“Yahu hiç rahatlatmıyorsun beni Simya Hanım” dedim ve o ılık gülümsemesi ile, başını biraz eğip baktı bana gözlüklerinin üstünden. Uzun kirpiklerinin birbirine değişine bu kadar yakın şahit olmamıştım daha önce.   Aslında yolumuzun üstünde babamların misafirlerini sıklıkla götürdükleri, daha zengin mönülü bir restoran olmasına rağmen, ben adı pek duyulmamış, kıyıda köşede gizlenmiş salaş bir restorandı tercih etmiştim. Sanırım, az önce arabada Simya’dan dilendiğim huzuru az da olsa bu küçük restoranda bulabileceğimi düşünmüştüm. Kendini akşamın griliğine bırakan gün aydınlığını biraz daha yakalayabilmek ve az önce içinden çıktığımız keşmekeşe yukarıdan bakabilmek için cam kenarına kuruldum. Siparişlerimizi verdik ve ortalıktan birkaç cümle sarf ettikten sonra ister istemez işle ilgili konuşmaya başladık. Aslında hazırlıklı gelmiştik yemeğe. Yemekte konuşulacak konu başlıklarından bir liste hazırlamıştı güzelim. “Nasıl, toplantı ortamımız güzel değil mi?” diyerek göz kırptım. Ana yemeklerimiz gelene kadar, işle ilgili konuların üzerinden geçmiştik. Simya’yı bıraksam yemeğin sonuna kadar iş konuşabilirdi. Yine, karşımdaki genç kadının bu işkolikliğini aslında inadına tam olmayacak yerde gösterdiğine kanaat getirmiştim. Ofiste koca bir gün, yanıma gelip gözden geçirme yapmaya çekinir, bahaneler gösterir; ne zaman onu kuytu köşeye çeksem, bir yerlere kaçsak bana istediği kararları aldırmak için iş dosyaları açar bir bir. Aslında o gün, o yemeğin hatırda kalan sahnelerinden biri, yeni bir ürünün maliyet tablosunu göstermek için yanı başıma sokulduğu, beraber hesaplamalar yaptığımız, şakalaştığımız o anlardı. “Malzeme fiyatı için üç farklı teklif aldım. Burada da onların karşılaştırmalarını bulabilirsiniz.” Aldım yaptığı çalışmaları müstehsi bir gülüşle. O anlara dair, yanı başımdaki sandalyede bedenini hafifçe bana doğru döndüren, parfümü karışmış tenin kokusunu dalga dalga duyabildiğim yakınlıkta oluşumu ve  gayet orantılı çehresine ve boynuna kaçamak bakışlar attığımı hatırlarım. O an ne yapacağımı şaşırmış bir haldeydim. Bir kağıda beraber gömülebilecek kadar yakın olmamıştık hiç daha önce. Yaptığı hesaplamalar ve tabloları kullanış şekli çok başarılıydı. İstediğim sayıları, oranları hesaplamıştı ve çıkaracağım sonuçları çok iyi biliyordu. Neleri görmek istediğim, bu sonuçlara göre nasıl kararlar alabileceğimi artık anlıyor ve isteklerime hizmet etmeye gün geçtikçe daha çok alışıyordu. Hem yaptığı çalışmalar istediğim gibiydi, hem kimsenin uğramadığı salaş bir restoranda yan yanaydık. Bir noktadan sonra elime aldığım kağıtlarda yazanlar, Simya’nın işle ilgili söyledikleri, babamın gün içinde konuştukları, balonlar gibi bir bir patlayıp yok oluyorlardı. O an ikimizindi, bizi rahatsız eden hiçbir şey yoktu. Hayatından bezmiş görünümlü, saçı başı karışmış, üstündeki beyaz önlük ile baya güzel bir tezat oluşturan esmerlikte tene sahip garson elinde tepsi ile masamıza eğildiğinde, yaşadığı anlardan çok çabuk bıkan o toy Safa, tabii ki yine sıkıldığını hatırlamış ve ağırdan bir çıkış yapmıştı. “Hadi bakalım Simya’cığım, yemekler de geldi.” diyerek ortadaki tüm kağıtları düzenlerine bakmadan, apar topar topladım, kağıt demetinin altlarını iki üç kere masaya vurarak düzeltmiş gibi, bir ayrı havalarda, hafifçe yanı başımdaki Simya’nın önüne atıvermiştim. Tabii kağıtları bırakırken rahat durmamış yine göz kırpmıştım. Simya sessizce kağıtları aldı, o da düzeltmeye gerek duymadan portföy çantanın içine yerleştirdi. “Bu masada ve seni evine bırakana kadar sana işle ilgili konuşmanı yasaklıyorum küçük hanım” dedim. “Patronum öyle istiyorsa neden olmasın” diyerek gülümsedi. Yüzüne birkaç saniye bakakaldım. “Seni fabrikada ilk tanıdığımda bir agresif, ne bileyim, daha soğuk gelmiştin bana” “O az önce konuşmamı istemediğiniz işler yüzünden gerildiysem öyle görünmüş olabilirim. Orada stresliydi işlerim.” Önündeki balığı kibar kibar çatal ve bıçak ile biçare yemeye çalışıyordu ama dittiği etlerden kılçıkları hala temizleyememiş ve bir lokma bile tadamamıştı. Ellerine uzandım. Bir elinden çatalını aldım, diğerinden bıçağı. Onları tabağının yanlarına koyduktan sonra “Yapma Simya, Sanayi Odası toplantısında değiliz. Hadi parmaklarımız ile ayıklayalım kılçıklarını, çatalla bıçakla değil” dedim ve gülümsedim. Utanarak uzattı uzun ve ojeli parmaklarını balık etlerine doğru. Onu şimdi uzaktan inceliyor ve izliyordum. Nasıl sempatik gelmişti bana o an. Oturduğum yerden kalkıp yanaklarını kocaman kocaman öpesim gelmişti güzelimin. Ben onu herkesin bende beğendiği bir özellik olan gülüşüm ile donmuş şekle izlerken bir an içimden geçenleri anlamış gibi baktı bana. “Çok komik görünüyorum değil mi?”  “Yok canım, bence çok yakışıyor doğal olmak sana” Dedim ve ellerimle ben de giriştim tabağımdaki balıklara. O an oradaki iki genç, kim olduklarını, iş hayatlarını, aile hayatlarını, çevrelerindekileri unutup yediklerinden, içtiklerinden, konuştuklarından, birbirlerinden, baktıkları deniz ve adaların manzarasından, işin özü, bulundukları o andan tarifsiz bir keyif almaya koyulmuşlardı. Ellerimizi yıkayıp masamızda tekrar buluştuğumuzda, dibimizdeki camın ötesinin kapkaranlık ve ilerilerde bir yerlerdeki karanlık İstanbul’un asi ışıklarının, denizin üstündeki ayın yansı parçaları ile uyumu ve dansına takıldık biraz. Hem dışarıya bakıyor, hem de dışarıya bakarken içeri yansıyan kendi çehrelerimize kaçamak yapıyor ve o camda da buluşuyordu gözlerimiz.  Bol köpüklü Türk kahvelerimiz gelmiş, masumiyetimizi yanlarına koydukları çikolata parçaları ile ödüllendirmişlerdi sanki. İki sade kahve, bir sade akşam ve iki sade hayat demekti bizim için o an. “Seninle istediklerimi, planladıklarımızı yapamamak rahatsız ediyor beni Simya.” dedim. “Beni de” dedi usulca. “Araya karışan şeyler, anlık işler, yöneticiler, patronlar,…” diye devam etti kesik kesik. “Dikkat çekiyoruz belki de.” Sonra bir an bir şey hatırladı ve çantasına davrandı. “Ah aklıma gelmişken, geçtiğimiz haftalarda yaptığımız ziyaretlerde ve bize gelen müşteriler ile çektirdiğimiz resimleri tab ettirmiştim. Onları vereyim size” dedi. Bizim ailede bir gelenekti, her önemli iş ziyaretinde resim çektirilir ve kayıtlara alınırdı. Babam Simya’ya bu şekilde emir verdiği için, o da nereye gitsek ya da bize kim gelse, ilk buluşmalarımızda karşıdakilerden izin alır ve hep beraber resmimizi çeker ve kayıt altına alırdı. Zarfı aldım ve resimleri çıkarttım. Otuza yakın resim ve yaklaşık on  toplantının hatıraları... Her aldığım resimde kendimden önce Simya’yı aradığımı fark ettim. Çoğunda çıkmamıştı, resimleri o çektiği için. İkimiz biraz da bu resimlerle oyalandıktan sonra, küçük hanım resimleri yarın dosyalarına yerleştireceğini söyledi ve zarfı tekrar çantasına yerleştirdi. Benim aklıma şu takılmıştı başından beri, neden dikkat çektiğimizi düşünüp bana resimleri göstermek aklına gelmişti. Kendisi de mi öyle düşünüyordu ve bunu ispatlamak istemişti bana? Kahvelerimizden son yudumları alırken, ansızın sordum gözlerinin içine bakıp. “Ya sence, biz yakışıyor muyuz da bizi rahat bırakmıyorlar?” Benden ummadığı bu soru ile bir an dondu bakışları. Ama hemen cevabı da hazırdı. “Ne için yakıştırıldığımız önemli bence” dedi ve gittikçe hızlanan ve kendinden emin bir ses tonu ile ekledi cümlelerini peş peşe. “Mesela iş için yakıştığımızı söyleyebilirim. Her ne kadar ben sizin gibi üniversite mezunu ya da yurt dışlarında okullar okumuş biri olmasam da, girdiğimiz yerde sizin asistanınız olmam garip karşılanmıyor.” “Nasıl garip karşılanabilir ki?” dedim. Sessiz kaldı. Bu sefer sıra bendeydi. “Senle benden farklı ne beklenebilir ki?” dedim kaşımın birini pek bilmiş bir eda ile kaldırarak. Gülümsedi, “Mahsus yapıyorsunuz ama söyletmezsiniz. Çevremizdekilerin bizle ilgili düşüncelerinin kaydığı tarafı ikimizde biliyoruz. Yapmayın Allah aşkına” diye tepede bıraktı cümlesini. Ben utanan bir kız ile karşılaşacağımı zannederken karşımda dalga geçen birini görmek tahrik etti beni. “Simya Hanım” dedim ciddi bir şekilde. “Bizim ne yaşayacağımızı biz bile bilmiyoruz öyle değil mi? Suyun yönü nereye dönerse oraya akar. Yaşayacağımız bir şey varsa bunun önüne ne sen, ne ben, ne de başka biri geçebilir.” Dedim ve cümlelerime beden dilimle de katkılarda bulunduğum ve ağır ağır konuştuğum için daha mı çok etkili olmuştu bilmem ama Simya’nın bana olan hislerine emir vermiştim sanki açığa çıkmaları için. Gözlüklerinin arkasındaki derinlikler buğulanmıştı sanki birkaç saniyede. Bakışları gözlerimde takılmıştı. Gözlerinin içine bakarak gözlüklerimi çıkardım ve ovaladım kaşınan gözlerimi. “Bugün çok yoruldu gözlerim” dedim. Ve daha kısık bir sesle hafifte tebessüm ederek, “Bir daha sana böyle dikkatle bakmayacağım” diye devam ettim.  Bana sabitlenen etkilenmiş bakışlar, gülümsememe karşılık bir tebessüm ile prizma ışıkları gibi kırılmaya başlamıştı.  Garsondan hesabı istedim ve “Kalkalım artık değil mi? Sen de zor durumda kalma” diyen manalı ses tonum karışmıştı işin içine. Bugün anlayabiliyordum Simya’yı. Şaşırtmıştım onu ilk defa. Yavru patron olduğuma, bu yüzden ruhsuz, kaba, şımarık, hovarda, anlayışsız olduğuma yönelik aşağılamalarına izin vermediğim ve benden hiç ummadığı cevaplar ve farklı bir karakter ile karşısına çıktığım için onun bütün savunmasını elinden almıştım.

Benim için o akşam da, Simya ile yaşadığım diğer akşamlar, özel anlar gibi çok güzel yaşanmıştı. O gün, restorandan çıkıp, o dağın yarı karanlık, dik yokuşlarından inerken her şey sanki mükemmeliyet çizgisine ulaşmıştı sanki. O güzeldi, hem de çok güzeldi, ben güzeldim, yol güzeldi, araba güzeldi, aracın vanilya karışımı kokusu güzeldi, radyoyu açtığımda tesadüf eden şarkı güzeldi:

Düğüm düğüm bağlanmışız.

Çözülmeyiz çözemezler.

Biz kalp kalbe sarılmışız .

Göremezler, bilemezler.

O bizi bizden alan mutlulukla, başka başka dünyalardan inmiştik, Kısıklı’daki uzun ince bayırdan. Trafik bizi biraz daha bekletse diye eminim o da dua ediyordu. O anlarda, başka hiçbir şeye ihtiyacım olmadığını hissettim. Huzur, sevgi ve kalabalıktan kopabilme, kendi hayatımdan uzaklaşabilme. İşte tam olarak buydu benim istediğim. Çünkü iş hayatında ben ben olamıyordum. Ben yavru patron olamazdım ama önümde açılan yol buydu. Ve bu yola, büyüklerime, bana o arabayı, o geliri, o prestiji, ve daha tüm diğer imkanları veren her şeye itaat etmem bekleniyordu…
( Bir Buruk Genclik Hikayesi 12 başlıklı yazı canayhanim tarafından 30.01.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.