Şirket kurulduktan sonraki bir ay, yoğun bir müşteri ziyareti trafiğimiz olmuştu. Durup dinlenmeden, gerek mevcut müşteriler ile dönemlik fiyat anlaşmaları konusunda, gerek yeni projelerden iş alabilmek hususunda, gerekse potansiyel müşteriler ile görüşmeler yapılmış, Cüneyt Ağabey’le ikimiz bazen yanımıza Simya’yı da alarak neredeyse Marmara Bölgesinin tamamını turlamıştık. Simya da bir yandan bizim reklam çalışmalarımızı yürütüyor, medyadaki SZC’nin duruşu, kurumsal kimlik çalışmaları ondan soruluyordu. Artık babam da kabullenmişti, Simya’nın benim asistanım olduğunu. Ve çok ilginçtir ki, beni uzak doğudan buraya, kültürel farklılıkların etkisinde kalmamdan çekindiğinden, hatta uzak doğudan bir gelin getirme riskini bertaraf etmek amacıyla  kopartıp getiren babam, Simya’ya ses çıkarmıyor ve beni sınırlamıyor, bana uyarılarda bulunmuyor, bizi özellikle müşteri ziyaretlerimizde kendi halimize bırakıyordu. Bu rahatlığının nedeni, çoğunlukla Cüneyt Ağabey’in de bizimle beraber bulunması olabilir miydi? Kim bilir!   Bu yoğun bir ayın ardından bir gün, babamla, benim ofiste bir araya geldik. Zeki Bey yine fabrikada gerilmiş, bana dert yanmaya, dert yanarken de inceden inceye serzenişte bulunup beni azarlamaya gelmişti. “Bunlardan bir halt olmaz, üç kutunun sahibi olamıyorlar. Necip, malı almış, köşeye koymuş. Mal kayıp. Üstteki ambar mallar bende yok diyor, Necip buradaydı gitmiş diyor. Parçaları kimin aldığı belli değil derken, bir bakıyoruz, kutular açılmış, parçalar takılmış bitmiş her şey. Anlamıyorum ki ben! O kadar para döktük, muhasebe sistemi aldık, üretim hareketlerini de dahil ettik güya.” “Baba, bir sakin ol. Bu tür aksaklıkların olmaması için görev tanımlarının, hatta öncesinde görevlerin neler olacağının belli olması lazım.” “Hayır konu o değil, kimse işi sahiplenmiyor. Anlayabiliyor musun? Halbuki, ben hatırlıyorum da yirmi, otuz yıl önce, dayınla ne zorluklar yaşayarak yapmaya çalıştık her şeyi. Şimdiki gibi böyle herkesin önünde bir sürü imkan yoktu o zamanlar. Biz böyle sıkıntı çektik de bir günden bir güne yeter demedik. Sen de sıkılgansın, kıçın sıkıya gelemiyor. Bak Cüneyt daha hırslı çocuk.” “Baba başlama yine, satın alma ve temin ile ilgili sorunları haftalık toplantıda yeniden değerlendiririz. Sen de çok takma kafana.  Daha kurumsal firmalar olsun istiyorsak, kurumsallığa uyum sağlayabilecek personeller ile çalışmamız gerekiyor. Yok elimdekilerin uzun yıllarca emekleri var, bana güvendiler, onları bırakamam diyorsan da onların kapasitelerini, dirençlerini bilerek istemelisin bazı şeyleri” “Lüzumsuz konuşma Safa! Senin yaşından çok benim çalışma hayatım var. İnsanlar aynı insanlar, on sene önce tıkır tıkır gidiyor işler de şimdi mi bozuldu. Ben ne diyorum, sen ne diyorsun. Yönetimde gevşeklik var, insanları iyi yönlendiremiyoruz. Cüneyt öbür fabrikaya demir attı. Sami ile ben bir oraya bir buraya savruluyoruz. Ama olmuyor, yaşlandık işte. Yetişemiyoruz her şeye. Seni hiç söylemiyorum, sen kaçtın gittin. Burayı açtın da ne oldu? Çok mu matah, ne yaptın bir aydır. Ne kazandırdın?” “Baba, ne olur senle tartışmak istemiyorum. Bak bugün hava güzel, her şey yolunda. O haftalardır beklediğimiz randevu akşam gerçekleşiyor. Yine birkaç gün önce bir kere daha dede oldun. Nedir bu hırs, ne olur sakinleş. Bak sağlığın bozulacak. Stres yapıyorsun kendine.” “Ohhhh, senin için ne kadar rahat bunları söylemek. Beyefendi, beyefendi! Sen düşünmüyorsun, her ay bir tarafta iki yüz, öbür tarafta yüz, yüz elli kişinin nafakasını. Kimsenin hakkı kalmasın diye geceleri uyku uyuyamıyorum. Ödemelerimiz oluyor, birinde sıkışsak, benim de yüreğim sıkışıyor. Müşteriler desen, birinin hattını durdursak, kapımıza kilit mi vurulacak belli değil. Ah keşke sizler de biz gibi endişelenebilseniz oğlum. gençler çok rahat şimdi. Adamlara bir iş yaptıramıyorsun. İstediğin kadar kız, bağır..” Bu şekilde bir saat kadar konuştuktan sonra babam, biraz rahatlamış ve yine emirler yağdırarak, asık suratını da yanına alıp, geldiği hızda gidivermişti. Yüksek tonda yaptığımız görüşmeye, zaman zaman çay getirdiği sırada Simya’da dahil olmuş ve o da kendi payına düşeni almıştı. Mesai saatlerinin bitimine yakın babam gittikten sonra, Simya’yı çağırdım odama. Gerilmiştim, biraz da olsa rahatlamak mı ya da öfkemin, gerginliğimin bir kısmını ona boşaltmak için mi görmek istedim şu an hatırlayamıyorum. Hiç bozmadığı sakinliği ve asaleti ile kapıda göründü gençliğimin ilk büyük sırrı. Biraz perişan ve moralsiz görünse de bakışları, yine de güzeldi her zamanki gibi. İri ve koyu çerçeveli gözlüklerinin ardındaki bal rengi gözleri değdi yorgun gözlerime. On on beş saniye baktık birbirimize, aklımızdan kim bilir neler geçiyordu. İkimizin de ne tebessüm edesimiz vardı, ne de tek kelime diyecek halimiz. “Çıkalım mı?” dedim. “Bugün hiç bir şey konuşacak halim yok.” “Siz bilirsiniz” dedi ve gözlerini kaçırarak başını öne eğip devam etti.  “Bozmayın moralinizi, her şey daha iyi olacak inşallah.” “Artık bir an evvel olsa iyi olur” dedim. “Bu şirketin benim saklandığım kaçtığım yer olarak görülmesinden bıktım. Daha kurulalı bir ay oldu, birden ciroları ki üç katına çıkaracak atılımlar bekleniyor. Hızlanmalıyız Simya. Zeki Bey bazı konularda haklı” Tam o arada telefonum çaldı. Cüneyt Ağabey, laflamak için arıyordu. Daha doğrusu babam benden sonra ona da dert yanmıştı sanırım ve beni iyice bir fırçaladığını haber vermişti ve o da bu yüzden, kendime dert edip, üzülmemem için teselliye arıyordu beni. “Hadi gel bu akşam bize, Nesrin Ablan’ın ziyafet günü bugün. Sami ile Perihan da özledi seni. Sami, senin en son Çin’den getirdiğin atari ile uyur oldu. Perihan’ı sorarsan sana aşık kız. Annesi soruyor, büyüyünce ne olacaksın diye, o da cevaplıyor:”Safa Amcam ile evleneceğim”” “Ohooo ailecek beni bağlıyorsunuz bakıyorum. Şaka bir yana ben de özledim onları, Bu arada, Sami Efendi’ye söyle, bozmasın onu da, bu kaçıncı atari, hayır bir şey değil, paşam her şeyi beğenmiyor.” Gözlerimi Simya’dan ayırmadan gülüştük şakalaştık Cüneyt Ağabey ile biraz. Ve o akşam gelemeyeceğimi, arkadaşlara söz verdiğimi ama hafta sonu onlara uğrayacağımı hatta bir barbekü eğlencesi yapabileceğimizi söyledim. Biraz daha lafladık ve onu iyi olduğum ile bugün gelemeyeceğime ikna ettikten sonra bitti görüşme. Telefonu, terleyen yanağımdan alıp, ekranı temizledikten sonra, beni büyük bir sabırla bekleyen Simya’ya baktım yeniden. “Hadi gel bu akşam Çamlıca’ya gidelim. Yemek yeriz, çok bunaldım Simya.” dedim, kendimi biraz acındırarak. O da, “Ama eve gitmem gerek, beni merak ederler” dedi.  “Mesaidesin ve benimlesin” diyerek sert bir üslup çizmeye çalıştım. Ailesini aradı, mesaiye kalacağını akşam on gibi gelebileceğini, yemeğe beklememelerini söyledi. Apar topar çıktık ofisten. Moraller bozuk, beyinler yorgun, vücutlar bitkindi ama ona rağmen birbirimiz ile iş dışında bir iki saat geçirmeye koşa koşa gider gibiydik. Arabaya oturduğumuzda, daralan hareket alanımızla doğru orantılı olarak suratsızlığımız da daralıyor ve yeni yeni tebessüm eden iki genç sima ortaya çıkıyordu. Güzel bir müzik açtım. Aracın CD-Çalar’ın da Guns N’Roses single’ı vardı. “Paradise City” çalmaya başladı.

“Take me down to the paradise city
Where the grass is green and the girls are pretty
Take me home (oh won't you please take me home)
Take me down to the paradise city
Where the grass is green and the girls are pretty
Take me home (oh won't you please take me home)”

Bana baktı ve gülümseyerek. “Sizi mi anlatıyor ne” dedi. “Beni anlatsa ne olur  dedim, hani cennet şehri, hani güzel kızlar? Bizim payımıza ancak  stres, toplantı gerginlik, kavga gürültü düşer.” Gülümsedi, “Bir gün, belki yıllardır yıkanmayan bir evsizi almışlar yıkamışlar ve adam çok kısa süre sonra ölmüş. Bunu bana dedem anlatmıştı, bu sanırım bir atasözü gibi. Demem o ki, siz alışmışsınız böyle bir yoğunluğa, genlerinizde, damarlarınızda var, siz patron olmak için doğanlardansınız. Kaderiniz bu ne yapalım. Sizden bu yoğunlukları alsalar, belki kahrınız daha çok olacak.”
( Bir Buruk Genclik Hikayesi 11 başlıklı yazı canayhanim tarafından 19.01.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.