk önceliğin olsun. Anlaştık sanırım?” Beni ürkekçe izleyen o iki güzel göz, bir kere daha kapanıp açıldı, derin bir nefes çekildi, üstüne bir de yutkunma. “Tamam, anlaşıldı. Ben de özür dilerim.” Zorla gülümsemeye çalışmıştı, belli belirsiz tebessüm etti. “Başka bir şey yoksa, çıkabilir miyim?” “Tamam ben de çıkacağım, seni ben bırakabilirim, şu fuarla ilgili sana diyeceklerim vardı, onları da yolda konuşalım” dedim. O zamanlar gerçekten toy, günübirlik yaşayan, gençliğine güvenen, kadınlarla nasıl mücadele edilir, ya da onlara nasıl yaklaşılır, en ufak bir fikri olmayan nafile bir çocukmuşum. Benim çocukluğuma ilk önemli hediyedir Simya. Bir erkek çocuğundan, olgun bir erkek çıkmasındaki süreçte ilk rol onundur.

Yavaş yavaş ilerledik ara sokaktaki otoparka.  Fuar listesini gözden geçirmeye başladık. “Simya’cığım kartvizitler, fuardaki ikramlar, bizim flamalar, dört işletmenin de afişleri ve Deniz Hanım’ın yetiştireceği broşürler olmaz ise olmazlarımız. Ardından senle yarın öğleden sonra fuar alanına gideceğiz, biliyorsun Çarşamba günü yerleştirme yapacağız, bir ortamı görelim. Fuar mobilyalarını da seçeceğiz, 4 sandalye alalım, bir banko ve tabure, bir dolap olsun anahtarlı, bir de köşe kabinin içine bir de masa. Kışa yaklaştığımız için buzdolabına gerek yok diye düşünüyorum. Genel olarak yapı böyle.  Yarın fuar alanına gitmeden önce aslında standın son durumunu da görsek iyi olur. Deniz’e söyledim, oraya da geçebiliriz.” Ben aklıma gelenleri acele ile bir süre daha konuştuktan sonra, baktım Simya’ya. Deniz’den pek hoşlanmadığını biliyordum, ama bana da fikrini söylemeye çekiniyordu. Onu terslemelerim ünlüydü çünkü.  Neden ondan hoşlanmadığını soracak olsam kesinlikle diyeceği şeyi biliyordum:”Yapmacık geliyor” derdi. Simya’ya göre birinin içten olması, pat küt konuşması, bana asılmaması ve bunun için de gelen konuğun, ya da görüştüğümüz kişinin hanım olmaması ile mümkün olabilirdi. Gülümsedim ve sordum. “Var mı senin ekleyeceğin bir şey?” “Neye güldüğümü anlamış gibi cevap verdi. “Yok ben bunların hepsini listeledim zaten. Deniz Hanım da pek hevesliydi zaten yarın standın imalatını görmemize, ısrarla bekliyor olabilir. Bu arada, yarın gitmeden hazırladığım kolileri de kontrol edip kapatırız ve yanımızda götürürüz, fuar alanına alırlarsa bırakırız da,  olmaz mı?” “A, illa sana bir şeyler taşıtacağım diyorsun yani?” dedim ve göz kırptım. “Olabilir ama sen yarın fuarcılık firmasını ara da, içeri iki gün önceden eşya alabiliyorlar mı ve saklayabilecek miyiz onu öğren, öyle götürelim, aklıma gelmişken söyleyeyim, az önce Sami Bey aradı, yarın sabah Swuiksa geliyor montaj fabrikasına. Ufak bir ön denetleme de olacak. Cüneyt Ağabey Ankara’da olunca, benim katılmamı istedi. Sabah orada olacağım. Öğleden sonra iki gibi gelirim ofise, sen hazır bekle beni. Gelince hemen çıkalım. Çünkü köprü trafiği falan dörde doğru fuar alanında olacağız. Bak her şeyi öğren firmadan. Ne zaman kapılar açılacak, kutuları şimdi içeri alabilecek miyiz? Biz gittiğimizde kimle görüşeceğiz? Kiralayacağımız mobilyaları yarın görebilir miyiz, seçmek için? Bunları netleştirmeni istiyorum.” “Tamam anlaşıldı, yarın isterseniz, bunları netleştirdikten sonra sizi arayayım mı, eğer ofise henüz gelmemiş iseniz?” “Gerek yok, gelince de konuşsak olur.” Biz böyle konuşa konuşa otoparka gittik, otoparktan çıktık, yola koyulduk ve yolda olduğumuzun bilincine taa ki E-5’e katıldığımızda vardık. Yirmi dakikadır, konuşuyorduk ve fuara o kadar odaklanmışız ki, etrafımızda olup biten hiçbir şeyi hatırlamıyorduk o ana kadar.  İşte ben Simya ile böyle kopup gitmeleri çok seviyordum, iş için de olsa, arkadaşlık sohbetlerimizde de, dış dünya ile aramıza bir sınır örüyor ve kimseleri, hiç bir şeyi fark etmiyorduk. Oturduğu sitenin önüne, uzun süren bir trafik mücadelesinden sonra ulaştık. Artık ilk başlardaki gibi sokağın köşesinde indirmiyor, sitenin girişine yanaşıyordum, Site güvenliği dahil, tüm konu komşu, iş arkadaşı olduğumuzu kabul mu etmişti ne, ondaki çekinme de azalmıştı. “Hadi gelin bir şeyler yeriz Allah ne verdiyse. Babaannem sağ olsun bu yaşında bir şeyler hazırlamaya çalışıyor. Güzel de yemek yapar hani.” “Çok teşekkür ederim canım, rahatsız etmeyeyim, başka zaman inşallah, hem haberli gelirim.” “Teklif var ısrar yok, siz nasıl isteseniz? Size iyi akşamlar o zaman” Biraz bozulmuştu güzelim ama içimden gelmemişti nedense, onunla inip siteye beraber girmek ve evlerine girdiğimde gösterilecek ısrarlı ve yoğun ilgi sıkacaktı beni. Arabamla ben sonunda baş başa kalmıştım. Sahilden Dragos, oradan ev derken saat sekizi geçiyordu, biraz kapıcı ile lafladım, biraz da girişteki yaşlı teyze ve torununa takıldıktan sonra eve girdim. Halam sevgi gösterileri ile karşıladı beni. Sıcak bir kucaklaşma, saçlarımın okşanması, gözlerime içtenlikle bakan iki göz.. Halamı çok severim. Güzelmiş gençliğinde, kül sarısı saçları, ela gözleri ile hatırlarım gençliğini fotoğraflarından. Babamın da büyüğü olduğu için aramızda bayağı yaş farkı vardı halamla. Eşi evlendiklerinin senesinde askerde vefat etmiş hastalıktan. Bir daha da evlenmemişti. Bizlerle teselli bulurdu. Anne tarafında yengem, baba tarafında da halam benim manevi annelerim oldular. Babam ne kadar aceleci, panik, stresli ve çabuk kızabilen bir kişiliğe sahipse, halam da bir o kadar sessiz, anlayışlı ve ketumdu. Dün gece eve gelmediğime kızdı biraz. Yengemle yemek yediğimizi, geç olunca da iş yerine yakın bir otelde sabahladığımı, affedilmeyi bekleyen çocuksu bir ifade ile anlatmaya çalıştım. Babam’ın yine hemşerileri ile bir yemeği vardı ve orada eminim ki, yarın yapacağı konuşmayı ve yarınki etkinliği ballandıra ballandıra anlatıyordu.  Yani babam şimdi halinden memnundu. Biz de öyle. Güzel bir komedi filmi açtım, beraber izledik halamla. Sonra odama çekilip, Safa ile baş başa kaldım. Sporcu atleti ile yatardım hep, vücut geliştirme ile başlayan bir alışkanlıktı bendeki, hava ne kadar soğuk olursa olsun, mutlaka üstümde sadece o atlet olacaktı uykuya dalarken. Şöyle eski resimlere bakıyorum da, göbekteki yağlanmayı görmediğimizde, gerçekten yapılı bir vücudum varmış. Yine atlet ve eşofman altı ile uzandım, daha yeni değiştirilen tertemiz çarşaflarla bezenmiş yatağıma. O gün taktığım bordo kemik çerçeveli dörtgen kesim gözlüklerimi komidine bıraktım.  Başucumda, Çin’den aldığım müzikli gece lambamdan Bach çalıyordu çok kısık bir sesle. Başucumdaki polisiye romana kaldığım yerden devam ettim zorla birkaç sayfa. Beni benden alan uyku seli,  çok kısa bir sürede, bilincimi önüne katmış gittikçe büyüyerek basmıştı tüm bedenimi.

Fuara kadar iki gün çok hareketli geçmiş, ofisi Operasyon’dakilere bırakıp, iki gün resmen Simya temizlikçi, ben de hamal olmuştum. Standın kurulumu, temizlenmesi, kolilerin taşınması, açılması, projeksiyonun kurulması, elektrik işleri, bir sürü şey yapmıştık. Fuardan önceki son günün akşamı ikimizde perişan bir hale geldikten sonra, standı nihayet fuara hazır hale getirerek ayrılmıştık alandan. “Simya” dedim, “İnan şimd iki saat trafiği çekecek halim yok. Acaba buraya yakın bir otelde mi kalsak, yarın sabah erkenden çıkarız yola?” Şaşırdı bu teklifime, ama gerçekten hatırlıyorum da o gün tüm kaslarım isyan halindeydi ve hiç birini yönetemiyordum. Acil devrilmem gerekiyordu. Babamı aradım, son durum hakkında bilgi verdim. Ve bu gece şehrin bu tarafında dinlenmek istediğimi söyledim, sesini çıkarmadı. Sanırım onay alınmıştı. E ataerkil bir aile olunca erkek de olsa çocuk bekâr olduğunda nerede geceleyecek olduğu önem kazanıyordu. Babamdan yana bir sorun yoktu, şimdi Simya’nın dedesini arayıp bilgilendirmek kalıyordu. Bu işi tabii ki ben üstlenmiştim. O kendinden emin ses tonumdan destek alarak, kısa bir görüşme yaptım Giorgi Bey ile. Ilımlıydı, problem etmemiş ve torunun başında ben olduğumdan içinin rahat olduğunu söylemişti.” Dedesiyle yaptığım telefon görüşmesinde beni endişeli gözlerle izleyen Simya da sanırım beraber böyle bir uzaklaşmayı istiyordu. Birkaç otel dolaştık, en güvenli ve temiz gördüğümüz otele karar kılıp, odalarımıza yerleştikten sonra, hem bir şeyler yemek, hem de gece giymek üzere basit birkaç kıyafet almak için dışarı çıktık. Sanki resepsiyonda duran kızın gözlerinde, Simya ile diyaloglarımı manâlı manâlı  izlediğini görür gibi olsam da bu durumdan sanki hoşlanmıştım ve sesimi çıkarmadım. Otelden çıktık, karanlık, soğuk ve is kokan caddede hızlı adımlarla yürümeye başladık. O muhitler, akşamları hanımların dolaşmasın uygun olmayabiliyordu. O yüzden biraz da korumacı bir gerginlik sardı beni.
( Bir Buruk Genclik Hikayesi 16 başlıklı yazı canayhanim tarafından 9.03.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.